30 Nisan 2017

Moskova-Petersburg treninden notlar: Geçmişe yolculuk mümkün mü?

Trenin camından bakarken şunu düşündüm: İnsan birkaç günde 30 yıl geriye gidebilir mi?

Sık yolculuk yaptığım zamanlarda bazen nerede olduğumu unutuyorum.

Özellikle de sabahları uyandığımda.

Tavana bakıp hangi evde ya da otelde ve hangi kentte olduğumu hatırlamaya çalışıyorum.

Son günler öyle oldu yine.       

Bir şeyler beni bir o yana bir bu yana savurup durdu.

Önce İzmir-İstanbul uçağı...

Sonra İstanbul-Moskova uçağı...

Ve şimdi de Moskova-Petersburg treni...

Birkaç günde dört kent...

Sıralama da ilginç.

Garip bir “zaman tüneli” sanki.

*             *             *

Moskova en uzun süre yaşadığım kent.

Petersburg ise... Daha doğrusu, Leningrad ise kendimi bir parçası olarak gördüğüm, öyle görmek istediğim bir yer.

Gençliğim...

Üniversite yıllarım...

Trenin camından dışarı bakıyorum.

Ormanlar, yollar, nehirler, köyler...

Nereye gidiyorum ben?

Moskova’dan Leningrad’a mı?

Yaşlılığımdan gençliğime mi?

*             *             *

Yarın (siz okurlar için bugün) tarihî bir buluşma var.

Leningrad Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi 1987 yılı mezunlarının “30. yıl buluşması”.

Demek beş yıl daha geçti ve yine toplanma vaktimiz geldi!

Yaklaşık 120 kişilik sınıfımızın neredeyse yarısı buluşmaya katılacağını bildirdi.

Heyecan verici bir karşılaşma olacak.

35 yıldır tanıdığım insanlar...

Yanlarında iyice gençleşebileceğim, hatta çocuklaşabileceğim arkadaşlarım...

Bunca yıl içinde sınıf arkadaşlarımızın onlarcasıyla bağımız kayboldu, birkaçı öldü.

Beş yıl sonraki buluşmaya kaç kişi gelir acaba?..

Neyse, bırakalım şimdi bu kara düşünceleri.

İzmir’den İstanbul’a, oradan Moskova’ya, şimdi de Leningrad’a gidiyorum.

Birkaç günde 55 yaşından 25’e düşüvermek öyle herkese nasip olmaz.

*             *             *

Bruce Willis’in en iyi filmlerinden biri İçimdeki Çocuk (The Kid) adını taşır.

40 yaşlarında, iş hayatında başarılı, özel hayatı gelgitlerle dolu olan kahramanımız, bir gün bir çocuğa rastlar.

O çocuk kendisidir aslında.

Ama tanıyamaz ilkin. Kabullenmek istemez.

Ardından merak eder. Önce çocuğu... Sonra kendini... Geçmişini...

Çocukla konuşurken bugünkü başarılarının ve kararsızlıklarının, korkularının, komplekslerinin gerisinde yatan nedenleri anlamaya başlar.

Kendisiyle tanışır.

Bu tanışmanın ona bir evlilik (“özgürlüğünden vazgeçme”), eve bir köpek ve çoktandır hayal ettiği pilotluk ehliyeti kazandırdığını görürüz filmin ileriki bölümlerinde (orada da “gelecekle karşılaşma” sahnesi vardır).

*             *             *

Moskova-Petersburg yolunu dört saatte alan ünlü “Sapsan” trenlerinden birindeyim.

Vagon sanki ortadan ikiye bölünmüş; bir taraftakiler otururken sırtını döndüğü yere doğru ilerliyor, öteki taraftakiler ise baktığı yere doğru. Vagonun ortasında, iki tarafın sınır noktasında, karşılıklı dörder kişinin yararlandığı iki masa var.

İşte orada oturup bir saattir bu yazıyı yazıyorum.

Bakış açımda oturan insanların bir kısmı uyudu. Yanımdaki Facebook’çu kız bana ve yazdıklarıma ilgisini kaybedeli çok oldu. Karşımdaki yaşlı adamlar hâlâ ara sıra meraklı gözlerle bakıyorlar, ama artık daha seyrek. Onların koltuklarının arasından bir kadının sol kaşını ve sol gözünü görüyorum zaman zaman; çok güzel olduğunu düşünüyorum; kendisi sadece sol kaş ve sol gözden ibaretse bile çok güzel!..

Vagonun sonundaki bir cam, şiddetli bir darbe aldıktan sonra bir sanat eseri gibi çatlayarak parlak bir kristal aynaya dönüşmüş. Baktığınızda kendinizi değil, başka şeyleri ve kişileri gördüğünüz bir ayna.

Rus gazetelerinde çok okudum bu tür haberleri: Sapsan’lar geçerken (hızını düşürmemek için) birçok yol ve geçit sık sık kapandığından dolayı kızgınlık duyan yöre insanları bazen tepkilerini böyle ortaya koyarmış.

Garip değil mi? Ve korkunç!

Bir kişi neden hiç tanımadığı insanlara zarar vermek ister?

Nasıl bir güdüdür bu?

Yanımdaki kız, nihayet telefonunu kapatarak bir kitap çıkardı. Aşk kitabı olduğunu tahmin ettim, ama bakmadım.

Yazıya bir mola verip kahve içme zamanı...

*             *             *

Kahve molasını uzattım.

O sırada karşımdaki amcalardan biri horlamaya başladı. Yarı açık ağzının karanlığında bir altın diş parlıyor.

İkili koltukların arasındaki uzun koridorda, yürümeye yeni başladığı belli olan bir çocuk ilerlemeye çalışıyor. Onu sırtındaki askısından tutarak yürüten genç kadın çok hoş. Biraz daha dikkatle bakınca sol kaşının ve sol gözünün “tanıdık” olduğunu fark ediyorum.

Yanımdaki kız kitaptan sıkılarak tekrar telefonuna dönüyor. Bilgisayarımın yanına bıraktığı kitabının adını görüyorum bu arada: “Kayıp bir aşkı aramak”.

Kaybedilen aşk tekrar bulunabilir mi?

Belki. Ama zor bence.

Eski sevgilileri yıllar sonra bulma denemesi ile aram iyi değil çoktandır. Bazı anıları rahat bırakmak gerektiğini geç de olsa anlayabildim.

Ama arkadaşlar... Onları ararken riske girmek daha kolay ve daha cazip geliyor bana.

Eski arkadaşlar, fakülte, öğrenci yurdu, adım adım ezberlediğimiz sokaklar...

Ne arıyorum burada?

Bir koku belki... Bir tat... Bir ses... Bir hayal...

Tam olarak bilmediğimi bulmam mümkün mü?

Belki de ben bulmaya değil, sadece aramaya gidiyorum.

Ararken de ruhumun üzerinde taşıdığım bu yaşlı adamı, artık neredeyse unuttuğu bir gençle, hatta bir çocukla tanıştırmaya çalışacağım.

Yazarın Diğer Yazıları

Hayat ve ölüm üzerine biraz karamsar bir yazı

Almodovar’ın ölümü kabullenmek konusunu işleyen Yandaki Oda filmi ve T24'ün bir haberi

Erdoğan’a saygıda kusur etmeyen ünlü Rus rejisör Pamuk’a ateş püskürdü

Bazı kültür insanları yazdığı, yönettiği, rol aldığı eserlerde eşsiz kahramanlık öykülerini yansıtsa da gerçek hayatta bunların çok uzağına düşebiliyor

Erdoğan, İmamoğlu, Yavaş, Commodus, Maksimus…

Mertlik Türk olmanın genetik bir sonucu değil. Ve tarihimiz sayısız entrika, tuzak ve kalleşlikle dolu

"
"