30 Nisan 2017

Kızıldere gününden acı bir sürgün anısı

12 Mart öncesinde direniş gösterenler, sonrasında silahlı da olsa mücadele edenler halk tarafından bağra basıldı

30 Mart 1972


(...) Fahrettin Petek aracılığıyla tanıştığımız FKP’li ünlü gazeteci ve sine­macı Daniel Karlin, Türkiye’deki baskılarla ilgili olarak kendisine sunduğumuz belgelerden çok etkilenmişti.

- Sizi derhal Elie yoldaşla görüştüreceğim, dedi.

Elie Mignot, Fransız Komünist Partisi’nin uluslararası iliş­­kiler sorumlusuydu. 

Sunduğum belgeler ve yaptığım açıklamalar son derece ilgisini çekti.

- Maalesef, dedi, bizim kardeş örgütümüzden, Türkiye Ko­münist Partisi’nden bu konuda pek bir şey gelmiyor.

- Gelmesi mümkün değil, onlar Türkiye’deki rejime karşı savaşmaktan çok Sovyetler Birliği’nin Türkiye’yle “iyi komşuluk ilişkileri”ne halel getirmeme çabasındalar. 

- Haklı olabilirsiniz, ama bizim parti olarak uluslararası iliş­kilerimizde asıl bilgi kaynağımız, referansımız, Türkiye Komü­nist Partisi’dir.

- Doğal olanı da budur, ama gerçekten bu misyonu ye­ri­ne geti­riyorlarsa… Ben size, Türkiye’deki direnişçilerin bin bir riski gö­ze alarak hapishaneden kaçırdıkları kanla yazılmış belgeleri iletiyo­rum. Komünist Parti olarak, ama daha önemlisi insan hakları savunucusu olarak bunları sizin en iyi şekilde değerlendirmeniz gerekir.

- Biz yine de buradaki partili yoldaşlara soracağız.
Sonra inanılmaz bir aymazlıkla sekreterini çağırıp FKP’nin Türk üyelerinin listesini getirmelerini istedi. Liste gelince de bana birkaç isim okuyarak bunlarla ilişkim olup olmadığımı sordu. Hiçbir ismi tanımıyordum. Belki de takma örgüt isimleriydi…

- Bu isimleri tanıyor olup olmamam önemli değil, dedim. İçlerinde saygı duyduğum kişiler de olabilir. Kime ne sorarsanız sorun, Türkiye gerçeği önünüzdeki belgeler­dedir. Onların ne di­yeceği gerçeği değiştirmez. 

Yine de dinlediği için teşekkür ederek, “Ek bilgiye gereksinim duyarsanız Daniel aracılığıyla bana iletebilirsiniz” dedim. Zira biz şu anda illegaldeyiz, sabit bir ile­tişim adresimiz yok.
Konuşmanın gergin geçmesine rağmen Elie yeni belgeler hazırladığımızda mutlaka kendilerine de iletilmesini ısrarla istedi.

Eve döndüğümde, radyolar Kızıldere operasyonunu vermeye başlamıştı. FKP’deki gerilimli görüşmeden sonra bu haber yeni bir darbeydi. Türkiye’de rejim giderek daha da hunharlaşıyor, Batı’da hâlâ inanılmaz bir vurdumduy­maz­lık hüküm sürüyordu. Ya komünistler?

Kartotekleriyle boğuşmakta olan İnci, FKP’deki görüş­me­min ayrıntılarını dinledikten sonra:

- Benim için hiç de şaşırtıcı değil, dedi. Sen asıl Moskova Radyosu’nun Türkçe yayınlarını dinle… Sovyet Yüksek Şûrası Başkanı Podgorni iyi komşuluk ilişkilerini güç­lendirmek üzere on gün sonra Türkiye’de… Kızıl­de­re’den falan tek kelime bahis yok. Olsun, biz kavgamızı onların desteği olmadan da sürdürebiliriz. (Doğan Özgüden, "Vatansız" Gazeteci, Sürgün Yılları, Belge Yayınları, 2010 Istanbul)

12 Mart öncesi belki de Türkiye’nin siyasi tarihinde yaşanmış olan en özgürlükçü dönemdir. Bu özgürlüğün nedeni devletin ya da anayasanın özgürlükçü olması değil. O dönemde Türkiye ilk kez bu kadar büyük bir sendikalaşma dalgası yaşamıştı. Köylüler toprak talebiyle harekete geçtiler.

Rivayetin aksine işçi hareketi öğrenci hareketini izlemedi, öğrenciler işçileri izledi.

Yüksek edebi kişiler olmasalar da darbeleri özlü sözleriyle anlatan insanlar var. Memduh Tağmaç’ın ‘’Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi geçti’’ sözü 12 Mart öncesi tarihi çok iyi açıklayan bir cümle. “İşçinin talepleri patronun verebileceklerinin üzerine çıktı’’ demek bu. 12 Mart, endüstriyel ilişkiler üzerine kendini tanımlayan bir darbeydi. İşçi işveren ilişkilerini ve buna bağlı özgürlük ve güvenlik endişelerini tanzim ediyordu.

12 Eylül’de özlü sözü söylemek Halit Narin’e düştü. Narin, “Bugüne kadar sendikalar güldü biz ağladık, şimdi gülme sırası bizde” demişti. Her iki darbede de hepimiz gördük ki TÜSİAD ve TİSK, yani işverenlerin iki büyük örgütü hem 12 Mart’ın hem 12 Eylül’ün meşrulaştırılmasının vaftiz babalığı rolünü savundular çünkü onlara çok şey borçluydular.

Zaman geçtikçe, 12 Mart 1971 ile aramızdaki mesafe açıldıkça görüyorum ki sonraki yıllarda da her gün darbe ikliminde yaşadık. 12 Mart ile başlayan özgürlükçü ve demokratik anayasaları budama geleneği daha sonra bütün hükümetler tarafından sürdürüldü. Bugün de anayasa 12 Mart’ın bıraktığı güvenlikçi eksen üzerinden tartışılıyor. 12 Mart sadece bir başlangıçtı. Bütün darbeler onu tamamladı. Genel af ile 12 Mart devri kapandı ama darbecilik ve otoriterlik kalbi Türkiye devletinin bağrında atmaya devam eti.

12 Mart bir anarşiyi önleyen hamle olarak kimi kesimlerden destek gördü ama aslında darbe halkın kalbinde karşılık bulmadı. 12 Mart’ı izleyen seçimlerde Türkiye’de solculuğu diline pelesenk eden Bülent Ecevit’in başına geçtiği CHP, hatırı sayılır destek görerek birinci parti oldu. Darbeyi destekleyen Süleyman Demirel’in partisi eski üstünlüğünü kaybetti. 12 Mart kendine bir taban yaratamadı.

12 Mart öncesinde direniş gösterenler, sonrasında silahlı da olsa mücadele edenler halk tarafından bağra basıldı. 12 Mart’ı sonraki dönemlerden ayırt eden en önemli özellik halkın devrimcileri darbecilere tercih etmesiydi. Generallerin sosyal uyanışı bastırmaya çalışırken siyasal uyanış gerçekleşti. Öte yandan devlet halka karşı örgütlenme bakımından ilk modern derslerini aldı, askeri ve sivil yöntemleri bir arada kullandı.

12 Mart’ı benim için hüzünlü bir öykü haline dönüştüren şey Kızıldere katliamı ile birlikte Türkiye devrimci hareketinin o güne kadar yetiştirdiği en etkin önderler katmanının ortadan kaldırılmasıydı. Bu önderlerin yeri arkadan gelenler tarafından doldurulamadı. Bana sorarsanız o gün Kızıldere’de vurulan darbe hala etkisini sürdürüyor.

Bizim Kızıldere’ye gitmemizin nedeni İstanbul ve Ankara’da barınamamasıydı. Hepimiz aranıyor ve takip ediliyorduk. Polisin elinin ulaşamayacağını düşündüğümüz yere, Karadeniz’e gitmeye karar verdik. Biz oraya geçtiğimiz günlerde Denizlerin mahkemesi bitti, Meclis yıldırım hızıyla idam kararlarını onayladı. Sıkıyönetim komutanlıkları infaz için hazırlığa giriştiler.

Biz elimizde kalan son imkân ile arkadaşlarımızın hayatını kurtarmaya çalışacak bir adım atmazsak çok ağır bir siyasi sorumluluk altında kalacaktık. Ünye’deki NATO üssünde görevli İngiliz teknisyenleri rehin almak ve onları arkadaşlarımızın hayatı karşılığında serbest bırakma pazarlığı için alıp götürdük.

Devlet bize bizim kendimize verdiğimizden daha çok kıymet veriyordu. “Eğer bu kadar insanı bir arada yakalamışken bunları ezmezsek önümüzdeki yıllarda Türkiye devrimci hareketinde önemli rol oynayacak kişilerin canını bağışlamış olacağız’’ dediler. İngiltere hükümeti bu olayla ilgili hiçbir zaman Türkiye’yi suçlamadı. Daha sonra anlaşıldı ki bu insanlar bizim sandığımız gibi teknisyen değil, özel istihbaratçılardı.

Bizim mücadelemiz Denizlerin yaşamını kurtarmaya yetmedi. Ben daha sonraki yıllarda cezaevlerinde halktan gelen gardiyanlar, cezaevi yöneticileri tarafından ‘’Denizlerin arkadaşıyım’’ diye saygı gördüm. Onların kalbinde bile kendilerine yer açan insanlardı.

Onlar bizi şiddetle baskıyla yıkmış olabilir ama asıl mücadele halkın kalbinde kazanılmıştır. Kim hatırlıyor Muhsin Batur’u, Ali Erverdi’yi? Herkes Deniz Gezmiş’i, Mahir Çayan’ı hatırlıyor. Herkesin onlar için söylenecek sözü var. Türkiye gibi muhafazakâr olduğu iddia edilen bir ülkede devrimcilerin bu kadar çok kültürel geleneğin içine yerleşmiş olmaları çok önemli.
                                                                          Ertuğrul Kürkçü

 

45. yılında bir Kızıldere değerlendirmesi

 

2012 yılında Kızıldere araştırmalarımı paylaşarak vakanın sonuçlarını tartıştığım 9 gün süren yazı dizisinin üzerinden yıllar geçti ve  45. yıldönümüne geldik. Söz vermiştim; devam edeceğim ve T24 ile paylaşacağım diye. Yeni bilgiler, bulgular, belgeler toplu iğneyle kuyu kazarcasına yaptığım çalışmalar kesintisiz sürdü. O ağır travmanın etkilerinin ve siyasi-toplumsal hayatımıza düşen koyu ve korku salan gölgesinin hala sürdüğü, bu korku ve sinmenin birçok hesaplaşmanın ve meşru sorgulamanın üstünü de örtmüş olduğu acı hakikatı, insanın içini sızlatıyor.Bir yerden başlanmalıydı, o merhaleden sonra bile olay , detaylara inebildikçe daha bir açıklığa kavuşmaya başladı. Örnek olsun diye yukarıdaki iki alıntıya yer vermek lüzumlu oldu.

Operasyon sonrasında, evde çocuklara ait kalan birçok şey kayboldu gitti. Fatsa’dan başlayıp, Kızıldere’ye kadarki zaman içerisinde yaşananlara doğrudan tanık olan insanların çoğu bu 45 yıl içerisinde bildikleriyle, gördükleriyle, anlatabilecekleriyle; yani sırlarıyla beraber gömüldüler.

Sinan Kazım Özüdoğrun’nun kopan ayak bileği, Mahir’in cüzdanı ve içinde eşi Gülten Çayan’a ithafen yazdığı  Sen yanmasan /ben yanmasam / biz yanmasak / nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa, dizelerinin bulunduğu vesikalık fotoğrafı, kol saatleri, üzerlerindeki kalemler…vs. kayboldu gitti.

Operasyonda yer alan yüzlerce asker, subay, astsubay, sivil istihbarat personeli, yerel bürokrat bu 45 yıl içerisinde, emeklilik yaşamlarında, kendi kendilerini dinleyip, tanık oldukları o korkunç olayı, vicdanlarının basıncıyla kimbilir neler anlatmak isteyip de, soran – peşine düşen olmayınca suskun kaldılar. Bu şans hâlâ var. Sıkı çalışılırsa, gönül koyarak, emek harcayarak, iş edinerek araştırılırsa, mutlaka şimdikinden daha ayrıntılı bilgiye ulaşılır. Bilinmeyen çok şey bilinene katılır.

Bir benzeri ancak askeri-mülki erkanın günün mana ve ehemmiyetini anlatan konuşma, şiir, şarkı , sinevizyon gösterileri ile, unutmadık, kalbimizde yaşıyor hamasetiyle mülhem 10 Kasım anma törenlerinin sol versiyonu ile iktifa edilmesiyle bir arpa boyu yol alınamayacağı aşikardır. 45 yıldır alınamadı da zaten. O kadar çok sayıda insan var ki o meş’um evin hala aynen yerinde durduğunu ve bazı izlerin silinmediğini bilmeyen.

Böyle bir olay şayet, mesela Almanya’ da olsa idi:

Rehinelerle birlikte Kızıdere’ye gidilen hat tespit edilir. Konaklanılan yerler belirlenir, ne kadar kalındığı, nelerin konuşulduğu, hatta nelerin yenilip içildiğine varıncaya dek tespit edilir; fotoğraflar, çizimlerle yani görselleriyle kayda alınırdı.

Evin krokisi çıkartılır ve an be an operasyon sırasında evin içinde yaşanılanlar  dakika kaçırmadan belgelenirdi.

Olayı yaşayan onca insan hayattayken, Ertuğrul Kürkçü’ nün danışmanlığında sinema filmi çekilirdi. Hatırla Sevgili, adlı dizi de Kızıldere olayı gösterildi ama maddi hatayla doluydu. En bariz olanı Mahir ve Ertuğrul’un evin damında kiremitlerin üzerinde ekrana gelmesi ve ‘’Teslim olun‘’ çağrılarına, Mahir’ in ‘’Biz teslim olmaya değil ölmeye geldik‘’ cevabını verdiği sahne idi. Maddi hata şu: Damın üstünde değillerdi, çatı aralığında, damdaki kiremitleri sökerek açtıkları pencereden konuşuyorlardı. Mahir, Ertuğrul, Saffet ve Cihan çatıdaydılar.

Saffet Alp

MİT mensubu Mehmet Eymür’ün TV kanallarında, Mehmet Ali Birand’ın 12 Mart belgesel filminde söylediği gibi daha çok konuşmayı yapan yani dışarıyla diyalogu sürdüren ilk andan itibaren Ertuğrul Kürkçü idi. Yine böyle tarihsel bir trajedinin, olayın belki de en can alıcı yanlarından biri olan ve Devrimcilerin şiddet ve merhamet kutuplarındaki tutum ve anlayışlarını somutlayan Mahir’in erlere yönelik şu uyarısının işlenmemiş olmasıdır: ‘’ Askerler, size kurşun sıkmak istemiyoruz, siz de halk çocuklarısınız, sizi ileri süren rütbeliler gelsinler karşımıza.‘’ Bu, enstantane, dizide atlanmamalıydı.

Evin içinde cereyan eden konuşmalar, tartışmalar, kararlar; ölümler tek tek ve en doğru şekilde saptanırdı. Ertuğrul Kürkçü, sorulan her soruya cevap verdi, hiçbir zaman bu trajediyi konuşmaktan, tartışmaktan kaçınmadı, imtina etmedi.

Operasyonu başlatan o üç el tabanca atışını kimin yaptığı tespit edilir ve mutlaka konuş(tur)ulurdu.

Operasyona katılan onlarca er, onbaşı, çavuş, subay;  evin içinde çekilen fotoğraflaflarda gayet net gözüken askerler tespit edilir, kendilerine ulaşılır, onların gözünden yaşananlar, onlara verilen emirlerin ne olduğu, kimler tarafından verildiği anlattırılırdı. Bu erlerin tamamı, yoksul halk çocuklarıydı ve solun ilk önce seslenip hitap ettiği sınflara mensuplardı. Şimdiye kadar geçen kırk beş yılda en az kırk beş er konuşturulsa idi, olay bir çok bakımdan daha netlik kazanırdı.

Operasyon bittikten sonra evdekilerin tamamı öldü sanılıp, olay mahallinden ayrılan timin, akşam şölen ziyafeti ile kutlama yaptıklarının detayları ortaya çıkartılırdı.

Niksar fidanlarının doğum tarihleri

Alınan cenazelerin, hangi koşullarda teslim alındıkları Niksar’da ve defnedilecekleri il, ilçe ya da köy mezarlıklarına kadar katedilen yollarda yaşadıkları, defin sırasında cereyan etmiş vakalar; cenazelerin son durumlarını defin öncesinde gören insanlardan ayrıntılı bilgi alınır, o genç insanların nasıl bir bedenle toprağa verildikleri hakkında toplum bilgilendirilebilirdi.

Hatta neden olmasın ? Operasyondaki hazirunda avdet etmiş bulunan CIA ajanlarıyla da emekliliklerinde görüşülebilir, konuşmaları sağlanabilirdi. Fantastik gelmesin, Vietnam Savaşı'yla hâlâ çok yakınen ilgilenmekteyim. Onlarca subayla, erle yapılan görüntülü görüşmeler DVD olarak yayımlandı. Anlattıkları çelikten bilye gibi, ABD ve CIA ‘in Vietnam’da yaptıkları tüyler ürpertici açıklığıyla anlatmışlar.

Geç kalınmış olsa da hâlâ yapılacak çok şey var.  

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin sınıf birincisi, en parlak öğrencisi, Deniz’ in, O varken bana bir şey olmaz, dediği, Cihan Alptekin’ in yeni ulaştığım ve ilk kez yayımlanan, Kızıldere’de evin içindeki son fotoğrafı. Bu fotoğrafı aileye ilettim, duygu ve övgü dolu sözleri benimle mezara kadar gidecek.

Cenazeler istiflenmiş ve gelişigüzel kağnılara atılı vaziyette götürülmekte iken, onbaşının birinin, yanındaki diğer askerlerin “Yapma günahtır, ölmüş insanın saati alınır mı?”  uyarılarına rağmen, “Ne olacak ya, zaten morgta birileri alacak” diyerek bıçağıyla ölü devrimcinin bileğindeki kanlı saati alır. Saati alınan devrimci Mahir Çayan’ın ta kendisidir.

Ayrıca Kızıldere – Niksar arasındaki yaklaşık yirmi kilometre sırasında, cenazeler, etraftan gelen köylülerce soyulur. Bu olayın üzerine gidilip, gasp edilenler geri teslim alınabilirdi.

Evin önünde, sağken alnından vurularak öldürülen Havacı Teğmen Saffet Alp’in dünyadaki son görüntüsü. Bu fotoğrafı aileye ulaştırdım. Ağıtlarla, hıçkırıklarla teşekkür ettiler, o ağıt ve hıçkırıkları ömrümün sonuna kadar unutmayacağım. Kızıldere’yi de unutturmayacağım.

Bu çalışmalar artan  yoğun istek ve talepler dikkate alınarak ve THKO’ nun unutulmaz ismi Atilla Keskin’in, ‘’ Bu yaptıkların internet köşesinde kalmasın, çok değerli ve tarihi bir çalışmadır, kitap olmalı ‘’ ikazlarına icabet edilecek; asla ve katiyen ticari bir amaç güdülmeksizin tarihe armağan edilecektir.

Bizler mutlu bir hayat yaşayalım diye canlarını veren ON’lara selam olsun, adları yücelsin.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Miss Jazz... Carmen McRae

Müzik dünyasında sık rastlanmayan bu ahde vefa tavrı, saygınlığını çok üst mertebelere taşıdı. Çoğu defa da hayranlarının göz pınarlarından yaşlar boşanmasına vesile oldu

Zarif, tutkulu, başına buyruk, yoğun ve coşkulu Betty "Bebop" Carter

Öngörülemezliği, tarzını asla değiştirmemesi, onu tüm zamanların en maceracı caz kadın şarkıcısı yaptı

Cazın yüce gönüllü First Lady’si: Ella Fitzgerald

 "Şarkı söylemeyi öğrenmek istiyorsan Ella Fitzgerald'ı dinle"