03 Şubat 2024

Aklınızdan geçeni yapmanın tam zamanı!

Hayatım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçerken görmek istediğim şey, kaçırdığım fırsatlar, ıskaladığım mutluluklar olsun istemiyorum. Artık başkalarını değil, kendimi "idare etmek" istiyorum! Ve bu yüzden son zamanlarda en çok duyduğum eleştirilerden biri de şu: Şimdi sırası mı?

Yıllar geçtikçe huysuzlaşmaya başladığım ile ilgili eleştirileri daha çok duyar oldum.

Aslında huysuzlaştığım filan yok.

Tam tersine, geçen yıllar bana yeni yeni huylar kazandırıyor. Doğrusunu isterseniz bu yeni huylarımın bazılarını da çok beğeniyorum.

Galiba eskiden daha huysuzmuşum. Yani huylarımın sayısı daha azmış.

Tuhaf bir durum bu. Huysuz olarak kategorize edilmem, huylarımın sayısının giderek arttığı döneme karşılık geliyor.

Şöyle bir durum da var tabii, Allah'ın bildiğini kuldan saklayamam: Artık biliyorum ki bugüne kadar yaşadığım kadar yaşayabilmem için acayip mucizeler gerekiyor.

Bugüne kadar kırılmış "en uzun ömür rekoru", 122 yaşında ölen Fransız Jeanne Calment'e ait.

Yani o rekoru kırabilmem için bile mucizeden çok daha fazlasına ihtiyacım var.

İşte yakınlarımın bana biraz sitem etmelerine yol açan huylarımı kazanmamı sağlayan şey, bu hızla geçen yıllara bağlı zihnî küşayişten kaynaklanıyor.

Artık idare edemem

Mesela artık kötü bir yemeği, öldür Allah bana kimse yediremez.

Kötü bir yemek yiyerek, kaç tane kaldıklarını ben bilemesem bile artık belli bir sayıyı taş çatlasa geçemeyecek olan öğünlerden birini harcayamam.

Aynı şey kötü içki için de geçerli. "Kötü içkiye sıfır tolerans" çağındayım artık!

Tamam insan her zaman mükemmel olan ile karşılaşmaz ama "idare eder" kavramını sözlüğümden tamamen sildim. Kimseyi ve hiçbir şeyi idare edemiyorum, idare etmek içimden gelmiyor.

Huylarımın sayısı da işte böyle böyle artıyor, bu benim kabahatim değil.

Oysa bizim memleket "idare et" memleketidir. Hayatlarımızın kendi gözümüzde bile çok değeri olmadığını gösteren unsurlardan biri de bu.

İdare et. Elindekiyle yetinmesini bil. Eldeki bir kuş, daldaki iki kuştan iyidir. Bla bla!

Bu sözler o kadar çok tekrarlanıp durdu ki sonunda düşük standartlar ülkesi olduk.

Kişisel yaşamlarımızda da benzeri bir sonucu oldu, elimizdekiyle idare etmeye çalışırken ulaşabileceğimiz çok daha büyük mutlulukları hayal dahi edemez hale geldik.

Arada bir içimizde başını kaldırmaya niyetlenenlere de hep birlikte parmaklarımızı salladık: İdare et!

Ben artık idare etmiyorum, varsın huysuz desinler.

İdare etmenin alternatif maliyetinin daha iyi bir yaşam olduğunu bilecek yaşa geldim çünkü.

Kale düşünce...

Öykü ne kadar doğru bilmiyorum, büyük olasılıkla sonradan uydurulmuş olmalı.

Düşman kuşatması altındaki bir kalenin komutanı her gün saraya bir mektup gönderip takviye kuvvet istiyor ve aynı yanıtı alıyormuş: "İdare-i maslahat idünüz!"

Sonunda kale düşmüş, komutanın uçurduğu son güvercinin ayağındaki mektupta şöyle yazılıymış: "İdare gitti, maslahat elde kaldı!"

Yaşamımın böyle geçip gitmesine karşıyım.

Hayatım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçerken görmek istediğim şey, kaçırdığım fırsatlar, ıskaladığım mutluluklar olsun istemiyorum çünkü.

Kendi yaşamımın idaresini elime almak ve artık başkalarını değil, kendimi "idare etmek" istiyorum!

Ve bu yüzden son zamanlarda en çok duyduğum eleştirilerden biri de şu: "Şimdi sırası mı?"

Aslına bakarsanız çok çıkıntı bir tip de değilim, en azından ben kendimi öyle görmüyorum diyelim.

Aklıma gelen bir şeyi o anda yapmak benim için her zaman "tam zamanı" sayılır.

Şimdi mesela bu konunun hatırlatılmasının da "zamanı" olmayabilir birçoğunuz için.

"Şurada güzel güzel yaşayıp gidiyoruz, bunun biteceğini hatırlatmanın ne alemi var" diye düşünenler var aranızda, biliyorum, gazetenin arkasına saklanmayın!

Zaten "bunları yazmamın tam sırası" olmasının nedeni de doğrudan doğruya, "şimdi sırası mı?" sorusunun yaşamlarımız üzerinde oynadığı roldür.

Sırası var mı ki?

Günde en az iki kere Aşiyan Mezarlığı'nın önünden geçerim.

Mezar taşlarındaki doğum - ölüm tarihlerine dikkatle bakarsanız ölümün de "sırasının olmadığını" görüyorsunuz.

O sessiz taşların altında yatanlar kim bilir neleri "şimdi sırası mı" diye erteleyip gerçekleştiremeden aramızdan ayrıldılar acaba?

Gabriel Garcia Marquez, Benim Hüzünlü Orospularım'da, 15. yüzyıl İspanyol yazarı Jorge Manrique'nin sözlerini, roman kahramanının ağzından tekrarlıyor:

"Kimse aldatmasın kendini, sakın sanmasın ki daha uzun sürecek beklediği hayat, daha önce gördüklerinden. Çünkü hepsi aynı hızla geçip gidecek!"

Ve romandan bir başka alıntı:

"Ne yaparsan yap, bu yıl ya da yüzyıl içinde sonsuza dek öleceksin!"

Marquez'in bu romanının kahramanı 90 yaşında bir gazeteci. Belki de bu yüzden onu çok sevdim, bilemiyorum.

90 yaşını kutlamak için bir geneleve gittiğinde, önceden kendisi için ayarlanmış genç fahişeyi uyurken seyredip âşık oluyor.

Ve yaşamının sonunu güzelleştirecek öğüdü de genelevin mamasından alıyor: "Âşık olarak sevişme zevkini denemeden ölmeye kalkma sakın!" (Kadının ifadesini biraz "ehlileştirdim".)

Bizim yaşlı gazeteci böylece yaşamının birinci yüzyılının gün batımında, ikinci yüzyılının şafağında ilk kez kendi gerçeğiyle tanışır:

"Sonunda gerçek yaşam buydu işte, kalbim kurtulmuş, yüz yaşımdan sonra herhangi bir gün mutlu bir can çekişmesi içinde aşktan ölmeye mahkûm olmuştu!"

Bir roman kahramanı değilseniz "mutlu bir can çekişmesi içinde aşktan ölmek" gibi bir hedefin peşinde de koşmazsınız.

Hepimizin peşinde koştuğu şey mutlu olmaktır, aşktan ölmek değil!

Kaç hakkınız kaldı?

İnsanın, yaşamının ne gün sona ereceğini bilemiyor olması da elbette iyi bir şey.
Bu bize yaşama sarılmak ve yaşamın zorluklarıyla baş edebilmek için güç veriyor.
Ama öte yandan bunun yarattığı bir yanılsamanın içine düşmemize de yol açıyor:

Sanki bize bahşedilen yaşam süresi sınırsızmış gibi, istediğimiz her şeyi yapmaya yetecekmiş gibi bir yanılsama.

Yaşamımızın efendisi olmamızı engelleyen, bazen de elimizden uçup gidiverdiğini fark etmemize imkân vermeyen bir belirsizlik.

Yapmayı en çok sevdiğiniz şeyi düşünün şimdi.

Onu kaç kere daha tekrarlayabilirsiniz? Bin, beş bin, on bin, yüz bin kez?

Yanıtınız ne olursa olsun, esas olarak bir sınırı ifade ettiğini hiç unutmayın derim.

Onun için "şimdi sırası değil" diyenlere hiç kulak asmıyorum.

Böyle yaşarsanız yüzde yüz mutluluk garantisi de veriyor değilim elbette.

Çetin Altan'ın dediği gibi hayatta her şeyin bir bedeli vardır, mutlaka ödersiniz, ama önce, ama sonra.

Hiçbir bedel ödemeye yanaşmadan mutlu olmaya çalışmak ile kalçanıza bir avuç krem sürünce selülitlerinizden kurtulabileceğinize inanmak arasında bir fark yoktur.

İkisi de mümkün değildir.

Bakmayın siz o reklamlarda krem sürünce kalçası incelen kızlara.

O kremleri sürmeden önce kaç saat spor yaptılar, ne kadar uzun süre aç kaldılar, haberiniz var mı? 


Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.

Mehmet Y. Yılmaz kimdir?

Mehmet Yakup Yılmaz, 1956 yılında Malatya'da doğdu. İlkokulu Antalya Devrim İlkokulu'nda, orta okul ve liseyi parasız yatılı olarak Denizli Lisesi'nde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü'nden 1977 yılında mezun oldu

Gazeteciliğe SBF öğrencisi iken 1975 yılında Ankara'da Mehmet Ali Kışlalı yönetimindeki Yankı Dergisi'nde başladı. Derginin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini de bir süre yürüttü.

12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türk İş'e bağlı Yol İş Federasyonu ve YSE - İş sendikalarında basın müşaviri olarak görev yaptı, sendika gazete ve dergilerini yayınladı

Askerlik görevini Kara Harp Okulu'nda tamamladıktan sonra İstanbul Gelişim Yayınları'nda mesleğe döndü. Gelişim Yayınları'nda Erkekçe ve Bilim dergilerinin Genel Yayın Müdürü Yardımcılığı ve ardından Gelişim TV Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu

1985 yılında Hürriyet'e geçti ve Hürriyet Dergi Grubu'nu kurdu. Tempo, Blue Jean, Playmen gibi dergileri yayınladı.

Daha sonra Dönemli Yayıncılık Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Ercan Arıklı ile birlikte Dönemli Yayıncılık'ın 1 Numara Yayıncılık'a dönüşmesi sırasında Genel Müdürlük görevini üstlendi. Aktüel, Cosmopolitan, Penthouse, Oya gibi dergilerin kurucu genel yayın müdürü oldu. Bugüne kadar 30'u aşkın derginin kuruculuğunu yaptı.

1995 yılı başında Posta gazetesini yayınladı. Aynı yılın sonunda Fanatik gazetesini, 1996 yılı sonunda da Radikal gazetesini kurdu, genel yayın müdürlüğünü yürüttü.

2000 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü görevine getirildi. Bu görevi 5,5 yıl sürdürdükten sonra Doğan Burda Dergi Grububu'nun CEO'luğu görevini üstlendi.

2005 yılından 2018 Eylül ayına kadar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ekim 2018'den itibaren T24'te yazmaya başladı.

Gazete köşe yazılarından derlenen "Kırmızıyı Seçtim, Aşk Mavinin Altındaydı", "Benden Selam Söyleyin Bütün Aşklarıma", "Aşktan Sonra Hayat Var Mı", "Şaşırma Duygumu Kaybettim, Hükümsüzdür" isimli kitapları yayımlandı. "Aşk Herşeyi Affeder mi" isimli uzun hikâyesi de kitap olarak yayınlandı. 

"Türkiye medyasında en çok yayın başlatan gazeteci" olan Mehmet Y. Yılmaz, güncel politik gelişmelerin yanı sıra, deneme tarzındaki yazıları ile futbol üzerine yaptığı yorumlarıyla da biliniyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Adana'ya gidek mi kebabından yiyek mi?

Üniversiteyi bitirdikten sonra bir süre yaşadığım Adana hayatıma o tarihte girdi ve bir daha hiç çıkmadı... Kuşkusuz ki cennet vatanımızın birçok güzel köşesi var. Ama şunu söylemeliyim ki Adana farklıdır...

Güzelliğin on para etmez!

Kendisini aşağıya çekmeye çalışanlara karşı geçmişte güzelliğini saklamak zorunda kaldığını söyleyen Nurgül Yeşilçay, aslında erkeklerin bilinçli taktiğine işaret ediyor: Kadın kendisini yetersiz hissetsin ve gözü benden başkasını görmesin

Bir efsanenin sonu

Bu seçimin bize gösterdikleri arasında en önemlisi Erdoğan'ın artık psikolojik üstünlüğünü kaybetmiş olması. "Her seçimi kazanır, Kurum'u aday gösterse bile kazanır" efsanesi yıkıldı, artık Erdoğan'ın öyle bir gücü yok