Barış sürecinin başlatıldığı 21 Mart 2013 Newroz’undan sonraki hafta sık sık yaptığım gibi Diyarbakır’ın arka mahallelerinde dolaşmaya çıkmıştım. Yoksul Suriçi Mahallesinde uğradığım bir mahalle evindeki kadınlar mahallede SSPE hastalığından henüz yeni ölen bir gençle ilgili konuşuyorlardı. 90’lı yılların başlarında Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan eksik doz kızamık aşısından dolayı bu mahallelerde birçok çocuk SSPE (Subakut Sklerozan Panensefali) hastalığına yakalanmıştı. Bu beyin hastalığının belirtileri 1-10 yıl arasında başlıyor ve hastalığa yakalanan kişi önce fiziksel yetilerini kaybediyor, daha sonra unutkanlık başlıyor, en son yatağa bağlı sıvıyla beslenir hale geliyor ve yıllarca sürebilen komalarla ölüyordu.
90’lı yıllarda Diyarbakır’ın bazı mahallelerinde bir anda yüzlerce çocuk SSPE hastalığına yakalandı. Daha sonra o dönem çocuklara yapılan aşıların “eksik doz” yapıldığı ya da “Bölgeye bayat aşı yollandığı” haberleri yayıldı. SSPE’ye yakalanan çocukların aileleri 1990’ların sonunda Bölgeye ziyarete gelen Sağlık Bakanı Osman Durmuş’u protesto ettiler. O yıllardan bugüne TBMM’ye birçok soru önergesi verildi, bazı aileler dava açtı ancak bir sonuç sağlanamadı. Hastalık bugün hala can almakta.
9 yaşındaki oğlu SSPE hastalığından ölen Hacer:“oğlum çok çalışkandı, okul birincisiydi, sonra bir gün öğretmeni çağırdı. ‘İbrahim görmüyor’ dedi. Sonra duymamaya, yürümemeye başladı. En çok acı çekerek ölmesine üzülüyorum. Ağrıları dayanılmayacak gibiydi, oğlum acı çekerek öldü” diye anlatıyordu üzüntüsünü.
Hacer ve merkezdeki diğer analar beni evlerinde misafir etmek, ölen çocuklarının resimlerini göstermek istiyorlar. Önce İbrahim’in evine gidiyorum, sonra Hazal’ın ve diğerlerinin… Sesler dün gibi aklımda:“İbrahim çok çalışkandı… Hazal öyle güzeldi ki, daha 5 yaşındaydı… Mehmet’in hastalığı yıllar sonra ortaya çıktı, askerlikte… Artık aşı yaptırmaya korkuyoruz…”
O gün yoksul evleri tek tek gezerken bir çocuğunu SSPE’den kaybetmiş Ayşe’nin evine giriyorum. Odada bir kanepe, yerde yırtık bir kilim, kilimin üzerinde oturmuş topaçla oynamaya çalışan 5-6 yaşlarında bir çocuk var. Duvarda asılı 3 büyük resim görüyorum. Bir Amedli olarak Kürdistan’da evlerin başköşesinde duvara asılı resimlerin ölen çocukların resimleri olduğunu biliyorum. Karşımdaki kadına “3 oğlunda mı öldü?” diye soruyorum. Kadın resimdekilerden birinin dağda ölen erkek kardeşi, diğerinin dağdaki gerilla oğlu, öbürünün de SSPE’den küçük yaşta ölen oğlu olduğunu söylüyor. Kadının kocası dışarıda işçi olarak çalışıyor, topacıyla oynayan küçük oğlan Azad ise bu resimlerin gölgesinde büyüyordu. Biz konuşurken elindeki topacı odanın boş zeminine fırlatıp duruyordu.
Geçen hafta başlatılan barış süreciyle ilgili sohbete geçiyoruz. Kadının gözlerinin içi gülüyor, barış gelince dağdaki oğlunun döneceğini düşünüyordu: Artık barış gelecek, barış gelince oğlu da gelecek, fazla değil bir yıl içinde oğlunu görebilecekti…
Biz “barış”ı konuşurken çocuk topacı bırakıp yanımıza geldi. “Dayê barış çi ye?”[1] diye sordu. Küçük çocuk “barış”ı, hiç görmediği, sadece evdeki bu resim ve annesinin gözyaşlarından bildiği abisini getirecek bir şey olarak algılıyordu. Barış demek, abinin gelmesi demekti. Çocuk yarım Türkçesiyle bana “barış gelecek, abi gelecek” diyordu.
Nusaybin’de 9 yaşındaki bir çocuğun polis tarafından gaz bombası ile ağır yaralandığı, binlerce Ezidi’nin sınırlarımızda öldüğü 1 Eylül Dünya Barış Gününde barışı ve abisini tutkuyla bekleyen küçük Azad tekrar aklıma düştü. Azad ve abisi “barış”ı görebilecek miydi?
Nurcan Baysal
1 Eylül 2014, Diyarbakır