Diyarbakır
Nenem Ayşe Teyfur geçen ay 104 yaşında öldü.
Bir asırdan fazla süren ömründe nenemle iletişimimiz oldukça sınırlı oldu, daha doğrusu olamadı. Hatta nenemi fazla tanıdığım bile söylenemez. Çünkü onunla konuşamıyordum. Nenem Türkçe, bense Kürtçe bilmiyordum.
Çocukken yılda sadece 1 haftalığına gittiğimiz köyde, şehirden gelenler olarak el üstünde tutulurduk. Bu bir haftalık ziyaretimiz sırasında nenem, dedem ve tüm köy bizleri mutlu etmek için çeşitli yöntemler denerdi. Ben en çok ata ve eşeğe binmeyi severdim. Attan ya da eşekten düşmeyeyim diye yanıma verilen birilerinin eşliğinde, her gün su getirmeye ben de köyün kızları ile giderdim. Nenemle o zamanlar ilişkimiz, sürekli girdiğimiz Dicle’nin suyundan, bağdan, bahçeden, hayvanlardan arta kalan vakitlerimde koşarak geldiğim evde, acıktığımda “nan” yani ekmek, yemek deyişimdi.
Nenemle genelde annemin aracılığıyla konuşurduk, ama kelimelerin ya Türkçe ya da Kürtçesini unutan annem bu tercümanlıktan pek hoşlanmaz, birkaç cümleden sonra çaktırmadan yanımızdan uzaklaşırdı. Bir müddet sıkıcı sessizlikten sonra her zamanki gibi yardımımıza şarkılar yetişir, ben birilerinden ezberleyerek öğrendiğim “Nene strana beje”[1] der, nenem de şarkı söylemeye başlardı. Nenemle anlaştığımız tek noktaydı şarkılar. İkimizde şarkıları seviyorduk. Kürtçe bilmeyen binlerce Kürt çocuk gibi ben de Kürtçe şarkıları anlamasam da ezbere biliyordum. Muhtemelen hepsi zulümden, ölümden, savaştan bahsettikleri içindi. Nenem bana sürekli şarkı söyler, ben de şarkılar aracılığıyla aslında nenemi dinlerdim.
Son yıllarda yeni iletişim yönetmeleri de geliştirmiştik aramızda. Örneğin nenem göğüslerime bakınca, bunun “kocan nasıl” demek olduğunu öğrenmiştim. Ancak bu işaret dili kimi zaman ciddi karışıklıklara neden olur, sonunda tüm ev halkının diline düşmekten kurtulamazdık.
Yüzyıllık zulüm
Annemim tercümanlığı kabul ettiği günlerde ben neneme sık sık geçmişi sorardım, en büyük merakımdı 100 yıl öncesi. Nenem Ermeni komşularından başlar, nasıl katliama götürdüklerini sürekli anlatırdı. Katliama götürülen komşularının amcasına “Neden izin veriyorsunuz bizi götürmelerine?” dediğini ve amcasının da “Onlar hükümettir, biz ne yapabiliriz” diye cevapladığını anlatırdı nenem. Nenem, Ermenileri toplayıp götüren askerleri nasıl takip ettiklerini ve komşularının o zamanlar kurşun az olduğu için, demir küreklerle vurula vurula nasıl katledildiğini ve tepeden nasıl atıldıklarını uzun uzun anlatır ve her anlattığında bir iki damla gözyaşı eşliğinde onlar için bir ağıt yakardı.
Nenem şarkılarla konuşmayı severdi. Bu şarkıların çoğu hüzünlü ağıtlardı. Şeyh Said isyanından sonra Bölgedeki Şeyhlerin bir kısmı köydeki evimizin arka bahçesindeki ağaçta asılmışlardı. Bir kısmı Şeyh olan dedemin akrabalarıydı. Nenem o gün asılan Şeyhlere ömrü boyunca ağıt yaktı. “Elleri kınalıydı, daha yeni evlenmişti bir kısmı, kınaları kurumamıştı…” diye ağlar dururdu Nenem. Arka bahçemizdeki bu ağaç, Şeylerin asılmasından sonra yöredeki kadınların dualarını ettikleri ve dileklerini bağladıkları bir ağaca döndü.
Nenem çocukken sık sık askerler geldiğinde dağa kaçtıklarını, askerler gidene kadar köylülerin dağdan inmediğini, bazen askerlerin aylarca köyde bastıkları evlerde kalıp yiyip içtiklerini, bu sürede dağda saklanan çocuklardan bir kısmının öldüğünü anlatırdı. Köylülerin askerlerin kıyafetlerinden ve görünüşlerinden korktuklarını, askerlerin de onların çarşaf ve şalvarlarını çıkardıklarını, sarıklarından dolayı insanları öldürdüklerini sürekli dillendirirdi. Bazen de erkeklerin asker onları görmesin diye kendi evlerinin içinde yıllarca saklandığını, komşularının çocuklarının bu nedenle aynı evin içindeki babalarını 9 yıl boyunca görmediğini, kadının kocasını 9 yıl boyunca evin içinde döşeklerin arkasında sakladığını söylerdi.
Neneme göre bu devlet zalimdi, zulmü 100 yıl boyunca devam etmişti.
Zalimin Dili
Nenem çılgındı da…
Nişanlısı askerdeyken gördüğü dedeme aşık olmuş, nişanı atmış ve dedemle kaçmıştı. Böylece uzun yıllar sürecek bir kan davasının tohumları atılmış, nenem ve dedem birkaç yıl sonra köylerine dönebilmişlerse de, Şeyh olan dedem uzun yıllar kalabalık gruplarla gezmek durumunda kalmıştı. Tüm Bölgede büyük bir sevgi ve saygıyla sevilen dedemi, neredeyse tüm hayatı boyunca korumuştu köylüleri.
Nenem ara ara bizlere uzun uzun kıtlık yıllarını anlatır, bize kötü bir masalmış gibi gelen, Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemden bahsederdi. Bir buğday tanesi için yerde süründükleri, aç kalan kurtların köyün bebelerini sık sık götürdükleri kara zalim yıllar…
Nenemin ve bu hikayeler ve yoklukla büyüyen annemin hayata bakışı hep farklı olmuştu. Bizim üzüldüğümüz birçok sorun onlar için sorun değildi, onlar başka kadınlardı. Hayattan gelebilecek her şeye hazırlıklı, metanetli, dimdik kadınlar… Zulümle, açlıkla yoğrulan bir hayatın kadınlarıydı onlar.
Nenemden ve annemden bana geçen en önemli özellik ekmeğin kıymetini bilmek oldu sanırım. Yemek sonrası sofradaki kırıntıları elimizle tek tek toplayıp yemek, ailemizin kadınlarına has bir gen oldu. Bir diğer bana kalan miras da, bu güçlü kadınların mücadele ruhuydu. Pes etmeksizin, ne olursa olsun ayağa kalkmak, güneşin her gün yeniden doğacağına inanmak… Bunca yıl savaşın ortasında beni bu inanç ayakta tuttu, onlara minnettarım.
Uzun yıllar boyunca Kürtçe öğrenmek için aldığım dersleri, Kürtçe öğrenme çabamı nenem buruk bir gülümseme ile izledi. Nenemin yüzyıl boyunca kaçtığı zalimin dilini almıştık. Neneme göre biz “pis olmuştuk, Tırk (Türk) olmuştuk, zalim olmuştuk”.
Nenem, Ayşe Teyfur’u, zalimin yine zulmünü gösterdiği günlerden birinde, Diyarbakır’da sokağa çıkma yasağının ilan edildiği gün, 8 Ekim 2014’te kaybettik. Zalim yine yapacağını yapmıştı, cenazesine yetişemedik…
Nenem ben onunla konuşamadan göçtü bu dünyadan.
Şimdi sessiz olalım. Nenem geçmiş yüzyıldan bir şarkı mırıldanıyor:
Wey malino eze çawa bikim xwe vi dıli
Li min li min xwe vi dili
Gundi malino ewa kibar ji wirda te
Tim ser peşiya di milmili
Li min li min dimilmili
Keçe dine xwezka te laweki xwe bidita
Çend peşida li ser kevna zor ewili
Li min li min zor ewili[2]
Nurcan Baysal
21.11.2014