Los Angeles, 2011 yılı Mart ayı.
Akşam vakti üniversitede, UCLA’de yapacağım konuşmayla uğraşıyorum otel odamda.
Soykırım diyecek miyim?
Soru bu.
Konuşma taslağının başındaki cümle:
“Sizin acınızı biliyorum, sizin acınızı anlıyorum ve bu acınızı paylaşmak için buradayım.”
Peki ama hangi acı?
Soykırım acısı mı?
Yoksa sadece acı mı?
Neden soykırım demiyorum?
Dilim niye tutuk ki?
Oysa gayet iyi biliyorum, Anadolu’daki etnik, kültürel her türlü farklılığa son vermeyi amaçlayan o Türkleştirme ve Sünnileştirme siyasetinin Osmanlı’nın İttihat ve Terakki döneminde başlatıldığını...
‘İç düşman’lardan arındırılmış bir Anadolu istendiğini...
İttihat Terakki’yle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu arasındaki devamlılığı…
Ve bu açılardan 1915’in tarihi bir dönüm noktası olduğunu…
Hepsini biliyorum ama dilim hâlâ tutukluk yapıyor.
Neden?..
Bildiğimi, düşündüğümü 2011 yılı baharında daha hâlâ niçin söyleyemeyecektim ki?
Soykırım sözcüğünü bir ekliyor, bir siliyorum.
Katliam, tehcir, soykırım, trajedi...
Los Angeles'ta akşam vakti, üniversitede yapacağım konuşmayla uğraşıyorum: 'Soykırım' diyecek miyim?
Erivan’da da öyle olmuştu.
2008’in Eylül ayı.
Ermeni Soykırımı Anıtı’na gidecek miyim, gitmeyecek miyim?
Kafamdaki soru buydu.
Sonunda anıta gitmiş, sevgili Hrant Dink’in acısına, anısına beş sap̧ beyaz karanfil koymuştum.
Peki şimdi, soykırım diyecek miyim?
Bir yazıyor, bir çiziyorum üstünü.
Neden?
Sorunum nedir bu sözcükle?
Ermeni Soykırım Anıtı’nı ziyaret ettim.
Ermenilerden Özür Bildirisi’ni imzaladım.
24 Nisan 2010 tarihli Milliyet’teki yazımın başlığı, “Ermenilerin 24 Nisan acısını paylaşıyorum”du.
Ayrıca, 24 Nisan’ın soykırım olduğunu düşünüyordum.
1915’te Osmanlı devletini yöneten İttihat ve Terakki diktasının, onun derin devleti sayılan Teşkilat-ı Mahsusa’nın Ermenilere yaptıkları planlı programlıydı.
Sevgili Hrant’ın dediği gibi:
Atalarımın başına gelenleri biliyorum.
Buna kiminiz katliam, kiminiz soykırım, kiminiz tehcir, kiminiz trajedi diyorsunuz.
Atalarım da Anadolu deyimiyle kıyım derdi.
Bir devlet kendi yurttaşlarını, hem de savunmasızlarını, çoluk çocuk, kadın yaşlı demeden, kök saldığı ortamlardan söküp, bilinmez bitmez yollara salıyorsa, bunun sonucunda da bir halk buyük bir bölümüyle yok oluyorsa, bugün bizlerin bu durumu izah edecek kelimeleri tercih etme kıvranışımız, insan olma özelliğimizin hangi vasfıyla izah edilebilir?
‘Buna soykırım mı desek, göç̧ mü desek?’ diye cambazlıklar yapacaksak, her ikisini de aynı ölçüde mahkûm edemeyeceksek, soykırım yerine tehciri ya da tehcir yerine soykırımı tercih etmekle, insan oluşumuzla ilgili onurun hangi parçasını kurtarmış olacağız?”
Hâlâ dokunulmaz tabularım mı olacak?
Los Angeles’taki otel odamda, 2011 yılı baharında aklıma sevgili Hrant’ın bu sözleri geliyor.
Ve kelimeler arası kıvranış sürüyor.
Soykırım mı?
Tehcir mi?
Trajedi mi?
Kıyım mı?
Katliam mı?
Kesim mi?
Soykırım kelimesiyle derinlerine giden bir meselem olduğu için mi otel odamda kıvranıp duruyordum?
Ne düşünüyorsam, neye inanıyorsam apaçık söylemekten, yazmaktan beni alıkoyan neydi?
Tabular…
Korkular…
Mahalle baskısı…
“Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz!”
Ne düşünüyorsam apaçık söylemekten, yazmaktan beni alıkoyan neydi? Tabular…Korkular… Mahalle baskısı…
301’ler…
Vatan hainliği damgası…
“Dün Ali Kemal, bugün Hasan Cemal?”
Kaç̧ yaşıma geldim, kaç yıldır demokrasiyi, ifade özgürlüğünü savunuyorum, ama hâlâ bazı düşüncelerimi kendime saklamaya devam mı edeceğim?
Hâlâ dokunulmazlığa sahip kendi tabularım mı olacak?
Kendi doğru bildiğimi söylemekten korkacak mıydım?
Taşları yerinden oynatacak cesaretten yoksun kalmaya devam mı edecektim?
Bir başka deyişle:
Özgürleşemeyecek miydim?
'Kürtler yaşadıklarını, Ermeniler de
öldürüldüklerini kanıtlamaya çalışır!'
Belleğin kuytuluklarından yine o konu çıkıp geliyor:
Tutsak akıl, özgür akıl…
Aklım ‘tutsak’ kalmayı sürdürecek mi?
‘Tutsak akıl’la yaşamanın, yalanda yaşamak anlamına geldiğini bir zamanlar bilmiyordum.
Beynimi totaliter sloganların, milliyetçi-ırkçı devlet klişelerinin emrine kolayca vererek mutluluğa açılan yollarda yürüyeceğimi sanıyordum.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 1923 sonrasında akılların etrafına çekmiş olduğu ‘kırmızı çizgiler’in bilincinde değildim o radikal Kemalist-komünist gençlik yıllarımda…
Kökleri Osmanlı’nın Enver-Talat-Cemal diktasına uzanan bu ‘kırmızı çizgiler’in, bugünlere kadar gelen ‘Türk milliyetçiliği’nin çerçevesini de çizdiğini çok sonra öğrenecektim.
Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte yeni bir ulus-devlet, bir Türk ulusu yaratabilmek için, Anadolu’daki bütün Müslümanlar Türk olacak, gayrimüslimler de Anadolu’dan toz olacaklardı.
Kürt Kürtlüğünü, Alevi Aleviliğini, Ermeni acısını unutacak, Müslüman da Sünni inancını daha çok kendi vicdanında yaşarken, pek öyle kamuya taşımayacaktı.
Hakkari’li bir Kürt aydınının dediği gibi:
“Yıllardır Türkiye’de Kürtler yaşadıklarını, Ermeniler de öldürüldüklerini anlatmaya, kanıtlamaya çalışırlar.”
Türkiye'de tarihle uğraşmak,
'dün'le değil, 'bugün'le boğuşmaktır
'Yıllardır Türkiye’de Kürtler yaşadıklarını, Ermeniler de öldürüldüklerini anlatmaya, kanıtlamaya çalışırlar'
Ne Kürtler, ne Aleviler, ne de 1915 vardı benim öğrendiğim tarihte.
Aklım böyle bir resmi tarih tarafından tutsak alınmıştı.
Cumhuriyet devleti kendi resmi tarihiyle beni ‘yalanda yaşatmıştı.’
Bizim tarih, gerçek değil icat edilmiş ya da tahrif edilmiş bir tarihti.
Ermeniler, 1915 yoktu o tarihte.
Kürtler yoktu o tarihte.
Dersim yoktu o tarihte.
Aleviler yoktu o tarihte.
Yahudileri 1930’larda hedef alan Trakya pogromları yoktu.
‘Varlık vergisi’nin, 6-7 Eylül pogromunun perde arkası da yoktu o tarihte.
Bizim memleketin resmi tarihi kendi insanına güvenmez.
Kendi vatandaşını karanlıkta tutmak, yalanda yaşatmak ister.
Ya da kendi ezberlerinin dışına çıkılmasına izin vermez.
Bu nedenle, alternatif tarih yazımı Türkiye’de kolay olmamıştır, çok gecikmiştir.
Bunun içindir ki, Türkiye’de tarihle uğraşmak bugünle uğraşmaktır, ‘dün’le değil, ‘bugün’le boğuşmaktır ve de riskli bir iştir hâlâ…
1915 ve Ermeni meselesinde, Kürt sorununda, Alevi meselesinde, ‘asker sorunu’nda asıl tarihi, gerçek olanı araştırmaya başladığın zaman hop dedik sesi kulağında çınlar.
Hiç de tekin olmayan bir alana girdiğinize dair uyarı mesajları alırsın.
Çünkü, ‘tarihin uydurulmuş hâli’dir onların işine gelen...
Onlar, yani düşünce polisleri!
Ellerinde sopalarla, ellerinde 301 gibi yasakçı kanun maddeleriyle, ellerinde silahlarla bugün de, -eskisi kadar güçlü ve etkili olmasalar da- hâlâ sahnededir bu ‘düşünce polisleri...'
Kendileri gibi düşünmeyenleri cezalandırmaya hazır düşünce zaptiyeleri.
Tarihle yüzleşmekten başka çaremiz yok
George Orwell’ın bir sözü vardır:
“Özgürlük, insanlara duymak istemedikleri şeyleri söyleyebilmektir.”
Bu anlayış ‘düşünce polisleri’ni çıldırtır.
Onlar için tek doğru vardır çünkü.
Onu da kendi tekellerine aldıklarını sanırlar.
Tarih de onların tekelindedir.
Öyle sanırlar.
Oysa, tarihle yüzleşmek gerekir.
Başka çaremiz yok.
‘Resmi tarih’i sorgulamak şart.
Osmanlı tarihinin, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ‘kepaze, rezil sayfaları’yla yüzleşmekten, resmi tarihin köhne klişelerini sorgulamaktan kaçmak uygar insanlara yakışmaz.
Demokrasiyi bir hayat tarzı olarak benimsemek isteyen bir toplumun kendi geçmişini didik didik etmesi -ve o toplumda akılların özgürleşmesi- barış ve demokrasi açısından ön koşul niteliği taşır.
Bir ülkede tarihle ne kadar yüzleşilirse, tarih ne kadar sorgulanırsa, eleştirel ve bağımsız düşünme tarzı ne kadar gelişirse, o ülkede bir yandan demokrasi bir hayat tarzı olarak yerli yerine otururken, toplum da o kadar olgun, kendi kendisiyle barışık yaşamaya başlar.
Mazi, artık paçalarımızdan çekmesin
Tarihle yüzleşmekten başka çaremiz yok. Gün gelecek hepimiz geçmişi acıyla anacağız, nefretle değil
James Joyce’un Ulysess isimli romanındaki şöyle bir cümleyi hiç unutmam:
“Tarih hep uyanmak istediğim bir kâbustur.”
Tarihi bir kâbus olmaktan hep birlikte çıkarmak, bu ‘kâbus’tan bir an önce kurtulmak zorundayız.
Tarihten korkmak, insanlığın en büyük yanlışlarından biridir.
Bu korku bizde fazlasıyla yaygındır.
Tarihin sayfaları arasından hortlaklar, zombiler çıkacak ve bizi ham yapacaklar!
Ne kadar hazin, ne kadar gülünç.
Geçmişten, tarihten korkmayalım!
Mazi, güzel bir gelecek yolunda bizi paçalarımızdan artık daha fazla çekmesin.
Ya da tarihin bizi esir almasına izin vermeyelim.
Tarih yüzünden birbirimize düşmanlaşmayalım.
Tarihin zincirlerini kırıp ne kadar özgürleştirirsek, tarihten gelen ön yargılardan ne kadar kurtulursak, bizler de o kadar özgürleşiriz.
Geçmişi acıyla anacağız, nefretle değil
Gün gelecek hepimiz geçmişi acıyla anacağız, nefretle değil.
Ve gün gelecek bizler de kendi topraklarımızda ‘kayıp tarihi’mizi bulacağız.
İşte o zaman tarih, bize de yük olmaktan çıkacak ve tarihimizle birlikte bizler de özgürleşeceğiz. (2012’de çıkan 1915: Ermeni Soykırımı isimli kitabımdan)
Nihayet, Los Angelos’taki otel odamda, 2011 yılı baharında bir akşam vakti üniversitede yapacağım konuşmamın o cümlesine soykırım sözcüğünü ekliyorum:
“Sizin acınızı, soykırım acınızı biliyorum, anlıyorum ve bu acınızı paylaşıyorum.”
Son söz:
1915’in yüzüncü yılında Ermenilerin soykırım acısını paylaşıyorum.