02 Nisan 2018

Krakow'dan: Hatırlanmayan tarih bir daha yaşanır!

Gaz odalarının duvarlarına son bir gayretle, "Asla unutma" sözünü tırnaklarıyla kazıdılar

Hüzün ve trajedi burada insanın içine işliyor.
Neden geldim ben bu Auschwitz’e?
Acıları hissetmek için mi?
Acıları paylaşmak için mi? 
Acıları düşünmek için mi?
Diyor ki:
Gaz odalarının duvarlarına son bir gayretle, 
'Asla unutma!’ sözünü tırnaklarıyla kazıdılar.

Auschwitz'den...

​Sevgili Şahin'in son kitabımla ilgili satırları beni duygulandırıyor, hadi itiraf edeyim, birkaç damla gözyaşı siliyorum yanaklarımdan...

Krakow, 21 Şubat 2018 

Hayret, bugün güneşli bir gün. 
Kar da yağmıyor. 
O kadar soğuk da değil.
Gözümü Şahin Alpay'ın hapisten, Silivri'den gönderdiği bir yazıyla açıyorum. Belki de günüm bu nedenle böyle güzel başlıyor. 
Sevgili Şahin'in son kitabımla ilgili satırları beni duygulandırıyor, hadi itiraf edeyim, birkaç damla gözyaşı siliyorum yanaklarımdan... 

Şahin Alpay: Hasan Cemal'in anıları, 50 yıllık dostluğumuza rağmen cevabını merak ettiğim sorulara ışık tuttu

Bugün "Schindler'in fabrikası"na gittim, kırmızı paltolu kızı aradım. 
Karlı havada, siyah kalabalıkların içinde bir görünüp bir kaybolan o küçük kıza bakındım. 
Nazi askerlerinin kurt köpeklerinden kendini sakınarak, ürkek hâlleri ve küçük adımlarıyla çabuk çabuk yürüyen o küçük kız...
Getto her zaman soğuktu, buz gibi soğuktu, diyen...
Kocaman miğferli askerler bağırır, biz de emirlerine uyardık, yoksa derhal öldürürlerdi, diyen...
Annem bana hep gülümserdi ama onun hep hüzünlü olduğunu bilirdim, diyen...
Hep üşürdüm, her zaman hasta ve ateşliydim, diyen...
Banyomuz yoktu, koridordaki herkesin kullandığı tuvalet sık sık tıkanır ve felaket kokardı, diyen...
Köpekler sürekli havlardı, diyen...

Sonra bir gün annem kırmızı paltomu giydirdi, düğmelerimi ilikledi, elime çantamı tutuşturdu, ses çıkarmak yok, hadi artık gidiyoruz burdan, dedi. 
Dışarıda tam bir ölüm sessizliği vardı. 
Sadece güvercinlerin hu hu'ları duyuluyordu. 
Uzaktan ateş sesleri ve insanların haykırışları geldi.
Çok korkmuştum.

Schindler'in Fabrikası'nda, annesinin elini sıkı sıkıya tutan, hiç bırakmayan, küçük bavuluyla küçücük adımlarıyla çabuk çabuk yürüyen o kırmızı paltolu şirin ufaklığı aradım.
Bulamadım.

'O kız benim!..'

Steven Spielberg'ün Schindler's List filminden tanıdığım o küçük kız ortalıkta görünmüyordu. Ama kitabı vardı.

The Girl
     in
the Red Coat

Hitler'in Krakow'da yarattığı o cehennemden, Yahudi gettosundan annesiyle birlikte kurtulmuş, büyümüş, üstelik hatıralarını yazmıştı.
Adı, Roma Ligocka idi.
1938 doğumluydu. 
Halen Münih'te yaşıyordu.

"Kırmızı palto"lu hâlini, Steven Spielberg'ün 1994'te çektiği yedi Oscar ödüllü Schindler's List (Schindler'in Listesi) filmini seyrederken, çığlıklar atarak fark etmiş, o kız benim benim, diye salonu inletmişti. Sonra da, unutmak değil hatırlamak istiyorum diyerek yaşadığı acıları yazmaya başlamıştı.
Krakow'da, bu hüzünlü şehirde acı deyince en karası, katmerlisi var. Hitler'in ölüm kamplarından Auschwitz çok yakında. 
Dünyanın bin türlü hâlini, insanoğlunun kendi eliyle yarattığı cehennemleri, benimki senden daha üstündür  diye de tarif edilebilecek olan ve bugüne kadar bir türlü yok edilemeyen milliyetçilik virüsünü, insanlığa karşı canavarlığı, totalitarizmi düşünmek, hissetmeye çalışmak için iyi bir yer...

Oskar Schindler (28 Nisan 1908-9 Ekim 1974)Neden geldim ölüm kampına?

Bugün Schindler'in fabrikası"na gittim, kırmızı paltolu kızı aradım...

Auschwitz'e ilk kez 2011 yılında, yine soğuk, karlı bir şubat ayında gelmiştim.
Aynı soru vardı kafamda:
Neden geldim Auschwitz'e, ölüm kampına?  
Yine kendi iç dünyamda avarelik yapıyorum. 
Dimdik yükselen nöbetçi kulübesinin altından geçip, cetvelle çizilmiş gibi dümdüz uzanan karla kaplı demiryolunun üstünde kendi başıma yürüyorum.
Yedi yıl önce de böyle yapmıştım.
Acelem yok.
İki yanım dikenli teller...
Kırmızı tuğlalı sevimsiz barakalar...
Ve o çirkin bacalar...
Soğuk gerçekten dondurucu. 
Kar da yağıyor.
Gri, kurşuni bir hava.
Sanki o bacalar tütüyor hâlâ. 
Belki bana öyle geliyor. 
Burnumda ölümün, barbarlığın kokusu, yürüyorum.
Neden ben buradayım?

Auschwitz’den kurtulabilen o yaşlı kadının sesi kulağımda:

Dikkat et bastığın her yere, 
her metrekaresinde 
bir ölü var 
bu toprakların.

Auschwitz’de, Hitler'in bu ölüm kampında çok büyük çoğunluğu Yahudi olan bir milyon yüz bin kişi katledilmiş.
Bitiyor demiryolu.
Naziler, Macaristan Yahudilerini hiç vakit kaybetmeden doğruca gaz odalarına göndermek için savaşın son yılı inşa etmişler, bu cetvelle çizilmiş gibi dümdüz demiryolunu.

Konuşurken yutkunuyor, gözleri doluyor:

Korkunçtu o yaz. 
Her Allah’ın günü 
sekiz bin Macar Yahudisinin 
gaz odalarına götürüldüğünü kendi gözlerimle gördüm.

Hüzün ve trajedi burada insanın içine işliyor.
Neden geldim ben bu Auschwitz’e?
Acıları hissetmek için mi?
Acıları paylaşmak için mi? 
Acıları düşünmek için mi?

Diyor ki:

Gaz odalarının duvarlarına
son bir gayretle,
'Asla unutma!’
sözünü tırnaklarıyla kazıdılar.

Auschwitz'in yanı başındaki Birkenau toplama kampına hareket eden ölüm katarları için yapılan demiryoluBalık istifi yatan iskeletlerin 
simsiyah çukurdan bakan gözleri

Auschwitz'de 2011 yılında, Bosna-Hersek Başmüftüsü Mustafa Çeviç’i dinlemiş, Milliyet'teki köşemde yazmıştım.

Yıllar yılı ilgilenmedim Yahudilerin başına gelenlerle... Auschwitz nedir umurumda değildi. 
Ama ne zaman kendi memleketimde, Srebrenitza’da bizim başımıza geldi soykırım,
o zaman uyandım, 
her şeyi öğrendim. 
Bunun için buradayım. Avrupa, altı milyon Yahudi’nin gaz odalarında, ölüm kamplarında can vermesinden sonra bir daha asla dedi, 
ama 1990’larda Avrupa’nın göbeğinde, bu kez Bosna’da yaşadık soykırımı...

Ne Yahudiler canidir, ne de Müslümanlar terörist!  Yaşanmış acıları inkâr etmeden, ille de mukayese etmeden konuşmak, tartışmak zorundayız 

İnsanları birbirlerinden böylesine nefret ettiren ne ola ki?
İnsanlar neden birbirlerini kesiyor? 
Dilleri, dinleri, kökleri, renkleri farklı diye mi?
Bir türlü tedavi edilemeyen milliyetçilik illeti mi? 
Benim milliyetçiliğim senin milliyetçiliğinden daha iyidir, daha üstündür duygusu mu?
Belki de.
Ben sevmiyorum bu milliyetçiliğin hiçbir çeşidini...

Sevimsiz, kırmızı tuğlalı barakalardan birine giriyorum kendi başıma.
Sessizlik, küçücük pencereden sızan solgun kış ışığı ve her tarafından buz gibi rüzgâr üfüren bir baraka. Basık tavanlı, kâbus gibi.
Tahta ranzalar.
Ve tahtaları pislikten kararmış o ranzalarda balık istifi yatan iskeletlerin simsiyah çukurdan bakan gözleri.
Bir ranzanın üstünde bir sap kırmızı gül, kurumuş.
İnsanlığın yüz karası bir kamp, ölüm kampı. 
Niçin buradayım? Ders çıkarmak için mi?

'En iyi Film' ve 'En İyi Yönetmen' dâhil 7 dalda Oscar kazanan Spielberg'ün 'Schindler'in Listesi filminden...

Çocuk ayakkabıları... Bebe patikleri... Çocuk giysileri... Kadın saçları, Nazi Almanya’sında tekstil hammaddesi olarak toplanmış, çuvallanmış...
Gözümün önünde çocuklar, gözümün önünde bebeler, gözümün önünde anneler, binlerce, on binlerce, yüz binlerce.
Bakamıyorum.
Filmlerden, belgesellerden ezbere bildiğim yer, Auschwitz’in girişi:

Arbeit macht frei!

O irkiltici kapı, o irkiltici slogan. Hemen altında, o orkestranın siyah beyaz fotoğrafı. Gaz odalarına uygun adım gitsinler diye kamp sakinlerinden oluşturulan orkestra devamlı marş çalıyor.

Balyoz gibi söz:

Soykırım Avrupa’nın işidir, Yahudileri
Müslümanlar kesmedi!

Krakow'da, bu hüzünlü şehirde acı deyince en karası, katmerlisi var

Türkiye doğumlu bir Yahudi’ye ait bu söz. Lyon’da yaşarken komünist olmuş, savaş sırasında direnişe katılmış, sahte kimlik basarken yakalanmış, Auschwitz’den de canlı çıkabilmiş, böyle diyor.
İkinci Dünya Savaşı’nı, Hitler’i ve Nazizm’i insanlığın başına saran milliyetçilik elbette Avrupa işi.
Ama unutmayın:
Demokrasi de, hukuk da, özgürlük de, eşitlik de Avrupa işi.
Milliyetçilik belasını aşmak için, tarihin en büyük barış projesi olarak savaş sonrası tarih sahnesine çıkan Avrupa Birliği de Avrupa işi.
Ama şimdi tekliyor bu proje.
Ne yazık ki öyle.
Avrupa Birliği'ni, özgürlükçü demokrasi ve hukuku, Müslümanları sevmeyen, ırkçı ve yabancı düşmanı milliyetçilikAvrupa'da yine güçleniyor.
Ve Avrupa'da milliyetçi çığırtkanlık  barış ve demokrasinin temellerini fena hâlde kemiriyor.
“Avrupa kendi değerlerine sırtını dönmeye başladı” diyenler haksız değil.
Avrupa'daki Yahudi düşmanlığıyla, Müslüman düşmanlığı ya da anti-semitizm ile İslamafobi tek yumurta ikizidir demek bir gerçeği yansıtıyor.
Gaz odalarında hayata veda edenlerin deri bavulları toplanmış kocaman camekânın içinde.

Else Meier, Köln, 1892 doğumlu... 
L. Grootkern, Hollanda, 1905...
Herman Pasternak, 1900 doğumlu... 

Babam da 1900 doğumluydu.
Ne diye geldim ben Auschwitz’e?
Başka sorular da aklıma takılıyor.
Yahudiler, İslamafobi konusunda ne kadar duyarlı? Yahudilerdeki ebedi mağduriyet duygusu, Filistinlilere karşı duyarsızlığın kapısını mı açıyor? 
Kendi kendime konuşuyorum:

Ne Yahudiler canidir, 
ne de Müslümanlar terörist! 
Yaşanmış acıları inkâr etmeden, 
yaşanmış acıları 
ille de mukayese etmeden konuşmak, tartışmak zorundayız.  
Veyahut:
Önyargıları 
ve inkârcı bakış açılarını 
tarihin çöp tenekesine atmak zorundayız, 

eğer bu dünyada barışı içtenlikle istiyorsak...

Gaz odasından çıkan Yahudilerin yakıldığı o korkunç fırınların oraya kocaman yazmışlar:

Tarih hatırlanmazsa, 
çaresiz 
bir daha yaşanır!

Hava çok soğuk, en iyisi bir yer bulup bir kadeh buz gibi votka atayım, belki kendime gelirim.

Yarın: Yine Krakow'dan...

 

Yazarın Diğer Yazıları

Sevgili Celal Başlangıç gurbette, memleket hasretiyle gitti

Adam gibi adamdın, iyi gazeteciydin, seni "Yeşilyurt dışkı yedirme" haberiyle hatırlayacağım hep...

Özgür Özel'in Erdoğan'la diyalog talebini neden önemsiyorum?

31 Mart penceresini açan CHP, hem kendisini hem Türkiye'yi bundan sonra büyütmek istiyorsa, bunun için siyaset meydanına bir büyük uzlaşma projesi, dört dörtlük bir demokratik anayasa önerisi sunmalıdır

Taksim Meydanı 1 Mayıs'lara açılmadıkça, cezaevleri boşalmadıkça...

Bu ülkede demokrasiden, hukuk ve adaletten, özgürlükten söz edilemez