09 Temmuz 2017

Bob Dylan: Her devrin serserisi

Blowing In The Wind, şarkısıyla ilgili hiç bilinmeyen iki vakayı okuyacaksınız...

Başlık fazla radikal gelebilir ilkin. Oysa; kişiliği , sanat çizgisi, yaşam tarzı, hayranları da müzik piyasasası ve ortamı ile olan alışılagelmiş iletişim yöntemlerine, usullerine son derece ters ve aykırı tutumuna, dinleyici kuşakları değişse de aynı eleştirilerin yapılagelmesine aldırmaması ve bildiğini okumaya devam etmesi; kendisi hiç arzu etmediği halde her dönemde isminin konuşulmasının dahi tarzında en küçük bir esnekliğe yol açmaması; yasamının didiklenmesi, asla benimsemediği, ısrarla reddettiği yaftalarla tanımlanmalara maruz kalması, üstelik sarih bir tutumla bu çabalara karşı reddiyeci tavrını hala sürdürmekte olduğu düşünülürse, radikal olması bir yana  isabetli ve yerinde bulunur.

John Lennon, bir mülakatında, onu Zimmerman diye anınca, gazeteci, neden Bob Dylan demediğini sorar. John, cevaben ”Çünkü adı Robert Zimmerman, Bob Dylan değil ki” der. Evet gerçekten de asıl adı Robert Zimmerman’dır. Kariyerinin ilk başlarındayken henüz, ünlü Amerikalı şair Dylan Thomas’ın adını almış, akılda kalıcı ve telaffuz kolaylığını da hesaba katarak  Bob Dylan’ı münasip görmüş müzik yolculuğunu da bu isimle sürdürmüştür.

1950’lerin son yıllarında eline aldığı gitarı ve boynuna taktığı  özel mekanizmalı ağız armonikasıyla bugünlere geldi Dylan. Öcü gibi gördüğü ve sözcüğün tam manasıyla nefret ettiği kalıplara, kategorilere hiç dahil olmadı, edilemedi de. Altmış yılı aşkın sanat yaşamı böyle geçti. Hatırlardadır; 2016 yılı Nobel Edebiyat Ödülü kendisine verilince bir kez daha dünya medyasının ilgi nesnesi oldu günlerce. Kendisi tek kelime konuşmadığı, hiç yorum yapmadığı halde ödülle ilgili olumlu elestiriler de oldu, menfi ve yaralayıcı, hakir gören tenkitlerin de ardı arkası kesilmedi. ”Eğer bir şair müzisyene verilecekse, Leonard Cohen çok daha uygun ve layık bir isimdir” denilmesinden tutun, ”Bir folk rock muzisyenine Nobel edebiyat ödülü verilir mi?” gibi tepkileri okuduk Batı medyasında. O arada, Lennon ­- Mccartney isimleri dillendirildi; şarkı sözlerindeki poetik ustalık, yetkinlik,  derinlik ve orijinallik vurgularıyla. Dünya bu tartışmalarla meşgul olurken, Dylan, çoktan yeni albüm çalışmalarına başlamıştı bile.

İşte tam bu 21. yüzyıl yeni bir Bob Dylan heyulası sürerken, Kara Plak Yayınları, BOB DYLAN ­­- KAYITLAR / Birinci Cilt kitabının çevirisini yayınladı.

Kitap otobiyografi; ZIMMERMAN ve bazen de DYLAN anlatıyor. Çok etkileyici bir dil, sendeletici metaforlar, katı bir hakikatçilik, her zaman ki çizmeyi aşan dürüstlük, okura da – fanlara da şirin görünme kaygısından azade; olanı olduğu gibi, düşündüklerini düşündüğü gibi hattâ zaman kendi iradesi ve isteği dışında inşa edilmiş ikonunu alaşağı edici anlatı ataklarıyla kitap, bir meteor gibi okurun muhayyilesine düşüyor.

Çeviriler de çok başarılı. Taciser Belge, Nergis Perçinel ve İpek Üstüner kitaptaki çevirmenler olarak  girdikleri bu zahmetli işten yüz akıyla çıkmışlar.

Mesele sadece anlaşılır ve akıcı bir çeviriyi kotarmak değil. Dylan’ın kitaptaki nerdeyse her pasajı, sanki son düzeltileri yapılmaya hazırlandığı şarkı sözlerinin kıvam ve lezzetinde olmasının yanı sıra metaforlar, semboller, zeka yüklü inceliklerle mücehhez göndermeler;  yer yer kapalı ifadeler, uzam ve kişi tasvirlerindeki derin psişenin Zimmerman ve Dylan dan  yağan izdüşümler olarak okura duyumsatma yetisi… Yani salt iyi dil bilme değil çeviriyi başarılı kılan. Artık Dylan ve sanatının külliyatına  DYLANOLOGY adını verebileceğimi düşünüyorum; öyleyse, çevirmenlerin Dylanology’ye  hakimiyetteki yetkinliktir asıl takdire şayan olan ve okurda tatmin duygusunu yaşatan.  Bravo, elinize sağlık, başka ne denilebilir ki...

Müzik ve radikal ideolojiler karşısında Dylan

 

Adı ne olursa olsun, siyaset Dylan’ı kendi anaforuna çekmek, ikonik öznesi yapmak için her dönemde ama en çok da 60’larda epey çabaladı. Dylan’dan mesihvari, peygamberane bir ruhani lider yaratmak için 68 kuşağı da yıldırıcı bir heveskarlıkla ve samimiyetle enerjilerini seferber etmişti. Gel de isyanımızın  önderi ol, İSYANIN PRENSİ, çağrılarını, Blowing in the Wind şarkısından itibaren gök gürültüsü şiddetinde yineledi. Ama Dylan, bu iyi niyetli ve samimi davetlerin bir sanatçı olarak intiharı olacağını sezecek kadar uyanık, ne yaptığını, ne yapmak istediğini bilen biri olarak intiharı değil, sanatçı olarak varlığını sürdürmeyi tercih etti. İyiki de öyle yaptı, çünkü kendisine çağrı yapan Hippilerin bir kısmı 70’lerde Yippi akımına dahil oldular; sosyal düzenle uzlaşan arketipler halinde kapitalizmi sorgulamaktan vazgeçip başka bir dünyanın kurulabileceğine olan inançlarını terk ettiler. Dylan ise Yippi döneminde de serseriliğine devam etti. Hayat Dylan’ı haklı çıkardı. Vietnam Savaşı, Malcolm-X, Martin Luther King, Kara Panterler gibi reel-politiker söylemin iştigal sahasına giren yığınla olay, olgu, isim, akım, cezbedici bir siyasi çekim merkeziydi. Dylan yakından izledi fakat o cazibeye kapılmadı.

60’lar deyince Psychedelic art ve sürrealizm atbaşı gider. Psychedelic art / müzik denildiğinde, bilenler bilir ki bir şimşek çakması gibi COUNTRY JOE@ FISH ilk akla gelendir. Vietnam Savaşı yıllarındaki eylemlerde, karşı çıkışın müzikal sözcüsüdür grup. CHE’nin ”2-3 daha fazla Vietnam yaratmalıyız” sözünden, 68’liler ” Ho Ho Ho Chi Minh… İki üç daha fazla Vietnam” sloganını türettiler. Alanlar, bulvarlar bu sloganla yankılanırken Country Joe@ Fish, hippilerin son üç günlük ahireti olan Woodstock ayininde sahneye çıktığında ”İki üç daha fazla Vietnam olmasın...’’ dizeleriyle başlayan şarkısını ayindeki 500.000 bin hippiyle koro halinde söyletmişti. Çünkü iki milyon insanın katliyle savaşın korkunç yüzüne dikkat çekiyordu, hippi duyarlığıyla. Ama sanat sloganı sevmez. Siyaset, sözüne biat ediyorsa sanatla organik bağ kurar; ama bu asla bir iletişim değildir. Oysa aslolan ve kalıcı olan siyasetin sanatı değil, sanatın siyasetidir. Vietnam Savaşı, Vietkong – komutan Giap ve Vietnam halkının muazzam enternasyonalist dayanışması sayesinde zaferle sonuçlandı ve ne yazık ki Country Joe@Fish maziye ait bir grup halinde kaldı. Dylan ise Blowing In The Wind ile her dönemin serseriliğine devam etse de Vietnam Savaşı denildiğinde hala ilk akla gelen isimlerden biri olmaya devam ediyor.

Çünkü, Dylan, sanatının siyasetini üretirken, en değme militanlara parmak ısırtacak tutarlılıkla katlanılması zor bedelleri ödeye ödeye gelmiştir. İlk elektro gitari kullandığı ve ritmi sertleştirerek rock müziğe yaklaştığı konserinde hayranlarından aldığı hakaretler, aşağılamalar, folk müziğe ve bizlere ihanet ettin, ithamlarına göğüs gerdiğinden bu yana, yani altmış yıldır her dönemde bu  de-ja vu , nüanslar – varyant değişiklikleriyle devam edegelmiştir.

Bu kitap sayesinde Bob Dylan’ ın birçok yanıyla gizemli, merak edilen ama magazinine ulaşılamayan yaşam öyküsünün aslında yaratılan mistifikasyonla alâkası olmayan ve bir rock starı standartlarına göre şaşırtıcı derecede tanıdık, bildik bir hayat yaşadığını öğreniyoruz. Üstelik bu çapta bir şöhret için birçok yanıyla da muhafazakâr denilebilecek bir tipoloji çıkıyor önümüze. Aile, çocuklar, eşe saygı aileyi mutlu etmek için çabalar göstermesi; ev içinde sıradan meşguliyetler, sanıldığı gibi yüksek tüketim normlarından uzak eski külüstür araba ve motorsiklet kullanması, ”Bu kadarı da fazla be usta!” dedirtiyor insana.

Her yaratıcının ömrünün bir vaktinde yaşadığı tükenmişlik sendromunu, buraya kadarmış  anaforunda kıvrandığını, çıkış  yolu aradığını, Dylan’a kondurmak imkânsız gibi gelse de, fena halde yaşamış olması, insanı hayretler içinde bırakıyor.

Sıkıntı, mutluluk arzusunun saf halde bırakılmış halidir

 

Dylan’ ın bir sanatçı olarak motivasyonunun, Locus Classicus’u (can alıcı nokta) sıkıntı ve sıkıntıdan kurtulma arzusunun şiddeti diyebilirim. Hakkında çıkan kayda değer her kitabı, makaleyi, mülâkatlarını okumuş, kırk yıldır müziğini dinleyegelmiş, bu sayede birçok kaynakta edindiğim intiba bu kitapta da teyit ediliyor. Sıkıntıdan kurtulma arzusunun etki ve gücü bildiğimiz edimsel itkinin de ana etkeni olmuş. Yani ”Çekip gitmek, terk etmek”, önce bulunduğu yeri-şehri terk etmek. Gitmek. Ama nereye? Bu meçhul. Çünkü doğup büyüdüğü Minnesota’daki kasvetli, mutaassıp kasabayı terk edip New York City’e gitmek, bir uzam değişikliğinin aslında Terk etmek – Gitmek edimini bu sayede de sıkıntıdan kurtulma fiilini fazlasıyla basitleştirici şematik bir metaforu olmuyor mu? Dylan için daha derinlikli çözümlemeler gerekiyor. Çünkü sorun mekan-uzam tercihi değil ki. Ontolojik bir sorunsal mahiyetini almış psikolojik sarmal, Dylan da içselleşmis bir sancının süregen bir boyuta gelmesi yüzünden rahat-huzur-sükünetin iç dünyada tesisi asla mümkün olamıyor. Voltajı hiç düşmeyen bir devinimselliktir burada söz konusu olan.

James Joyce’un, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi, adlı modern dünya edebiyatının başyapıtlarından biri olan romanı, tamamen bu sorunsal ve Terk etmek-Gitmek arzusunun yarattığı iç basınç ve insan ruhunu oyarak yaralayan güçlü arzuya karşın Terk edememek – Gidememek ikilemi üzerine kuruludur. Dylan, o arzunun istenci  yönlendirmesiyle ve kendi  benliği ile açık yüreklilikle hesaplaşmış, egosunun tuzaklarını bertaraf edebilme ferasetini gösterebilmiş buna mukabil, ruh dünyasındaki gelgitlerin kendi dinamiklari ile salınmalarına müsamaha gösterebilmiştir. Böylece de zor hem de çok zor olanın üstesinden gelebilmiştir.

Siyasi bir totem pozisyonuna getirilmekten  kaçınan Dylan, vaad edilmis Kenan ülkesi, Xanadu, Binyayla, Atlantis, Altin post vb idealara hiç yakınlık duymamış, kafa bile yormamıştır. Eh??! Öyle olunca da ne Rishikesh’e meditasyon için, ne de Terk ediyorum – Gidiyorum deyip yitik cennetin peşinde Katmandu yollarına revan olmuştur. Bu sayede, yersizyurdsuz olmayı becerebilmiş olan Dylan her devrin serserisidir.

Her devirde iç sıkıntısını dindiremeyen insan bireyi; duyumsadıklarını yazan-besteleyen-terennüm eden zımpara sesli, huysuz adamda kendi iç dünyasıyla kurabileceği asma köprüleri görmüş, uçurumların kenarında dengesini yitirerek yok oluş vadisine tepetaklak yuvarlanmak üzere iken, o asma köprülerden geçerek Dylan’a ulaşmıştır. Ama ulaştığı Dylan mıdır? Zimmerman mıdır? Yoksa O’na ulaştığını düşünüp de, yalnız değilmişim avuntusu bulan bireyin aslında kendi ruhuna mı ulaştığı, psikanalizin ve edebiyatin konusudur, bu yazının değil.

Blowing In The Wind (Cevabı Esen Yelde Dostum Cevabı Esen Yelde): Bir anti-teolojik mantra

 

68’lilerin mantrası idi bu şarkı. Dylan’ı bir folk şarkıcısı kimliğinden çıkarıp o büyülü 68 isyanının devrime dönüşme zamanlarında isyanın ve devrimin idolü mertebesine getirmesi, bu şarkı sayesinde oldu. Blowing In The Wind, şarkısıyla ilgili hiç bilinmeyen iki vakayı okuyacaksınız. Türkiye serencamında yaşanmış  iki olayı yazacağım. Şu sıkıntılı ve umarsızlık prangasının açtığı yaralar yüzünden çekilen sızının dinmemesi; süreklileşmis olma endişesinin ayyuka çıktığı şu neo-liberal dönemde bu iki vaka, okuyunca derinlere dalmanıza sebep olacak. İşte ilki:

Blowing In The Wind şarkısının sözlerini Türkçe’ye ilk Can Yücel çevirmistir. 1965 yılının eylül ayında, Ankara – Cebeci Pazar Meydanı’nda TİP (Türkiye İşçi Partisi) tarafından düzenlenen mitingte yaptığı konuşsa da şarkının sözlerini şiir gibi okuyan Can Yücel, şiiri bitirince o hepimizin iyi bildiği sağ yumruğunu bilekten sol el tarafından kavrandığı hareketi yaparak, “Onlara işte böyle geçireceğiz”, deyip alkış ve slogan sağanağı altında kürsüden inmiştir. O yıl yapılan Genel Seçimlerde TİP parlamentoya 15 milletvekili ile girmiş, o çatı altında ilk defa Sosyalizm kavramını telaffuz edip, bir siyasi tufan yaratmış ve tarihe geçmiştir.

İkincisi:

12 eylül 1980 darbesinden sonra, mutat olduğu üzre, darbeci generaller YÖK ile üniversiteleri; demokrat, solcu akademisyenleri boy hedefi haline getirdiler. YÖK bir baskı mekanizması olarak işlemeye, yani kıyıma basladı. İlk hedef tahmin edileceği gibi Ankara - Siyasal Bilgiler Fakültesi ile ODTÜ idi.

ODTÜ öğrencileri, okullarında, bir hak talebi eylemi yaptılar. Oturarak ve şiddete kesinlikle başvurmadan ellerinde kitaptan başka bir şey olmadığı halde güvenlik güçlerinin çok sert müdahalesine maruz kaldılar. Toplu halde ve oturarak eylemlerini sürdüren ODTÜ öğrencileri tekme, jop, dipçik darbelerine karşı ıslık çalmaya başladılar. Dipçikleri, tekmeleri öğrencilerin başlarına, sırtlarına, göğüslerine gelişigüzel tekmeleri savuranlar da, öyle davranılması  talimatını veren Tiranlar da hiçbir zaman ODTÜ talebelerinin niye ıslık çaldıklarını, neyi çaldıklarını hiç bilemediler. Ama biz bildik. 1983 yılında ODTÜ anfilerinin önünde talebelerin ıslıkla çaldıkları şarkının adı ne miydi?

CEVABI ESEN YELDE DOSTUM CEVABI ESEN YELDE…

Teşekkürler Kara Plak Yayınları. İkinci Cilt çıkar çıkmaz DYLANOLOGY kitabemin sayfalarıyla tekrar karşınızda olacağım. Vladimir İlyic Ulyanov’un, ”Tarihin akışı her on yılda bir aks değiştirir ” sözünün Marksist – Lennonist çözümleme kudretinin ihtişamını neo-liberalizme yollayacağım obüslerle göstererek yapacağım.

SÖZ.

 

 

                                                               

Yazarın Diğer Yazıları

100 Sene 100 Nesne: Cumhuriyete Nesnelerin Gözünden Bakmak

100 Sene 100 Nesne mamulü ve Kültür Hane mütekabiliyeti denklik bağlamında birbirine yakışmış

Yapay zekâ ile sanat ve müzik

Yapay zekânın egemenliği, romantizmin sonu olacak ya da başka bir tür romantizm yaratacak. Fakat bu yeni romantizmin duygulanımı, organik zekânın yerini alabilecek mi?

Anımsanan hatıralar ve siyasi belleğin tahkimatı

Yazar Recep Tatar, gönüllerde cürmünden fazla yer kaplayacak bu kitabıyla şimdi bir kapı araladı...