Başkanlık uzun süredir gündemimizde ve yakında uygulamaya geçme ihtimali yüksek gözüküyor. Başkanlık modelinin, özellikle de göründüğü kadarıyla Türkiye’de önerilen şeklinin, sakıncaları çok. Birçok açıdan eleştirilebilir. Başkanlık sistemi Türkiye benzeri ülkelerde istikrarsızlık yaratıyor ve anti-demokratik bir rejime dönüşme olasılığı yüksek.
Ama bence içinde bulunduğumuz koşullarda en endişe verici yönü neden istendiğinin belli olmaması. Sadece karşı olanları kastetmiyorum. En hararetli taraftarlar bile kanaatimce başkanlık sisteminin niçin istendiğinin farkında değil. Görünürde ileri sürülen gerekçeler inandırıcı olmaktan uzak. O zaman da geriye Türkiye için hiç de hayırlara vesile olmayacak nedenler ve tahayyüller kalıyor. Bu muhtemel niyetler Türkiye’yi tam bir çöküntüye ve felakete sürüklemeye aday.
Önce kamuoyu önünde öne sürülen gerekçelerin neden inandırıcı olmadıklarını tartışalım. Sonra da geriye mantıksal olarak hangi nedenlerin kaldığına bakalım.
Parlamenter sistem koalisyonlara ve istikrarsızlığa mı yol açıyor?
Eğer bu doğru olsaydı AKP hükümeti nasıl 14 yıldır tek başına iktidar olabilirdi? Bu gerekçenin hiçbir inandırıcılığı yok çünkü bunu iddia etmekle AKP hükümeti kendisini reddetmiş oluyor. Daha önce Demokrat parti de parlamenter sistem içinde 10 yıl tek başına iktidarda kalmıştı (ve aynen AKP gibi üçüncü döneminden itibaren otoriterleşmeye başlamıştı). Eğer 27 Mayıs darbesi olmasaydı belki daha da uzun kalacaktı.
Siyaset Bilimi teorilerine göre de hükümetteki parti sayısını (tek parti veya koalisyon hükümeti) ve ömrünü başka faktörler belirliyor. Temel etkenler seçim sistemi, toplumdaki siyaseten önemli fay hatlarının sayısı ve niteliği, siyasal partilerin örgütlenme biçimleri (ki bu da siyasal partilerle ilgili kanunlardan ve düzenlemelerden etkilenir), ve tabii siyasal kültür. Başkanlık veya parlamenter sistem değil.
Koalisyon hükümetlerinin bazen çok başarılı olabildiği gerçeği bir kenara, başkanlık sistemlerinde koalisyon hükümetlerinin olmayacağı algısı ibir yanlış anlamadan ve karıştırmadan ibaret. Başkanlık sistemlerinde doğal olarak tek bir kişi (bir partiden veya dışarıdan) başkan seçilmektedir, bu doğru. Ama eğer ülkedeki parti sistemi parçalıysa, bu kişi seçilmek için birden fazla parti tarafından (yani bir koalisyon tarafından) desteklenmek durumunda kalabilir. Kabinesi ve yönetimi de dolayısıyla bu “koalisyonu” yansıtacaktır. Şu farkla ki, parlamenter sistemde kötü yöneten ve siyasal partiler nezdindeki desteğini yitiren bir hükümet, güven oylamasıyla değiştirilebilir. Yani bu durum nispeten esnek bir biçimde ve kriz çıkmadan çözülebilir.
Oysa başkanlık sisteminde bu durum kolayca krize dönüşür. Çünkü kötü yöneten ve desteğini yitiren bir başkanı döneminin sonuna kadar değiştirmek imkânı normal olarak yoktur. Tek yol radikal bir yöntem olan azletme yöntemidir. Bu yüzden de—bu yıl Güney Kore ve Brezilya’da yaşandığı gibi—muhalefet sık sık bu olağanüstü yola başvurmaktadır. Azil süreciyse nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın toplum için olumsuz ve sancılı bir süreçtir. Eğer muhalefet kazanırsa, ortaya uzun süreli bir hükümet krizi ve istikrarsızlık şeklinde bir maliyet çıkar. Başkan kazandığında ise başarısız bir başkan yönetimde kalmaya devam etmiş olmaktadır. Daha da kötüsü, başkanlar bir daha azledilme durumuyla karşılaşmamak için kendilerini baskıcı yöntemlerle korumaya çalışmakta ve rejimi otoriterleştirmektedir. Ülkeyi gitgide KHK’lar ve OHAL türü uygulamalarla yönetmeye yönelmektedir.
Parlamenter sistem başarısız mı oldu?
Parlamenter sistemin başarısız olduğunu iddia etmek de inandırıcı değil çünkü gene aynı şekilde AKP hükümetinin kendi başarısızlığını iddia etmesi anlamına geliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan da mevcut parlamenter sistem içinde önce başbakan sonra da cumhurbaşkanı olmuştur. Türkiye’nin yaşadığı sorunların kaynağında parlamentarizm değil, uzlaşmacı siyasal kültürün zayıflığı, seçim sistemi ve siyasal partiler kanunundaki antidemokratik unsurlar, yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını koruyamaması, bürokraside liyakat sisteminin delinmesi, idarede aşırı merkeziyetçilik, Kürt sorununun çözülememesi gibi nedenler yatıyor.
Başkanlık sistemi daha ”milli ve yerli” midir? Siyasal kültürümüze daha mı uygundur?
Başkanlık sistemi gibi, yasamayla yürütme arasında çok keskin bir güçler ayrılığına dayanan bir düzen Türkiye’de Osmanlı dönemi dahil hiç uygulanmamıştır. Yani siyasal geleneklerimize ve kültürümüze oldukça yabancıdır. Zorlama ve basit bir karşılaştırmayla, Şii ulemanın devletten görece özerklik kazandığı ve bir tür yasa koyucu ve sınırlayıcı rol oynadığı geç dönem İran’ın bile, Osmanlı’ya oranla bu tür bir yasama-yürütme ayrımına daha yatkın olduğu ileri sürülebilir. Türkiye 1. Meşrutiyet döneminden beri cumhuriyetin de benimsediği parlamentarizmle yönetilmiştir. Bu modelde çok önemli teamüller ve gelenekler geliştirmiştir. Tek parti döneminde bile cumhurbaşkanlığının tarafsızlığı talep konusu olmuştu. Daha sonra Demokrat Parti’ye evrilecek olan muhalefetin baskılarına rağmen Cumhurbaşkanı Atatürk fiilen Cumhuriyet Halk Fırkası başkanı olmaya devam etmişti ve bu sorun yaratmıştı.
Keskin bir kuvvetler ayrılığına dayalı olan başkanlık sistemi ancak “uzlaşmaya ve pazarlığa” dayalı demokratik kültürün çok güçlü olduğu ülkelerde demokratik bir şekilde işlemektedir. Birbirine bağımlı ama bağımsız olan başkanın ve meclisin sürekli bir pazarlık ve uzlaşma sürecinde olmalıdırlar. Birbirlerine hükmetmeye çalışmaktan imtina etmelidirler. Yoksa otoriter başkanlığın gelişme potansiyeli yüksektir. Türkiye’de ise, birçok demokratik norm oldukça yerleşmiştir ama uzlaşmacılık boyutu benzer ülkelere göre en zayıf kalan boyutlardan biridir denebilir. Siyasal aktörler uzlaşmayı ve pazarlığı zayıflık olarak görmek eğilimindedir. Uzlaşma arzusunda olduklarında da, bunu başarmalarına yardımcı olacak söylemler, platformlar ve gelenekler yeterince gelişmiş değildir.
Türkiye en önemli atılımlarını hep parlamenter düzen içinde başardı. Parlamenter düzen içinde örneğin halk egemenliğine dayalı cumhuriyeti kurdu, laiklik ilkesini yerleştirdi, çok partili hayata geçti, Batı Dünyası’nın parçası oldu, serbest piyasa ekonomisine geçti, müesses nizamın “yıkıcı” kabul ettiği bir partinin barışçı ve yasal yoldan iktidara gelebilmesini başardı, AB üyeliğine aday oldu, Arap kalkışmalarına kadar olan dönemde “yumuşak güç” (yani ekonomik işbirliği ve laik-demokratik Müslüman ülke imajı) temelinde Ortadoğu’da ve İslam dünyasında örnek ülke konumu kazandı.
Askeri rejim dönemleriyse otoriter başkanlık rejimlerine en benzer dönemleriydi. Kısa süreli de olsa bu dönemlerde Türkiye hep onlarca yıl geriye gitti.
Başkanlık sistemiyle Meclis, hükümeti daha etkin denetler mi?
Bu sav ancak iki koşulda geçerli olabilir. Birincisi, eğer muhalefet partileri mecliste çoğunluk olursa hükümeti daha etkin denetleyebilir. Ancak şu anda AKP mecliste çoğunluğa sahiptir ve hem parti hem de Cumhurbaşkanlığı 2019’a dek seçim yapmama niyetlerini açıklamışlardır. Demek ki, en azından şu anda tahayyül edilen sistem, aynı partinin hem yürütmeye hem de yasamaya hâkim olduğu bir sistemdir. Kaldı ki, yukarıda da vurguladığım gibi, meclis “başkanı” etkin bir şekilde denetlese ve yanlışlarını ifşa etse bile, son tahlilde başkan üzerinden azletmek dışında fazla bir yaptırımı yoktur. Meclis başkana karşı yaptırım olarak onun istediği yasaları çıkarmamak yoluna gidebilir. Ancak bu sefer de başkanlar gitgide otoriterleşmekte ve meclisin yetkilerini kısmak yoluna gitmektedirler. Venezuela’da, Arjantin’de, Peru’da, Kırgızistan’da hep böyle oldu.
İkinci koşul ise siyasal partilerin demokratik bir biçimde örgütlenmesi, milletvekilliklerin parti başkanlarının elinde olmaması ve önseçimle belirlenmesidir. Bu durumda, örneğin AKP’li vekiller bir sonraki seçimdeki adaylıklarının parti liderinin elinde olmayacağını bilirler. Böylece kendi partilerinden başkanı denetleyebilirle. Ancak iktidarın mevcut başkanlık tekliflerinde siyasal partiler kanununda değişiklik yapma niyetine dair bir işaret yoktur. Kaldı ki, bu senaryoda da meclisin elinde başkanı azletmek dışında yaptırımı olmayacağından yukarıda bahsettiğim sorunlar doğacaktır.
Başkanlık sistemi yürütmeyi güçlendirir mi?
Başkanlık sistemi, ayrı seçimlerle iş başına gelen meclis ve hükümet arasında keskin bir kuvvetler ayrılığına dayalıdır. Dolayısıyla yürütme aslında zayıftır çünkü hem yasamaya muhtaçtır hem de onun desteğine güvenemez. Bu zayıflık özellikle mecliste muhalefetin çoğunluk olduğu durumda geçerlidir. Örneğin Başkan Obama tam da bu nedenle istediği birçok şeyi yapamamıştır. Başkanlık sisteminin yürütmeyi güçlendirmesi ancak aynı partinin hem başkanlığı hem de meclisi kontrol etmesi durumunda iddia edilebilir. O zaman birlik içinde hareket eden başkan ve partisi çok güçlü bir hale gelir. Tam da bugün Türkiye’de olduğu gibi.
Ancak bu durumun iktidar partisinin anayasal sınırlamaları tanımamaya başlamasıyla sonuçlandığını görüyoruz. Uzlaşma arayışının da azalmasıyla neticelendiğini gözlemliyoruz. Dolayısıyla da iktidarın demokratik meşruiyeti zayıflıyor. 15 Temmuz sonrası bir devleti tamir etme ve yeniden inşa etme mecburiyetinin ortaya çıktığı açık. Ancak bu sürecin de partiler arası uzlaşmayla değil KHK’larla ve tek partinin tercihleriyle yürütülmesi, daha şimdiden birçok yanlışlığa ve meşruiyet sorunlarına yol açmış durumda.
Başkanlık sistemi “fiili durumu anayasal sınırlara çekmek için” mi isteniyor?
Kendini mevcut anayasayla sınırlamak istemeyen bir iktidarın gelecekteki anayasaya saygı duymasını neden bekleyebiliriz? Havada asılı bu soruyu bir an unutursak eğer, bu gerekçe önce kulağa nispeten “makul” geliyor. Ancak sorgulayınca ortaya daha farklı bir manzara çıkıyor. Bu konuda şu ana kadar ifade edilmiş olan arzu, fiili durumu anayasal sınırlara çekmek değil. Anayasal durumu fiili sınırlara çekmek. Fiili durum ise demokratik bir başkanlık modeline oturan bir durum değil. Neredeyse kuvvetler birliğine dayalı, iktidarın hemen her istediğini yapabildiği bir durum.
Tüm bu mülahazalar ışığında ortaya, “iktidar kanadı başkanlık sistemini neden bu kadar ısrarla ve aciliyetle istiyor?” sorusu çıkmaktadır. Başkanlık sistemi bugün bile mümkün olmayan hangi politikaları mümkün kılacaktır ki bu kadar hararetle istenmektedir?
Peki o zaman başkanlık sistemi neden isteniyor?
Tüm bu değerlendirmeler ışığında geriye mantıken bir olasılık kalıyor. Başkanlık sistemi toplum ve devlet düzenimizde AKP’nin ve AKP’li seçmenlerin çoğunluğunun dahi onaylamayacağı radikal kararları almayı ve radikal dönüşümleri denemeyi mümkün kılabilecektir. Bu tür bir dönüşüm arzusunun Türkiye gibi bir ülkede ”başarılı” olma olasılığı yok. Başkanlık sistemi yoluyla gerçekleştirilmeye çalışılması sadece ve sadece artan karmaşa, yozlaşma ve ülkenin onlarca yıl geriye gitmesi sonucunu doğurur. Çok yazık olur.
Bu sonucu arzu etmeyen herkes diğer tüm farklılıklarını bir kenara bırakmalı ve mevcut parlamenter sistemin onarılmasını talep etmelidir. Seçim sistemi, siyasal partiler kanunu ve mevcut anayasadaki iyileştirmeler yoluyla kuvvetler ayrılığını ve hukuk devletini güçlendiren bir alternatif için el ele vermelidir. Bu alternatif, mevcut başkanlığa yönelik anayasa çalışmaları çerçevesinde de gerçekleştirilebilir. Örneğin Finlandiya’daki gibi demokratik ”başkanlı parlamenter”, veya Portekiz’den Çek Cumhuriyeti’ne ve Tunus’a birçok ülkede başarıyla uygulanan demokratik bir ”yarı-başkanlık” sistemi yönünde de olabilir.