20 Aralık 2015

Moskova’da bir restoranda Putin’le karşılaşmak...

Ölülerini votkayla uğurlayanların başkentinde, yitirdiğimiz Rus-Türk dostluğunun arkasından içiyoruz

Neredeyse yeni bir Rus-Türk savaşı başlıyor.

Restorana gitmenin zamanı mı?

Evet, tam zamanı.

Ölülerini votkayla uğurlayanların başkenti Moskova’da, Rus-Türk dostluğunun arkasından içiyoruz.

Kadehini kaldırıp uzun bir konuşma yapan arkadaşım acı acı gülerek soruyor:

“Ruslarla bir daha ne zaman dost oluruz acaba?”

Sonuna kadar “yuvarlamam” gereken küçük votka kadehini tutan elim havada asılı kalıyor.

“Bir daha ne zaman?..”

“Hiçbir zaman” diyecek bir gelenekten gelmedim ben; siyasetle tanışır tanışmaz “sonsuz bir iyimserlik içinde acı çekmek” öğretildi bana.

Ne desem ki?..

Üç vakte kadar? 3 ay olmaz! 3 yıl sonra, mesela? Ya da 5, 10, 30 yıl?..

Buraya gelene, bu kadar dost olana kadar, bir hesaba göre 10-15 yıl, başka bir hesaba göre ise 30 yıl emek harcanmıştı (fazlasını söyleyene de itiraz etmem).

Bir günde bitti. Bir uçak düştü dostluğumuzun üzerine.

Ve bizimle aynı saflarda olduğu varsayılan insanların öldürdüğü iki Rusun Suriye toprağına yayılan kızıl kanında, bütün Türklerin “uçak düşürme potansiyeline sahip” birer düşman olabileceğini gördü Ruslar...

Arkadaşımın uyarısıyla epeydir elimde unuttuğum kadehin dibini görüyorum.

İçimde sanki bir daha buralara gelmeyecekmişim gibi abartılı ve karmaşık bir sıkıntı var.

*    *    *

 

Bir iki saat sonra yan masada doğum günü kutlayan kalabalık kadın grubunun lideri, yanımdan geçerken önce hafif bir omuz atıyor, sonra benim şaşkın bir bakışla kendisine döndüğümü görünce beklenmedik bir eleştiri yapıyor:

“Şu sıkıcı konuşmalarınızı bitiremediniz gitti!”

İri yeşil gözlerinde ışıldayan gülüşünü görmesem bunu masamızın içişlerine müdahale sayabilirdim.

Belki de şaşkınlığımın hangi duyguya evrileceğinden emin olmadığından acele bir soru ekliyor:

“Sahi, hangi dilde konuşuyorsunuz siz?”

Bu akşam hiç hazırcevap değilim; uçak krizi beni aptallaştırdı.

Önceki halim olsa hemen Zuluca veya Vendaca deyip muhtemelen bir sonraki soruya da “Güney Afrikalıyız” cevabını yapıştırırdım. Ve o da gülerdi mutlaka.

Şimdi uzun süredir siyaset konuşan ve bu yüzden yan masanın rengârenk cazibesine bile yeterince ilgi göstermeyen (arkadaşımın uzun konuşmaları sırasındaki birkaç kaçamak bakış hariç) sıkıcılığıma yakışan bir cevap veriyorum:

“Artık buralarda sakıncalı sayılan bir dilde...”

Gülüşünün dozunu merak duygusuyla bir parça düşürerek sorularına devam ediyor.

Nereli olduğumuz ortaya çıkınca komşu masadakilerin tepkisine bakıyorum.

“Deniz-kum-güneş” sohbeti başlıyor. Önce neşeyle... Sonra buruk bir hüzünle... Gerçekten de birçok Rus için Türkiye demek Antalya’da tatil demek...

İçlerinden biri bizden kendisinin bilmediği önemli bir sırrı öğrenmek ister gibi soruyor:

“Söylesenize, bundan sonra nasıl geleceğiz sizin memlekete? Belarus’tan geçerek kaçak turist olarak mı? Yoksa mesela sizin bize göndereceğiniz özel davetiyelerle mi? İzin verirler mi ki?..

O an yalnızca bunu sorana değil, bütün komşu masa sakinlerine, hatta o restoranın en az yarısına davetiye göndermeye hemen ikna olmaya hazırım.

Ama “izin verirler mi ki?” sorusunun cevabı bende değil, çoook yüksek mercilerde.

Sahi, Kremlin’de alınan kararlarla Türkiye’yle turizmi engellerken kendi vatandaşlarının haklarını da sınırlamış olmuyorlar mı?

Evet, ama bu ülkede esas olan “devlet yönetiminin kararı”dır. Nobel Edebiyat Ödülü’nün bu yılki sahibi Belaruslu yazar Svetlana Aleksiyeviç’in dediği gibi, “Ruslar iyi hayatı değil güçlü devleti seçerler” genellikle...

 

*    *    *

 

Sohbetin devamını aynı masada kalabalık bir grup olarak yapıyoruz.

İçlerinden diğerlerine göre daha yaşlı duranı, anaç bir tavırla bize sevecenlik gösteriyor:

“Merak etmeyin, halkların duygusu pek değişmez. Türkiye’yi seviyoruz ve sevmeye devam edeceğiz. Ama bakın, önümüze anket getirirlerse bizden istenen cevapları veririz, o ayrı konu! Ona bozulmayın hiç!”

Ona “Nedenmiş o?” diye sormak istiyorum; ama son anda vazgeçiyorum. Katılanların çoğunluğunun “Rus uçağının düşürülmesi doğrudur” cevabını verdiği bizdeki anket ve o anketteki sorunun “soruluş tarzı” geliyor aklıma.

Anaç teyze devam ediyor:

“Ama politikacılarımız ve gazetecilerimiz hep eser gürler. Onların işi bu çünkü. Liderin işaret parmağının izinden koşturmak...”

Bu anlatım hoşuma gidiyor. Doğru. O restorana bir Rus kanalındaki tartışma programına katıldıktan hemen sonra geldiğim için izlenimlerim çok sıcak.

Benim gibi kendi ülkesindeki yönetimi desteklemeyen ve uçağın düşürülmesini hatalı bulan bağımsız bir gazeteciye bile nasıl şiddetli tepki gösteriyorlar!

Nedeni cebimdeki pasaportta yazıyor: Türkiye vatandaşıyım. “Uçağı düşüren Türkiye’nin bir parçasıyım”.

Sözlere ve tavırlara bakmadan ulusal, ırksal, dinsel vb. aidiyetlere göre birilerine peşinen karşı çıkmaya ne deniyordu?..

Yazık, çok yazık...

80’li yıllarda Leningrad Üniversitesi’nde yaşlı bir profesör bize “partili gazetecilik ilkeleri”ni öyle keyifle anlatıyordu ki, sanırsın baklava tarifi yapıyor...

Şartlar ne olursa olsun kolaydı bu “partili gazetecilik”; her durumda sana “yukarıdan indirilen” kararlara uygun yazıyor ve konuşuyordun. Hepsi o kadar!

İsimleri farklı olsa da bütün gazeteler Pravda’ydı aslında.

Tıpkı bizim bugünkü “havuz medyası” gibi.

Ve birkaç saat önce Rus kanalında yanımda duran “devlet yandaşı Rus meslektaşlarım” gibi... 

 

*    *    *

 

Ha, “yandaş” deyince, unutmadan ekleyeyim:

Hem o televizyon programında, hem de kısa süre önce katıldığım konferansta ilginç “muhalifler” gördüm.

Sadece Kremlin yönetimine duydukları tepki nedeniyle, Rus uçağını vuran Ankara yönetimine “Bravo! Türkiye Rusya’ya ders verdi!” diye sahip çıkıyorlardı. Liberal Rus muhalifleri, Doğu Avrupalı “Putin düşmanları” fazla düşünmeden bir anda “Erdoğan hayranı” oluvermişti.

“Düşmanımın düşmanı” kafasına sahip bu tür yandaşlık da daha az zavallı sayılamazdı doğrusu.

Birkaç saniyede dalıp gittiğim bu düşüncelerden sıyrılmam için omzuma sıkı bir yumruk yemem gerekiyormuş.

Daha az önce tanışmamıza rağmen aynı masada içki içmenin hızlandırıcı süreci içinde neredeyse “kan kardeşi” olduğumuz iri yeşil gözlü grup lideri, boşalan kadehleri doldurmamı emrediyor.

Rus kadınının erkekten beklentileri arasında, paltosunun-pardösüsünün tutulması, arabanın kapısının açılarak çıkmasına yardımcı olunması ve boşalan kadehinin doldurulması önemli yer tutar.

Boynumuz kıldan ince!..

Rus erkekleri, Türk erkekleri... Düşürülen uçak... Rusya’da iklim, Türkiye’de iklim... Düşürülen uçak... Rus mutfağı, Türk mutfağı... Düşürülen uçak...

Sohbet uzayıp gidiyor...

 

*    *    *

Demin yatıştırıcı işlev gören anaç teyze birdenbire hınzırca gülümseyerek bana bir soru soruyor:

“Sizinkiler uçağımızı düşürdü. Bizimkiler de intikam almak istiyor. Sense ilişkiler bozuldu diye üzülüyorsun. Diyelim ki burada, bu restoranda Erdoğan’a ve Putin’e rastlasan onlara ne derdin?”

Banal bir şakayla Erdoğan’ın orada olma ihtimalini savuşturuyorum. Ya Putin? Hımm... Gelir mi gelir...

O zaman ona derdim ki:

“Bakın Sayın Putin! Tamam, uçağın düşürülmesine ve sonraki tavırlara bozuldunuz. Ama sizinki de aşırı tepki değil mi? Sizin meseleyi kişiselleştirmeniz ve çok sert kararlar almanızdan dolayı milyonlarca Türk ve Rus zarar görüyor. Mesela Türk-Rus aileler, çocuklar, şimdi...”

Ben makineli tüfek gibi içimde birikenleri sıralarken, o daha hain bir bakışla beni susturuyor:

“Şşşş! Bak beklediğin fırsat ayağına geldi. Putin arka masada oturuyor!..”

Neee? Ne diyor bu kadın yav?..

Öyle hızlı dönüyorum ki arkama, o sırada önümdeki şişe ve bardakları devirdiğimin farkına varamıyorum.

O da ne! Gerçekten de Putin! Orada oturuyor...

Ne diyecektim onu görünce?.. Hay Allah!..

Arkamdan kadın kahkahaları geliyor.

Onlara doğru dönüp az önceki sahneyi unutturacak bir ciddiyet sergilemeye çabalıyorum.

“Kadehi boşalan var mı kızlar?”

Kahkahalar şiddetleniyor.

Yavaş yavaş toparlansam mı acaba? Yoksa yarınki uçağı kaçırabilirim...

Ne güzel bir konuşma hazırlamıştım ama Putin için... Acaba bir mektup mu yazsam kendisine?

Adam da Putin’e ne kadar çok benziyordu yahu!..

 

Yazarın Diğer Yazıları

Güzellik ve hüzün, bir ülke ve bir kadın…

Bunca güzelliğin mutluluk verememesi ne kadar acı. Bir kadın için de... Bir ülke için de...

Sahi, şu anda kim iktidar kim muhalefet?

En son ne zaman o farklı insanlardan tek bir tanesini kazanmayı başarabildiniz?

Ne şarkılara pranga vurulabilir ne de anılara

Bazen bir müzik, bazen bir koku, bazen bir söz, bazen de bir görüntü aniden insanın içini sızlatır, canını yakar