12 Şubat 2016

Kırmızı Saçlı Kadın: Orhan Pamuk’tan yeni bir magnum opus

Hem yaşanmış bir hikaye gibi sahibi hem de bir efsane gibi tanıdık bir roman

 

Romanları okumaya başlarken neredeyse kaide olmuştur; ilk birkaç sayfada, olay örgüsünü anlama, kahramanlarını tanıma ve hatırda tutma kaygısı, bazen yeniden, baştan ve bir kez daha okunur ki, romana iyice nufuz edilsin Bu durum, okurun zihinsel çabasını gerektirir. W. Faulkner’de, J.Joyse‘da, M.Proust’da, G. Marquez’de ve Dostoyevski de bu çaba zorludur. Son yıllarda nobel edebiyat ödülü almış roman yazarlarından Mo YangPatrck  Morione  için de aynı çaba gerekiyor. Romana nüfuz edebilme etkinliği de diyebileceğim bu çaba, Orhan Pamuk'ta daha farklı boyut alıyor. Daha başlar başlamaz bir anda romanın içine çekiliyor insan; yoksa girebiliyor mu? Okur, Orhan Pamuk’un romanlarında olayların geçmekte olduğu mekanlarda  gezinmeye başladığını hissediyor. Roman kahramanlarını o mekanlarda ve onlarla birlikte ya hemen yanıbaşlarında ya da hemen arkalarında ama onlara görünmeden, onlarla birlikte gezinerek, olayların ta göbeğinde yer alıyor; fakat bir adım sonrasını bile kestiremeden. Okuma  pratiğinde, kitabın okurun eline alınış, sayfanın açılış, kapak resmine tekrar bir göz atış, hatta ileriki sayfalardan birkaç bölüme, son sayfalara kaçamakça bakış dahil, kitabın ve yazılanların okuyanın zihninde, imgeleminde açtığı algı kapıları ve romanın aktif katılımla tadına vara vara, bir zaman sonra aynı lezzeti alacağından emin bir şekilde ilerleyiş ve nihayet, ‘’Büyük bir yazar Orhan Pamuk‘’ diyerek, romanı bitiriş. Genç, yaşlı, kadın erkek, öğrenci, eleştirmen, yazar, ev kadını, akademisyen, kentli, kasabalı… Bu kadar farklı sınıf ve kesimlerden okurun olması yani hem popüler hem de büyük bir yazar olması ve dünyanın takdir edip hayranlıkların ifade edildiği romanlar yazması zor iş. Farklılık gerektirir. Mutlaka ki özgünlüğü, farklılığı, özgül ve hep bir öncekinden daha iyi romanlar yazması, yani okurun istimini aynı dirilikte tutmayı başarabilmesi ve üretkenliğiyle okurlarını mutlu etmeyi başarması; dünyanın en iyi romancıları arasında yer almasının etmenleridir; ama bir de okuru girdabına almanın bir sihiri olsa gerek. Formülü yok. Kureyşliler,  Muhammed büyücü, şiir yazıyor, bana Allah söyledi diyor, yalan söylüyor, deyince, cevabı Kureyş’i n iddialarını yerle bir etmişti: 

‘’Öyleyse siz de yazın.‘’

Son romanı 'Kırmızı Saçlı Kadın' yine çok katmanlı olay örgüsü ve ülkenin yakın tarihinden izlekleri, kahramanların sahiciliği, romanın bir kurgu olmasına rağmen sanki bir yakınımızdan yaşanmış haliyle dinlemişiz gibi etki yaratıyor. Modern ama bir destan.  

Orhan Pamuk, ilk kez bu romanında 12 Eylül darbesini, yol açtığı ve yaşayanların bugün bile etkisinden kurtulamadığı travmaları, incelikle işlemiş. Kategorize etmek, indirgemek bir sanat eserine bir romana yapılabilecek saygısızlık ya da hakikat bilmezliktir. Eserin içerdiği çok boyutluluğu teke indirger, anlam zenginliğini kısırlaştırır. Bunu bile bile 'Kırmızı Saçlı Kadın'ın aynı zamanda bir çoğul okuma önerisinde bulunarak, bir alt okuma hassasiyetiyle  12 Eylül romanı olarak da okunabileceğini söyleceğim. Orhan Pamuk’un yaşı ellilerin üstünde olan okurları, bu 12 Eylül nakışını hemen ayırt edip, yoğun bir  iç acısı duyumsayarak eski anıların tazelenmesini bu romanı okurken sık yaşayacaklar. Son bölümde ise bir mide burkulmasını mutlaka ki yaşayacaklardır. 12 Eylül, ne sinemada, ne tiyatroda, ne şiirde, ne romanda layıkıyla anlatılmamıştı. Gayretler, çabalar iyi niyetli de olsa güdük ve yetersiz kalmıştı; 'Kırmızı Saçlı Kadın'a kadar.

Bizans İmparatorluğu, sanatçı ve edebiyatçılarımızın henüz daha tam ağırlığıyla hak ettiği tema olarak yer vermedikleri 1123 sene sürmüş, merkezi İstanbul olan  parlak bir medeniyet. Sadece sanat, edebiyat demek aslında haksızlık oluyor. Tarihçilerimiz bile özgün eser verebilmiş değiller. Bizans’ı farklı yanlarıyla araştırmış ve yazılmış eserlerde ve  kaynakçalarında bir tane Türkçe kaynak olmaması hazin değil mi? Konusu ne olursa olsun, bir roman İstanbul’da geçiyorsa, Bizans’ın yer almaması neredeyse imkansız. Hala yaptıkları yollardan geçiliyor (Mese – Divanyolu caddesi gibi), surların, saray kalıntılarının, sarnıçların, su kemerlerinin yanından geçiliyor; bir zamanlar Bizans kiliseleri olan camilerde ibadet ediliyor. Kırmızı Saçlı Kadın’da Bizans gerçeği ve ayrıntısı atlanmamış. Bilge Karasu,  

'Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı' isimli romanında Bizans’ı, yaşanan ikonoklazm  ve ikonodul olaylarının Bizanslı keşiş Andronikos’un yaşamında yol açtığı baskı ve inançlarından vazgeçip geçmeme sorunsalı bağlamında  her zamanki yetkinliğiyle, detay duyarlığıyla konu etmişti. Yıllar geçti, acaba Bizans akla gelmeyecek mi? diye sorarken, Orhan Pamuk, akla gelmenin ötesinde denilecek bir sahiplenme ile yazmaya başladı. 

İstanbul’u sevdiğini, şehrine değer verdiğini  yazıları ve romanlarından bildiğimiz Orhan Pamuk, Bizans dönemi Konstantinapolis’ine de duyarlılık gösteriyor. Şehirlerin kraliçesi, edebiyatta bir dünya ismi olmuş bu roman yazarının, doğup büyüdüğü şehir olmakla ve şehrine üst kalitede gösterdiği ahde vefasıyla kıvanç duyuyordur. Orhan Pamuk, sadece  Bizans değil  İstanbul’un Osmanlı geçmişine de değiyor.

Orhan Pamuk için şu soruyu kendime hep sormuşumdur: Yazar olmak için mimarlık öğrenimini bıraktığını biliyoruz. Acaba mimarlık değil de sosyoloji öğrenimine başlamış olsaydı yine vazgeçer miydi? Yazdığı romanlarının tamamında, öylesine dikkatli gözlemler yapıyor ki, bu sadece bir roman yazarının biraz da bildik hatta klişeleşmiş,  sürpriz olmayan dekoratif tarzda değil; ince, keskin, ironiyi yakasından yakalayan ve okuru romana daha da sempati duyuran gözlemler bunlar. "Atatürk büstüne bir bisiklet dayanmıştı", ‘’Yakama takılmış bir samanı aldı‘’, gibi.

Bu ülkede yıllarca, ülkenin kültürüne, sanatına, edebiyatına, müziğine, şiirine hep batı optiğinden baktık. Birçoğumuz, Veysel’i, Bob Dylan; Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan’ı, James Joyce; Nilgün Marmarayı, Lautreamont üzerinden keşfettik, kıymetli bulmaya başladık. Orhan Pamuk, daha geniş bir perspektif getirerek, batı kültürünü çok iyi özümsemiş ve biliyor olmasının da katkısı ile Anadolu değil de Anadolu’yu da içeren daha büyük bir alemi, doğuyu, mistisizmini ve kültürünü, en az batı kadar değerli, özgün ve kaliteli eserleriyle sanatını, kültürünü daha yakından tanımamızın, sevmemizin yolunu da açtı. Örneklemek icap ederse, ‘’Üç gün önce Hazreti Allah bana İran’a git, Tebriz Şahın’ın sarayına gir ve oğlunuzun, sizin şehzadenizin canını al" diye emretmişti demiş Azrail. Bu yüzden dün oğlunuzu İstanbul’ da burada görünce hem hayret ettim hem de çok sevindim. Oğlunuz da benim kendisine tuhaf baktığımı görmüştü. (Syf: 43)

‘’Pek çok kitap okudum o yaz; çocuk romanları, Jules Verne’den Arzın Merkezine Seyahat, Edgar Allan Poe’dan seçme hikayeler, şiir kitapları, Osmanlı  cengaverlerinin maceralarını anlatan tarihi romanlar ve bir de rüya üzerine bir derleme ‘’.(Syf:11)

Batı’ya karşı bir Doğu’culuk değil bu; yahut doğuyu yüceltme de denilemez. 'Andersen’den Masallar', 'Hansel ile Gratel', 'Bremen Mızıkacıları'nı biliyoruz ama bu, 1960’larda anneannemin, gaz lambası ışığında ve çıtır çıtır yanan sobanın yanında anlattığı Çerkes destan ve hikayelerini, "Uzak ülkelerden bir kralın sarayında..." diye başlayan doğu masallarını uzun yıllar neredeyse hakir görmem(iz)e neden olmamalıydı. 'Kırmızı Saçlı Kadın’da, bu doğu – batı sorunsalı bir karşıtlık değil iki dünyanın kültüründe ve edebiyatında çok mühim iki anlatıyı, Sophokles’in Kral Oİdipus ve Firdevsi’nin Rüstem ile Sührab‘ını eşdeğerde olduğunu göstererek, Gulliver’e de zekice gönderme yaparak;  tavşan kanı çayımıza, bir Ortadoğu geleneği olan taze nane eklenmesinden oluşan aroma ve  iç ferahlığını duyumsatıyor. 

Fransız aydınları ve sol entelijensiya, Paris’te kafe muhabbetlerinde en çok JB marka viski ile Perrier marka maden suyunu içmeyi severlermiş; denedim, rakı – leblebinin yanında esamesi okunmaz buldum. Künefeyi Batının bütün tatlılarına değişmem. Mozart ne kadar büyük bir müzisyen ise Ravi Shankar en az O’nun kadar büyüktür (X)Van Gogh ve Şeker Ahmet PaşaMonet  ve Osman Hamdi Bey;  Pete Seeger ve Mahsuni Şerif; Andersen’den Masallar ve Binbir Gece Masalları; Mstislav Rostropovich ve  Ram Narayan;  Edgar Alan Poe ve Edip CanseverPavarotti ve Pandit  JasrajJames Galway ve üstad Bismillah KhanMuddy Waters ve  Neşet Ertaş bir dualizm veya bayağı bir revanşizm kompleksiyle değil ama eşdeğerlik bağlamında anılabilir. 

Artık gezegenimiz uçsuz bucaksız değil; küresel bir köy haline geldi. 21. Yüz yılda evrensel, küresel düşünme zarureti doğuyor. Bir enternasyonalist olarak bu saydığım isimleri, eserleri köyümüzün uygarlık ve kültür bileşenleri ve yeni bir ekolojik uygarlığın devralacağı parlak ve yüklü bir miras olarak görüyorum. Bu bakış açısı Orhan Pamuk romanlarını daha dikkatle ve daha zevk alarak okumama imkan veriyor.

Ama itiraf etmeliyim ki, ben Orhan Pamuk ve Tanburi Cemil Bey için batı da bir muadil bulamadım, hem de çok aramama rağmen. Şüphesiz  Nerval, Herman Hesse, William Faulkner, Goethe; Paganini, Yehudi Menuhin, Jascha Heifetz ve daha çok isim ve eser var ama ben ancak bir doğulunun damağına, dimağına, muhayyilesine o özel tadı, duyguyu verebilmeyi  kastediyorum.

Led Zeppelin her albüm çalışmasına başlarken grup üyeleri, Robert Plant ve Jimmy Page gizlice yani medyaya haber vermeden Fas’a, Marakeş’e gelip sokak müzisyenleri ile ilgilenirler müziklerini dinlerlermiş. Grup dağıldıktan ondört yıl sonra Robert Plant ve Jimmy Page yine Marakeş’e sessiz sedasız uçtular.Sokak müzisyenlerini izlediler, otantik çalgılarıyla müzik yapan mahalli müzisyenlerle ve Faslı, Mısırlı müzisyenlerle No Quarter albümünü yaptılar. Güzeldi ama İngiliz rock müziğinin iki dev isminin severek yaptıkları doğu enstrüman ve melodi ve ritmlerinin de kullanıldığı üst kalitede bir albümdü. Pamuk bunun tam tersini yapıyor; batı kültürünün ürettiği bir edebi tür olan romanı batı teknik ve tarzını çok üst düzeyde yararlanarak ama doğulu bir yazar kimliğiyle yazıyor. Romanın aynı zamanda destan tadı vermesi bu özgüllükten olmalı.

Orhan Pamuk, İstanbul’da ve ülkede kapitalizmin, burjuva sınıfının  gelişmesi, şehirleşmenin hal-i pürmelalini de ıskalamıyor.

‘’Hayri bey, elektriği, suyu olmayan bu araziyi çok ucuza almıştı. Burada su bulursak, bize çok para verecekti. Su çıkınca siyasetçi tanıdıkları buraya elektrik hattı çektireceklerdi. Sonra da Hayri Bey’in bir seferinde planlarını bize getirip gösterdiği kumaş boyama atölyeleri, yıkama odaları, depoları, şık idare binası ve hatta yemekhanesi de olan tam bir fabrika kuracaktı buraya.’’ (Syf: 17)

Bu alıntı aklıma Dev-Genç’in 1970’de, böyle sarsak Allah'a emanet sanayileşmeye ve patronaj sistemine, sanayi tesislerinin deprem bölgelerinde ve fay hatları üzerinde, çıkar ilişkileri gözeterek yapılmasına karşı planlı kalkınma çağrısı yaparak devleti ve hükümeti ikaz etmelerini getirdi. Başbakan 

Süleyman Demirel o her zaman ki  üslubuyla, Dev-Genç’in planlı kalkınma çağrısına, ‘’Millet plan değil pilav istiyor’’, cevabını vererek aynı politikayı sürdürmeye devam etti, sonunda da memleketi 70 sente muhtaç hale getirdiğini ikrar etmek zorunda kaldı.

Hayri Beyler, fabrika kuracak ama kuracağı yerde su çıkarsa !? 1950'lerden beri ülkeyi yöneten sağ  iktidarlar bu anlayışı sürdürüyorlar ısrarla. Akkuyu nükleer santralini de deprem bölgesi uyarılarına rağmen inşa etmekte beis görmediler. 

Roman bir pasajla insanın düşüncesini nasıl bir ufka ulaştırıyor, nerelere vardırıyor. Üstelik bir mesaj kaygısı ya da okuru yönlendirme gibi bir amaç gütmediği halde; zaten edebiyatı da edebiyat yapan bu değil mi?

Orhan Pamuk ayrıca okuruna, yazarlığına ve yazdıklarına saygı gösterme hassasiyetini, bunun için gerekli fedakarlığı sonuna kadar göstermekten hiç kaçınmadı. Gidiyor, konuşuyor, gözlemliyor, anlıyor, kurgusunu ve kahramanlarını sahicileştiriyor ve çok çalışarak üretiyor. Bir romanı edebi eser haline getiriyor. Yeni verdiği bir mülakatını okuduğumda öğrendim ki, roman çıkmadan esaslı eleştirilerinden kaçınmayacak yakın çevresine okutup, onlardan gelen eleştiri ya da önerileri en az takdir ve beğeni  kadar önemsiyor. Yani, ’’Ben artık oldum; olduğum Nobel'le de tescillendi‘’ demiyor.

Titiz araştırmaları, çok yönlü bilgilenme ile romanını zenginleştirme arzusu sayesinde, roman aynı zamanda ansiklopedi gibi bilgi veriyor, misal:

‘’En yüksek dağların zirvelerindeki yarıklarda, çatlak ve oyuklarda bulunan deniz kabuklarının balık kafalarının ve midyelerin sırrını 11. Yüzyılda Çinli Shen Kuo adlı bilgenin çözdüğünü anlatırdım sevgilime. Sophokles’ten yüz elli yıl sonra Theophrastus Taşlar Hakkında diye bir kitap yazmış, mineraller üzerine dediklerine binlerce yıl inanılmıştı.‘’ (Syf: 99)

Bu roman sayesinde Dante Rossetti ( 1828 – 1882 ) isimli İngiliz ressamı da tanımış olduk. Kapak resmi ve roman kahramanlarından tiyatrocu  'Kırmızı Saçlı Kadın’ın bu ressamın tablolarından birinden esinlendiği de romanın sonlarında açıklanıyor.

'Kırmızı Saçlı Kadın', ikinci bölüme kadar ağır ağır akarken, ikinci bölümde, soluk kesici bir tempo ile o ürpertici sona doğru koşuyor, okuyanı da koşturuyor. Cümle bile atlamamaya gayret edip,  muhayyilesini, formasyonunu, zekasını  üst seviyelere taşıyarak romanla, kahramanlarla birlikte sona doğru depar attırıyor. Roman bitince bir zihinsel yorgunluk ve yaşanan şok ile sersemletiyor okuru. 

Batı’nın, otorite karşıtı, baba veya devlet, fark etmiyor, yetke ile çatışan, isyan eden ve aklını ön planda tutan bireyi; Doğu’nun, babaya, kutsal devlete, erke itaatkar, mütevekkil, yüreğine öncelik vererek yaşayan kul olmaya, biat etmeye hazır insanı, daha uzun bir gelecekte edebiyatın, sosyolojinin hatta mimarinin ilgi alanında yer bulacak. Murat Belge’nin bir yazısında, batılı giysiler ve doğulu giysiler giydirilmiş iki kuklayı çarpıştırarak, romanda doğu – batı meselesinin işlenmesindeki  yetersiz ve şematik olunmasını eleştirmesinin ne kadar yerinde olduğunu anladık. Doğrusunun, evrensel ölçülerde nasıl yapılacağını Orhan Pamuk, şahane eseri 'Kırmızı Saçlı Kadın' romanıyla bir kez daha gösteriyor. 

1980’lerin ilk yarısında Türkiye’ye de sıçrayan bir tartışma yaşandı; "Roman öldü mü?" Marguez gibi büyük romancıların da dahil olmak zarureti duyacağı kadar genişledi ve sonuca net olarak bağlanması ise de artık eski gücünde, eski parlaklığında olmadığı ve olamayacağı gibi pesimist görüşler galebe çalarak tartışma tavsadı ve bitti. Merakla izlediğim bu tartışmada, iyi hatırlıyorum,  Marquez, bir anlatı türü olarak belki roman ölebilir ama anlatı ölmez, destan vs. ile başka bir tür ve biçimde devam eder, demişti. Orhan Pamuk,  her romanıyla Marquez’in öngörüsünü teyit etti, etmeyi de sürdürüyor. Roman ölmedi, radikal bir türsel değişim de geçirmedi ama Doğu’dan tazelendi, yenilendi. Semender misali. Batı romanının odağı, bireydir. Birey - otorite sorunsalını yeni bir perspektf ve yazın biçimiyle, Orhan Pamuk, batı kültüründe çok aşama geçirilmesinin önünü açmış o sendeletici  soruyu Doğulu bireye de sorduruyor:

Baba öldürülmeli mi? Cezalandırılmalı mı? Baba – oğul ilişkisi en doğru nasıl kurulabilir? Kurulabilir mi? Eğer baba, evi terk etmeyip otoriter ve despot bir baba olarak aile içindeki iktidarını devam ettirse ve Orhan Pamuk’a, ‘’Ne yazar mı olacaksın? Bir daha duymayayım, kemiklerini kırdırma bana, kaç yüz bin gencin hayali bu biliyor musun? Okulunu bitir, ressam mı olursun? Yazar mı olursun? O zaman karar verirsin" demiş olsaydı ve o da babasının buyruklarına riayet etseydi, nelerden mahrum kalırdık? İnsan düşünmek bile istemiyor.

Orhan Pamuk’a, bir okur olarak çok derin bir saygı duyuyordum, ama şimdi O’nu çok sevmeye başladım; sırlarımı sadece kendisiyle paylaştığım bir eski arkadaş, özlediğim  ve nihayet bulduğum bir yoldaşım gibi.

Hem yaşanmış bir hikaye gibi sahibi hem de bir efsane gibi tanıdık bir roman, 'Kırmızı Saçlı Kadın. 'Çok katmanlı demiştim; 12 eylül romanı, psikolojik bir roman, 1980’lerden bugünlere gelip geçen dönemlerin  romanı, Türkiye’de birey olmanın imkan ya da imkansızlığının romanı, kadının memleketimizdeki trajedisinin romanı, kuyu metaforunun hayatımızda seslendirmekten kaçındığımız tedirgin ediciliğinin romanı…

Kısaca bir Orhan Pamuk romanı. 

Okunmalı.

Murat Bjeduğ (X)- Ünlü İngiliz viyola vitüözü Sir Yehudi Menuhin, Ravi shankar için, ‘’O ancak Mozart’la mukayese edilebilir‘’ demişti. Yani  iddialı gelebilecek bu  analoji bana değil, Yehudi menuhin’e aittir.

Yazarın Diğer Yazıları

100 Sene 100 Nesne: Cumhuriyete Nesnelerin Gözünden Bakmak

100 Sene 100 Nesne mamulü ve Kültür Hane mütekabiliyeti denklik bağlamında birbirine yakışmış

Yapay zekâ ile sanat ve müzik

Yapay zekânın egemenliği, romantizmin sonu olacak ya da başka bir tür romantizm yaratacak. Fakat bu yeni romantizmin duygulanımı, organik zekânın yerini alabilecek mi?

Anımsanan hatıralar ve siyasi belleğin tahkimatı

Yazar Recep Tatar, gönüllerde cürmünden fazla yer kaplayacak bu kitabıyla şimdi bir kapı araladı...