Birkaç yıl öncesine kadar askeri vesayet sonrası Türkiye’nin (seçilmiş hükümetlerce yönetilen, ama devletin güçlü, hak ve özgürlüklerin ise zayıf olduğu) ‘eksik demokrasisini’ reformlarla tam bir demokrasiye çevirip çeviremeyeceği tartışılıyordu. Son yıllarda bu konuda en iyimserler arasında bile kuşkular belirdi. Birçok başarılı işler yapan ve askeri vesayeti kaldıran AKP hükümetlerinin bir ‘baskın tek parti sistemi’ (aynı partinin demokratik seçimlerle hep yeniden seçildiği ve devletle ve bürokrasiyle bütünleşerek yarı otoriter bir yönetim tarzı geliştirdiği sistem) inşa ettiği, güvenlik bürokrasisiyle uzlaştığı, eksik demokrasinin bu şekilde devam edebileceği endişeleri dillendirildi. Hükümetin son bir yıl içindeki toplumsal muhalefete ve ifade özgürlüğüne yönelik tutumu bu kaygıları iyice pekiştirdi. 17 Aralık süreci, 30 Mart resmi seçim sonuçları ve YSK’nın son kararları sonucunda ise bence Türkiye yeni bir döneme girdi. Önümüzdeki bir yıl içindeki gelişmelere bağlı olarak artık Türkiye’nin, eksik demokratik özelliklerini de yitirerek ‘rekabetçi otoriter’ bir rejime irtica etmesi ihtimali belirdi.
Rekabetçi otoriterizm terimi özellikle 1990’lı ve 2000’li yıllarda askeri veya tek parti vesayetlerini kaldırıp seçimler yoluyla demokratikleşmeye çalışan ama ama bunda başarısız olarak yerine baskıcı otoriter rejimlerin ortaya çıktığı Rusya ve Malezya gibi ülkeler için kullanılıyor. Bu tür rejimlerde görünürde rekabetçi ve çoğulcu bir siyasal sistem var, yani farklı partilerin katıldığı ve teorik olarak iktidarı değiştirebilecek olan, ‘usulen özgür’ seçimler. Ama iktidar partisiyle devlet arasındaki ayrımın iyice inceldiği bu sistemlerde, iktidar partileri devlet imkanlarını seçimlerde kendi lehlerine sınırsızca kullanarak o kadar avantajlı hale geliyorlar ki, pratikte mevcut iktidarın seçimlerle değişmesi düşünülemez oluyor. Yani demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan seçim sonuçlarının ‘şartlı belirsizliği’ (hukuk devleti ve temel özgürlükler saklı kalmak kaydıyla gelecekte hangi hükümetin yöneteceğinin belirsiz olması durumu) ortadan kalkıyor. Aynı nedenle, hükümetin iktidarı yitirerek hesap verme olasılığı neredeyse yok olduğu için, hukuk devleti, özgürlükler ve bağımsız sivil toplum hızla aşınıyor ve rekabetçi otoriterlik iyice pekişiyor.
Hükümet hakkında eşi görülmemiş yolsuzluk iddiaları varken, 30 Mart seçimlerinde özellikle CHP olmak üzere muhalefetin neden daha başarılı olamadığı çok tartışıldı. Bunun tabii muhalefetle ilgili birçok nedeni var önce onları vurgulayalım ve (BDP ve MHP’nin oldukça başarılı olduğu da söylenebileceği için) anamuhalefete yoğunlaşalım. CHP’nin yolsuzlukları ve bu yolsuzlukları hukuksuz yollardan gündeme getirdiği iddia edilen derin devleti aynı oranda eleştirmesi gerekiyordu. Kendisinin bunlarla nasıl mücadele edeceğini anlatması, ülkeyi daha iyi yönetebileceğine kitleleri inandırması gerekiyordu. Bunun için de AKP döneminde iyi yapılanları kabul etmeli, mevcut kazanımları yok etmeyip nasıl arttıracağını vurgulamalıydı. Her şeyin kötü olduğunu iddia edince inandırıcı olamadı. Kampanyasını yolsuzluklar ve Erdoğan’ın gitmesi üzerine kurarak Erdoğan’ın yerel seçimleri bir genel seçim gibi sunmak tuzağına düştü. Böylece Erdoğan’ın seçmenleri savunma pozisyonuna geçti ve saflarını sıklaştırdı. Başarılı AKP’li belediyelere hizmetlerinden dolayı verilen oylar da Erdoğan’ın hanesine yazılmış oldu ve başbakana verilmiş bir güven oyuna dönüştü.
Bütün bu eleştiriler haklı, ve daha inandırıcı söylem ve politikalarla ve yetkin kadrolar oluşturarak muhalefet gelecek seçimlerde daha başarılı olabilir. Ancak AKP’nin devletin imkanlarını bu kadar kullanabildiği bir ortamda, daha başarılı bir kampanya yürütse de CHP ne kadar başarılı olabilirdi diye sormakta da fayda var. Türkiye’de filizlenmekte olan rekabetçi otoriter sistem geliştikçe iktidar partisine aşılması gittikçe zorlaşan avantajlar sağlıyor.
Bu avantajları üç alanda gözlemliyoruz. Bunlardan birincisi enformasyon alanında. TRT’nin ve AA’nın neredeyse hükümetin sözcüleri gibi yayın yapması, devletin otoritesi ve ekonomik imkanları kullanılarak hükümete göbekten bağlı bir özel medya (ve STK’lar grubu) yaratılması, anaakım medyanın çeşitli “havuç ve sopa” yöntemleriyle evcilleştirilmesi ve son BTK düzenlemeleriyle internetin ve sosyal medyanın kontrol edilebilir hale gelmesiyle, hükümet bilgi akışı üzerinde bir hegemonya kurdu. Rekabetçi otoriter sistemlerin bir özelliği olarak, görünürde çoğul bir sistem var yani muhalif medya da mevcut ve son derece aktif. Ama pratikte hükümet anaakım kamuoyunu büyük ölçüde istediği gibi yönlendirebiliyor.
İkinci ve en önemli alan ise sosyoekonomik. Hükümet vergi gelirlerinden ve devletin imkanlarını kullanarak yarattığı rantlardan seçmenlerine pay ayırarak, yeniden seçilmesine yetecek kadar geniş ve durumu iyileşen bir taban oluşturdu. Yanlış anlaşılmasın kastettiğim kömür ve buzdolabı dağıtarak oy satın alınması değil. Elbette o da oluyor ama büyük resmi belirleyen faktör o değil. TOKİ konutları, bölünmüş yollar, havaalanları, sağlık hizmetleri ve sosyal yardımlar gibi meşru hizmetlerden bahsediyorum. Hükümet devlet kaynaklarını kullanarak yaptığı somut hizmetlerle oy isterken muhalefet farazi hizmet vaatleriyle oy istiyor. Tabii burada yanlış olan yararlı işlerin (elbette yolsuzlukları enaza indirerek ve halka danışarak) yapılması değil. Bu hizmetlerin olması kendi başına çok iyi bir şey ve zaten seçim sonuçları da bunu yansıtıyor. Problem bu hizmetlerin anlaşılması zor bir iktidarı sürdürme hırsının aracı haline getirilmesi, ve bu amaca hizmet etmesi için devlet bürokrasisinin çoğu yerde adeta parti bürokrasisi gibi kullanılması. Bu muhalefet aleyhine aşılması zor bir dezavantaj yaratıyor. Yolsuzluğa çok açık bir durum yaratıyor ve hükümetin şeffaflığını ve hesap verebiliriliğini hızla azaltıyor. Özünde olumlu olan birçok işin halka ve sivil topluma yeterince danışılmadan ve dolayısıyla kusurlu bir biçimde (örneğin güçsüzler aleyhine yeni adaletsizlikler yaratarak ve çevre ve tarihe yeterli özen gösterilmeden) yapılması da bunun doğal bir sonucu.
Hükümet lehine orantısız bir avantajın oluştuğu üçüncü alan ise bürokrasi ve yargı. Bürokrasideki hükümet yanlısı kadrolaşma uzun zamandır oluyordu. Bu zaten rekabetçi otoriterizmin de temel özelliği olan, seçilmiş iktidarın süreklileşmesinin kaçınılması zor bir sonucu. Ama son paralel devlet operasyonlarıyla hükümet bürokraside tam bir yeniden yapılanmaya girişti. Burada da elbette sorun, var olduğu iddia edilen ve muhalefetin de kabul ettiği ve geçmişte eleştirdiği derin devlet ve cemaat yapılarıyla mücadele edilmesi değil. Hukukun dışına çıkan kadroların devlet içinde yeri elbette olmamalı. Sorun bu mücadelenin hangi kriterlere ve hukuka göre yürütüldüğünün belli olmaması ve tasfiye edilen kadroların yerine temel aidiyeti hükümet yerine hukuka olan kadroların getirildiğinin hiç de belli olmaması.
Son HSYK yasasıyla ise hükümet (tarihsel bir hata sonucu eksik yapılan) 2010 referandumundan tam anlamıyla tornistan ederek yüksek yargı üzerindeki denetimini artırdı. MİT ve BTK gibi kendi denetimindeki devlet kurumları etrafında yargı denetimine karşı zırhlar oluşturdu. Son özgürlükçü kararlarından dolayı ise Anayasa Mahkemesi’ne yönelik amansız bir eleştiri süreci başlattı. Yargı alanındaki son talihsiz gelişme de YSK kararları oldu. Eğer YSK oyların yeniden sayımına veya seçimlerin yenilenmesine karar verseydi seçime hile karıştırdığına dair çoğu haklı kuşkular ortadan kalkabilecekti ve belki Melih Gökçek gene kazanacaktı. Ama bu kararla bu kuşkuların devam etmesi garantilenmiş oldu ve seçimlerin meşruiyeti darbe aldı. Yargının bağımsızlığına dair endişeler iyice perçinlendi. Eğer hakkıyla kazandığından eminse, her halükarda sonucun çok az bir farkla belli olduğu kesin olan bir seçimde Gökçek’in neden bir an önce ezici bir zafer ilan etme telaşı ve coşkusu içinde olduğunun mantıklı bir açıklaması yapılamadı.
Bütün bunlar maalesef Türkiye’de rekabetçi otoriter bir sistemin temel iki unsurunun güçlendiğine işaret ediyor. Seçilmiş hükümetin devlet aygıtı üzerindeki gücünün mutlaklaşmasıyla seçimlerde orantısız bir avantaj kazanması ve usulen özgür seçimlerin sonuçlarının belirsizliğinin pratikte gittikçe azalması. Dolayısıyla seçimlerle özgürlükçü demokratik bir yönetim arasındaki illiyet (nedensellik) ilişkisinin aşınması.
Türkiye hala bu olumsuz senaryonun gerçekleşmesini engelleyebilir ve demokratikleşmeye çevirebilir. Bu şansı geri tepmesi sadece Türkiye için değil dünya için de büyük bir talihsizlik olur. Önümüzdeki bir yıl içinde mıhalefetin, iktidar partisinin ve sivil toplumun tutumları hangi senaryonun gerçekleşeceğini belirleyecek. Bu koınudaki düşüncelerimi de bir sonraki yazımda tartışacağım.