Varoluşçuluk denince akla ilk gelen Jean Paul Sartre ise, ikinci gelen de muhakkak Simone de Beauvoir’dır.
Sarah Bakewell varoluşçuluk konulu yeni kitabında onları “özgürlük ve arkadaşlığın piri” olarak tarif ediyor.
Sartre 1905, Beauvoir ondan iki buçuk yıl sonra doğdu. Parisli orta halli ailelerin çocuklarıydılar. Üniversitede, 1929 yılında tanıştılar. Sevgili oldular. Evlenmeyi düşündüler ama tipik bir burjuva evliliği istemiyorlardı.
Bir gün, Seine nehrinin kıyısındaki Tuileries sarayının bahçesinde otururlarken, Sartre’ın önerisiyle bir anlaşma yaptılar. İki yıl çift olarak yaşayacaklar, iki yılın sonunda ya kontratlarını uzatacaklar, ya ayrılacaklar, ya da başka tür bir ilişki üzerinde mutabık kalacaklardı.
İki yılı kazasız belasız geçirdiler ve başka türlü bir ilişki denemeye karar verdiler. Beraberliklerinin ömür boyu sürecek ikinci çağı böyle başladı.
Bu dönemde cinsel sadakat olmayacak, isteyen istediğiyle sevişecekti. Ancak kimle beraber olduklarını söyleyeceklerdi. Bu konuda dürüst olacaklardı. (Bunu kısmen uyguladılar.)
Bizde insanlar doğunca yollarını döşenmiş buluyorlar. Birçoğu bin bir yerinden bin bir yere bağlı
Birbirleri için her zaman “birincil” kalacaklardı. Başkaları “gelip geçici” olacaktı. Kendi ilişkilerini “vazgeçilmez,” başkaları ile olan ilişkilerini “şarta bağlı” kabul edeceklerdi.
Hayatlarına giren bazı insanları kaçırmasına rağmen, bu anlaşmaya sonuna kadar bağlı kaldılar. Kimseyi kandırmış olmuyorlardı çünkü aralarındaki kontrat herkesin malumuydu.
Yaygın kanaat bu alış verişte Beauvoir’ın kaybeden taraf olduğudur.
Sarah Bakewell aynı fikirde değil.
Ona göre, eğer evlenseydiler, sonuç ayrılık veya cinsel bastırılmışlık ve tatminsizlik olacaktı. Bunun yerine, Beauvoir’ın hem zengin bir seks hayatı oldu (erkekli kadınlı) hem de hayatının adamıyla ömür boyu dost kaldı.
Sartre, zor beğenir ve cinsel ilişkiyi biraz mide bulandırıcı bulur olduğu için arkadaşı kadar seks bolluğu içinde yaşamadı.
Bütün toplamalar ve çıkarmalardan sonra Beauvoir’ın yoldaşından çok daha zengin ve keyifli bir hayat sürdüğüne hükmetmek mümkün.
Sartre ile Beauvoir’ın düşünceleri birçok konuda aykırı ama birliktelikleri kimsenin tehdit edemeyeceği kadar sağlamdı.
Yazı konusunda birbirlerinin referans noktasıydılar. Sartre, Beauvoir’ın eleştirisine en çok güvendiği, onu sürekli daha çok yazmaya iten kişiydi. Yazdığı kitapların ilk okuyucusu hep Sartre oldu.
1946’da, Sartre annesinin dairesine taşınınca, çalışma odasına Beauvoir için bir masa koydurdu. Her gün sabah veya öğleden sonra orada buluşuyorlar yan yana masalarında çılgın gibi tütün içerek çalışıyorlardı. Odada dolmakalemlerinin kağıt üzerindeki hareketlerinden çıkan sesten başka bir ses duyulmazdı.
İnsanlar, savaşlar, hayat dramları gelip geçiyor ama çalışmak Sartre ile Beauvoir için değişmeyen bir sabit olarak kalıyordu. Ne zaman aynı şehirde olsalar, hayatlarında başka kim olursa olsun, birlikte çalışıyorlardı.
Bu arkadaşlık (buna ruh ikizliği bile denebilir) 1929’dan Sartre’ın ölünceye kadar devam etti.
Bakewell’e göre bu elli yıl, varoluşçuluk felsefesinin uygulamalı bir gösterisiydi.
Sartre ile Beauvoir’ınki, her şeyden çok, iki yazar ilişkisiydi. (Tanışmalarından yedi sekiz sene sonra seks yapmaktan vazgeçmişlerdi. Demek ki kırk yıldan uzun bir süre salt arkadaştılar.)
Sartre 1980’de, Beauvoir ondan altı yıl sonra öldü. Montparnasse Mezarlığı’nda yan yana yatıyorlar.
*
Sartre’ın doğumundan 110 küsur sene sonra, bizde böyle ilişkiler mümkün mü?
Sartre ile Beauvoir arasındaki bağın çekirdeğinde varoluşçuluğun da özünü meydana getiren şey vardı: İnsanın özgür olması. İnsan var olduktan sonra özünü – nasıl bir insan olacağını, nasıl yaşayacağını – yaratmakta hürdür. Her kararında özgürdür.
Bu özgürlük nosyonundan, Türkler olarak, bizim nasibimiz nedir?
Pek fazla değil sanırım.
Bizde insanlar doğunca yollarını döşenmiş buluyorlar. Birçoğu bin bir yerinden bin bir yere bağlı. Erkekler hür değil, kadınlar – en özgür olduğunu sananlar bile – erkeklerden daha az özgür.
Aile, beşikten mezara, çocukları serbest bırakmayan bir kurum. Din, devlet, gelenekler, mahalle baskısı... Güvensizlik de var ki, insanların birbirine yapışmasına neden oluyor. Çok az kişi ekonomik bağımsızlığa sahip.
Bizde herkes bir şekilde tutsaktır. İlişkiler de tutsaklığa tutsak.
***
Sarah Bakewell’in varoluşçuluğun tarihi hakkındaki kitabının Türkçesi yok. Nasıl Yaşanır ya da Bir Soruda Montaigne'in Hayatı adlı kitabı ise Emre Ülgen Dal çevrisi ile Domingo Yayınevi tarafından basıldı.