12 Eylül 2014

Bir tasarım harikası

Artık insanlar Erdoğan’ın parmak izinin, gölgesinin bulunduğu her şeyden nefret ediyor…

Henüz yalanlanmayan ve duyanın hiç şaşırmadığı bir habere göre Erdoğan, kornaya basa basa dolaştığı, camdan kafayı uzatıp, “Aksaray, Aksaray” diye bağırdığı yeni uçağının tasarımını kendisi yapmış…

Erdoğan’ın başta “Yeni Türkiye” olmak üzere tasarımında bizzat etkin rol aldığı aklınıza gelebilecek her şey gözümüzün önünde çökerken, yaptıklarına duyduğum bütün nefrete rağmen kendisine, “Aklın varsa binme o uçağa” demek istiyorum…

Dokunduğu her şeyin yıkıldığını, çöktüğünü, battığını unutmasın…

Yaptıklarından nefret ettiğim bir adama verdiğim bu nasihat da umarım “iyilikler tarihine” geçer…

Nefret demişken, “Erdoğan nefreti” konusunda yalnız olmadığımı hatta oldukça kalabalık bir kitlenin bir parçası olduğumu biliyorum ve ne yalan söyleyeyim bundan da memnuniyet duyuyorum…

Ülkenin yarısından fazlası böyle hissediyor…

Daha çok yeni yaşadığımız bir olay belki derdimi anlatmama yardımcı olabilir…

Biliyorsunuz salı akşamı A milli futbol takımı İzlanda karşısında ağır bir hezimete uğradı…

Twitter’a girip, halkın bu beklenmedik mağlubiyetle ilgili yorumlarına bakayım dedim…

“Alınan bu yenilgi karşısında mutlu olan acaba sadece bir ben miyim?” diye merak ederken, karşılaştığım manzara delirmediğim konusunda kendime olan inancımı pekiştirdi…

Neredeyse elime bayrak alıp mağlubiyet turuna çıkacaktım sevinçten…

Artık insanlar Erdoğan’ın parmak izinin, gölgesinin bulunduğu her şeyden nefret ediyor…

Milli takımın aldığı bir mağlubiyet bile insanları garip bir şekilde mutlu ediyor çünkü her şeyi çok iyi bilen Erdoğan’ın kendi elleriyle tasarladığı futbolun da çökmesine şahit olmak, el attığı her şeyin birer birer yok olmasını görmek, üzerimize çöken karabasandan yakında tamamen kurtulabileceğimiz konusunda oldukça ikna edici olabiliyor…

Kim, ne kaybederse kaybetsin, en fazla onun kaybettiğini, arsızca kullandığı dokunulmazlığında açılan her deliğin kendi sonunu iyiden iyiye yaklaştırdığını görmek, çölde bir vaha bulmuşçasına insanı umutlandırıyor…

Tabii bu “Erdoğan nefreti”nin tam tersi de söz konusu; “Erdoğan sevgisi”…

Ülkenin yarısı Erdoğan’dan nefret ederken, diğer yarısı ise neredeyse kendisine tapınıyor…

Anlaşılır sayısız nedeni olmasına rağmen “Erdoğan nefreti” belki normal değil ama “Erdoğan aşkı” da bir o kadar anormal…

Bu iki anormal durumun arasındaki en önemli fark ise kendisine duyulan nefretin, kendisine duyulan sevgiden daha güçlü, daha gerçek ve daha kalıcı olması…

“Erdoğan sevgisi” tamamen “duygusal” nedenlere dayalıyken, ona duyulan nefrette ölümler, adaletsizlikler, baskılar, isyanlar var…

“Duygusal” nedenler gelip geçici olabilir ama kendi elleriyle yarattığı nefret, zaman içinde kaçınılmaz olarak erozyona uğrayacak olsa da bu kadar acılar yaşamış, bu kadar adaletsizliğe şahit olmuş bir toplumun bünyesinden uzun zaman silinmeyecektir…

Belki de tasarımını Erdoğan’ın yaptığı ve yıllar boyunca yıkılmayacak yegane şey de bu nefrettir…

 

Sınır tanımayan gazeteciler ve gazeteleri

 

Dünkü gazeteleri elime alıp okumaya başladığımda, sadece algı mühendisliği sayesinde varlığını sürdüren iktidarın ve gazetelerinin bir defa daha hiçbir konuda sınır tanımadıklarını gördüm…

Önceki gün açıklanan büyüme rakamları, öyle ekonomi alimi olmaya gerek yok, dört işlem bilen herkesin bir şeylerin yolunda gitmediğini somut bir şekilde görmesine neden oldu…

İkinci çeyrekteki büyümede görülen düşüş, üçüncü ve sonraki çeyrekler konusunda karamsar olmaya yetti…

Hepsi olmasa da gazetelerin bir kısmı bu haberi manşetten duyurdu. Attıkları manşetler aşağı yukarı benzerdi… Taraf, “Yeni Türkiye durdu”, Cumhuriyet, “Türkiye küme düştü, artık 18. ekonomi”, Bugün, “Büyüme düştü, yatırım geriledi”, Zaman, “Ekonomik büyüme beklentilerin altında” başlıklarıyla verdi haberi. Hatta Vatan gazetesi dahi, “Büyümede hedefler tutmadı” başlığını attı habere…

Fakat gelin görün ki, Akşam ve Sabah gazetelerinin haberi okuyucularıyla paylaşma tercihi oldukça dikkat çekiciydi… Yine “milli irade”ye, “Her şey yolunda, ters giden hiçbir şey yok, siz uyumaya ve bize oy vermeye devam edin” mesajları havada uçuşuyordu…

Akşam gazetesi haberi müjdeleyerek verip, “İnadına büyüdük” başlığını attı. Spotunda ise sınır tanımayan gazeteciliğin aslında ne demek olduğunu ortaya koydu: “19 çeyrektir kesintisiz büyüyen Türkiye ekonomisinden bir iyi haber daha… Provokasyonlar, darbe girişimleri, seçim belirsizliği ve Ortadoğu’daki kaosa rağmen ekonomi yüzde 2.1 büyüdü. Uzmanlara göre, üçüncü çeyrek daha parlak geçecek”.

Açıkçası havuzcularda bu sınır tanımazlık devam ettiği sürece dördüncü çeyrekte Amerika’ya borç vermeye başlarız…

Sabah gazetesi ise Akşam’a göre daha insaflıydı: “Etti 19” başlığıyla utangaç bir şekilde ön sayfasının altından verdiği haberde, “Türk ekonomisinin büyüme hızı nisan-haziran döneminde yüzde 2.1 ile beklentinin altında kaldı. Ancak 19’uncu çeyrekte de kesintisiz büyüyerek bir rekora imza attı” ifadelerini kullandı.

Diğer yandaşlar ise böyle bir haber yokmuş, hiç yaşanmamış gibi yapmayı tercih etti…

Yazarlarından birinin dalkavukluk sınırlarını alt üst edip, kendisinden beş yaş küçük “uzun adam” için, “Erdoğan babama benziyor” dediği, “Gezi’de polis şiddeti olsaydı daha çok kişi ölürdü” tespitini yapabilen liberal mi liberal başka bir yazarı da henüz bünyesine katan Akşam gazetesinin bu algı yönetimi belki çoğunuzu şaşırtmadı ama beni her defasında hepsinden çok hayrete düşüren şey, ırzına geçtikleri algılarla, hayatın gerçeklerini yenebilecekleri konusundaki akıl almaz inançları oluyor…

Yandaş medyanın, bu defa topyekun bir algı savaşına girdiği bir diğer konu ise “torba yasa”…

Her birimizin, evet AKP’lilerin bile, hayatını en hafif deyimiyle “zorlaştıracak” olan bu gelişmenin sunuluş biçimi de nasıl bir toplum mühendisliği çalışmasıyla karşı karıya olduğumuzu gösteriyor…

Bu “torbanın” içindeki bazı yasalar hukuk kavramını düpedüz yok ediyor…

Hükümet, mahkemelerin kararını isterse iki yıl boyunca uygulamaz diyen bir madde bile var... Eğer işinden çıkartılan biri mahkeme kararıyla görevine iade edilirse “yürütme” mahkemenin kararını iki yıl dinlemeyecek…

Bireyin devlete karşı hak arama imkanını yok ettiği gibi, yargının hükmünü de yok sayıyor…

“Hakkımı mahkemede ararım” inancını ortadan kaldırıyor…

Açıkça, “Hakkını arayamazsın” diyor…

Bir başka madde ise internet yasaklarını “tek bir adamın” iki dudağı arasına yerleştiriyor. O konuda da mahkemeler devreden çıkartılıyor…

TİB başkanı canının istediği siteyi yasaklayacak, ayrıca kimi isterse izleyecek, siz internetteyken devlet hep omuz başınızda durup ne yaptığınıza bakacak, bunları kayıt altına alacak…

Bu yasalarla devlet faşizmi pekiştiriliyor…

Havuz medyası bu haberi nasıl veriyor peki?

Torbanın başka maddelerine dikkati çekip, “Müjde” başlıklarıyla veriyor…

O torbadaki yasaların hukuku ve özgürlüğü budadığından hiç söz etmiyorlar…

Nelerin bu halkın aleyhine olduğunu çok iyi biliyorlar ve onları okuyucularından saklıyorlar…

Kendi iktidarları için sistemi çökertme konusunda bilinçli bir ısrara sahipler ve bu amaçlarını halka sezdirmeden hayata geçirmenin peşindeler…

Zaten “algı mühendisliği” denilen şey de bu ahlaksızlık işte…

Havuz medyasının okuyucuları gerçekleri gazetelerinden öğrenemeyecekler…

Öğrenmeleri için gidip o gerçeklere çarpmaları gerekecek...

Ki kaçınılmaz olarak çarpacaklar ve kandırıldıklarını anlayacaklar...

O zaman o insanları öfkesini görmek isterim işte…

 

İkiniz de çok haklısınız…

 

Madem konu algı mühendisliğinden açıldı, değinmek istediğim bir olay daha var…

Postmedya sitesinde gördüm ve elimde olmadan gülümsedim…

Fatih Altaylı ve Yıldıray Oğur garip bir kavgaya tutuşmuşlar…

Kavganın detaylarını çok iyi bilmiyorum ve açıkçası pek de ilgilenmiyorum… Sadece birbirlerini “algı operasyonu” yürütmekle suçladıklarını anlıyorum ortalarda dolaşan laflardan…

Ben, ikisinin de birbirleri hakkında söylediklerinin doğruluğuna sonuna kadar katılıyor ve biraz daha açık sözlü olmalarını diliyorum…

Biri, yıllardır yürüttüğü “algı operasyonları” alanında, “anket oranlarını değiştirme” çalışmasıyla kariyerinde zirve yapmış bir isim…

Diğeri ise genç yaşta içine düştüğü bataklıkta “başarı”ya giden kısa yolun kokusunu hemencecik almış ve alır almaz da adımlarını hızlandırmış gelecek vadeden bir yetenek…  

Tamam, her şeye rağmen yine de haksızlık etmek istemem…

Genç olan, abisi kadar kirlenmedi henüz… Aslında kim hayatta Fatih Altaylı kadar kirlenebilir bilmiyorum ama Oğur’un yaptıklarının yapacaklarının bir teminatı olduğunu biliyor ve sağlam adımlarla yürüdüğü yolda Altaylı’nın tacını elinden alacağı günlerin çok yakın olduğunu da görüyorum… 

Neyse ben hiç bölmeyeyim, “halef ile selef”, ikisinin de sonuna kadar haklı oldukları boğuşmalarına devam etsin…

 

Yazarın Diğer Yazıları

Hayaller duşakabin

Bu saçma sapan hayalin toslayıp paramparça olacağı duvara fazla bir şey kalmadı…

"Ay resmen evrim"

Mizahtan korkanların çaresiz vahşetleri bunu durdurmaya yetmez…

Reddedildi

Bana kalırsa bunların para sayma makinasından çok hesap makinasına ihtiyaçları var…