Sanıyorum, 1990 yılının başlarıydı.
Zonguldak maden işçileri, tarihimizin en büyük işçi eylemlerinden birini başlattılar.
Merhum Turgut Özal cumhurbaşkanıydı.
İşçiler Ankara’ya doğru yola çıkarken, hep aynı sloganlar atılıyordu:
“Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı!”
“Vur vur inlesin, Ankara dinlesin!”
Özal ‘özelleştirme’den yanaydı.
Sendikalar karşı çıkıyordu.
Turgut Özal, kamu işletmeleri özelleştirilmeden ekonominin düze çıkamayacağını, Türkiye’nin ‘enflasyon canavarı’ndan kurtulamayacağını savunuyordu.
Buna karşılık sendikalar kamu mülkiyeti diyordu.
Özal’ın pazar ekonomisi savunusu
1990’ların başında Zonguldak maden işçileri şu sloganı atıyordu: “Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı!”
Özal, başta madenler olmak üzere ekonomideki kamu işletmelerinin, bankaların özel ellere geçmesini üç nedenle istiyordu:
(1) Devlet bütçesindeki büyük açıklar, o zamanki klasik deyişle kara delikler kapatılmadan yüksek enflasyonla mücadele edilemezdi.
(2) Ekonomide verimlilik ve dışa açılma başka türlü sağlanamazdı.
(3) Ekonomideki rekabet, siyasette de rekabetin önünü açacak, fikirler gibi mallar da özgür dolaştıkça, liberal demokrasi güçlenmeye başlayacaktı.
Bunun adı pazar ya da piyasa ekonomisiydi.
Devlet ekonomiden dışlanırken
Amerika’da Başkan Reagan, Britanya’da Başbakan Thatcher’la birlikte ekonomide devlet artık tümüyle tukaka haline gelmişti.
Özellikle 1989’da Berlin Duvarı’nın çöküşü, pazar ekonomisi için büyük zafer oldu.
Türkiye daha önce, 1980’nin 24 Ocak politikalarıyla birlikte ekonomide devletten kurtulma yolunda büyük bir adım atmıştı.
O tarihte Başbakanlık koltuğunda Demirel otururken, Özal tam yetkili müsteşar olarak 24 Ocak’ın mimarlığını yapıyordu.
O zamanlar Cumhuriyet’in Ankara temsilcisiydim.
Siyaset meydanında göz gözü görmüyordu. Ortalık toz dumandı. Muhalefet, Anayasa deliniyor, devletçilik ilkesi çiğneniyor diye ayağa kalkmıştı.
Özal’a göre pazar ekonomisi ‘alternatifsiz’di.
Şöyle diyordu Özal:
- Özelleştirme olmadan, ekonomide devlet müdahalesi en aza indirilmeden, liberal ekonominin aletleri kullanılmadan, bankalar özelleştirilmeden, ekonomi dış rekabete açılmadan Türkiye’nin siyasal ve ekonomik tıkanıklığı bitmez!
Balon 2008’de patladı
Batı’da da durum farklı değildi.
Amerika’da Başkan Clinton, Britanya’da sosyalist Başbakan Blair, Almanya’da sosyal demokrat Başbakan Schröder de, Raeagan’la Thatcher’ın açtıkları ‘pazar ekonomisi’ yoluna girmişlerdi.
Blair’le Schröder, yetersiz de olsa, pazar ekonomisine sosyal bir boyut ekleyerek ve ara sıra sosyal pazar ekonomisi deyişinin altını çizerek politikalarını biraz daha farklılaştırdılar.
Berlin Duvarı’nın çöküşüyle ‘komünizm’e karşı zaferini ilan eden kapitalizm artık kendinden son derece emin adımlarla küreselleşme yolunda ilerlemeye başlamıştı.
Bu kendine aşırı güven 2008’de çöktü.
Amerika’da patlayan ve dünyanın halen tam olarak kurtulamadığı büyük kriz, bir yandan büyük kitleleri yoksullaştırdı, işsizleştirdi.
Diğer yandan 2008 krizi, ‘küresel kapitalizm’in zayıf noktalarını, kapitalistlerin zaaflarını, kibirlerini, doymak bilmeyen kâr ve para hırslarını apaçık sergiledi.
Peki, çare neydi?
Berlin Duvarı’nın çöküşüyle ortaya çıkanlar
Soma, tarihin çöplüğüne atılmış olması gereken ‘vahşi kapitalizm’in acımasız bir örneği
Batı’da vahşi kapitalizm 19. yüzyılda sanayileşmeyle birlikte tarih sahnesine çıkarken, kapitalizm tek yol olarak görülüyor, devletin ekonomide esamesi okunmuyordu.
İşçiler, emekçiler ‘köle’ydi.
Sömürü korkunçtu.
Sosyal adalet ayaklar altındaydı.
Bu vahşi düzen ister istemez siyaset meydanında kavgayı getirdi. Bunun sonucunda, sosyal demokratlar ve komünistler güçlenmeye başladı.
İlki, sosyal devlet fikrine, diğeri, merkezi planlamaya dayalı komuta ekonomisi anlayışına yol açtı.
Komünistler, Sovyetler ve Çin’de totaliter diktalarını kurarken dünya bölündü.
Soğuk savaş böyle yaşandı.
Berlin Duvarı’nın 1989’daki çöküşü ise ‘ekonomide devlet’in de, ‘totaliter dikta’nın da çare olamayacağını gösterdi.
‘Sosyal’i takı olmaktan çıkarmak gerek
Bugün bir noktayı daha anladık.
Devleti, kamuyu ekonomiden tümüyle silmeye kalkışmak da çıkar yol değil.
Devletin, kamunun ekonomiye -elbette dozunda- karışmasının yararı bugün çok daha iyi anlaşılmış durumda.
Unuttuğumuz bazı şeyler yeniden su yüzüne çıkmaya başladı.
Sosyal devlet, sosyal pazar ekonomisi, sosyal adalet gibi kavramların sözde kalmaması gerektiği bugün daha iyi kavranıyor.
Sadece ‘ücret sendikacılığı’nın da işçiye, emekçiye ya da genel olarak ekonomide verimliliğe faydalı değil, zararlı olduğu daha çok açığa çıkıyor.
Lanet olsun!
Bugün bir noktayı daha anladık; devleti ekonomiden tümüyle silmeye kalkışmak da çıkar yol değil
Uzun lafın kısası...
Özal, 1980’lerde 24 Ocak’la birlikte ‘pazar ekonomisi’nin mimarlığına soyunurken, ekonomide devletçiliğe ölümcül darbeler indirirken doğru olanı yapmıştı.
Ama Türkiye, 1980’lerden 2000’lere gelirken sosyal devlet, sosyal adalet, sosyal dayanışma ve bunların gerektirdiği sosyal adımları unuttu.
Soma katliamı, bu korkunç unutkanlığın sonucudur.
Soma katliamı, çoktan tarihin çöplüğüne atılmış olması gereken ‘vahşi kapitalizm’in tipik ve son derece acımasız bir örneğidir.
Bu büyük acıyı Soma maden işçilerine, emekçilere yaşatanlara ise lanet olsun.