28 Mayıs 2017

Ermenistan izlenimleri: Ağrı Dağı kimin? Ya Sarı Gelin?

“Ermeniler der ki, Ararat sizi severse görünür, sevmezse görünmez”

Ağrı Dağı’nın üzerinden gece yarısı geçtik.

Günün ilk saatlerinde havaalanından başkent Erivan’a (Yerevan) giderken buradaki adı Ararat olan aynı dağın bulunduğumuz yerlerden görünüp görünmediğini soruyoruz.

Aldığımız cevap ilginç:

“Ermeniler der ki, Ararat sizi severse görünür, sevmezse görünmez.”

Yol boyunca ve kent merkezindeki otele girerken aklımda aynı soru kıpırdıyor:

“Acaba bizi sever mi, sevmez mi?”

Dağların bizi sevmesi için ne yaptık ki? Ve ne yapabiliriz?

Ya insanların, ulusların bizi sevmesi için?..

*                *                *

Ermenistan’dayım.

Ve – biraz utanarak söylüyorum –   ilk kez geliyorum buraya.

Onca yıl eski Sovyet coğrafyasında yaşarken neredeyse bütün cumhuriyetlerle önemli şehirleri gördüm; ama buraya gelmek bir türlü nasip olmadı.

Biraz da bunun için Hrant Dink Vakfı’nın nazik davetini içten bir memnuniyetle kabul ettim.

Birkaç gün için de olsa Yerevan’ı ve Dilican’ı görmek, buradaki gazetecilerle, siyaset uzmanlarıyla, sivil toplum kuruluşlarının temsilcileriyle bir araya gelmek büyük şans. Buna bir de insan hakları konusunda düzenlenen Aurora Uyanan İnsanlık Ödülü törenine katılmak için gelen çok sayıda yabancı konuğu ekleyin. 

Toplantılar ve görüşmeler oldukça zengin. Ama benim aklım daha çok başka yerde: Sokaklarda, meydanlarda, mükemmel yaz havasının da etkisiyle kendini dışarı atan binlerce insanın tavırlarında, gülüşlerinde, gözlerinde...

Ermeniler...

Kimilerine göre, bu kelimenin telaffuzu bile bazen önden özür dilemeyi gerektiriyor.

Herhalde “düşman” kavramından da daha kötü bir şey olmalı.

İşte bu küçük komşu ülkede üç milyon kadar “affedersiniz Ermeni” var. (Üçte biri başkentte yaşıyor.) Ermenistan dışındaki (Rusya, ABD, Avrupa ülkeleri vs.) Ermenilerin sayısının ise 8-10 milyon olduğu söyleniyor.

*                *                *

Yerevan güzel, düzenli, temiz. Sanırım ben biraz daha mütevazı ve yoksul bir görüntü bekliyordum. Ama pek öyle değil.

İlk birkaç görüşmemizde hep benzer bir hava var: Ermeni arkadaşlar oldukça kibar, sıcak, ilgili. Ama sorularımıza cevap verirken sözlerini esirgemiyorlar:

“2009’da iyi bir noktaya gelmiştik. Protokollerle koşulsuz ilişki kurma aşamasındaydık. Türkiye aniden caydı. Tekrar bazı şartlar ileri sürdü ve sınırların açılmasını belirsiz bir tarihe bıraktı. Şimdi yeni bir iyileşme süreci başlatmak kolay olmayacak.”

Bizimle ilgili yorum yaparken sık sık “Erdoğan şöyle yapıyor, Erdoğan böyle istiyor, Erdoğan’ın amacı” türü cümleler kullanıyorlar. Bunu başka yabancılarda da görüyorum. Artık eskisi gibi “Türkiye” demeyip yerine Erdoğan’ın ismini kullanmaya başladılar.

Ve yakından izliyorlar bizde olan bitenleri:

“2019’da da Erdoğan’ın istediği olursa Osmanlı İmparatorluğu tekrar kurulmaya girişilir. Bu bizim için hiç iyi bir şey değil. Osmanlı, herkesin hafızasında aynı yerde durmuyor.”

İlk günkü temaslarımız ve gezilerimiz sırasında, uzak bulutların arasında bir karaltı arıyoruz:

“Ağrı, yani Ararat bu mu?”

Ermeni rehberimiz gösterdiğimiz yere umutsuzca baktıktan sonra kısa cevap veriyor:

“Hayır, bugün görünmeyecek gibi.”

Bu topraklarda sorduğumuz ilk sorulardan birine aldığımız cevap tekrar çınlıyor kulağımda:

“Ermeniler der ki, Ararat sizi severse görünür, sevmezse görünmez.”

*                *                *

Ermeni dostum ve meslektaşım Ruben’le buluşup kucaklaşıyoruz.

Uzun süre dolaştıktan sonra bir şeyler yiyip içerek her konudan bahsediyoruz.

Kahkahalar eşliğinde “ezeli düşmanlığımız”dan, merakla ülkelerimizde olup bitenlerden, ilgiyle Ermeni ve Türk kadınlarından, bilgiçlikle içtiğimiz içkilerden ve yediğimiz yemeklerden (bu arada “dolma”nın kime ait olduğu konusunda şakayla karışık kavga ediyoruz)...

Sonra sohbet ciddileşiyor. Hatta yer yer kedere bulanıyor.

Daha ne kadar sürecek aramızdaki bu nefret söylemleri, düşmanlıklar?

Son günlerde dilime takılan Sarı Gelin Türküsü’nü telefonumdan dinletiyorum Ruben’e.

Notalardan hüzün süzülüyor.

Bizim mi bu anonim türkü? Ermenilerin mi? Yoksa Kafkasya’dan başka birilerinin mi?

İkimizin de cevabı ortak:

“Ne fark eder ki!”

Her şeye sahip olmak zorunda mıyız?

Herkesle kavgaya bu kadar hazır olmak niye?

Hayatımızı bazen tek bir kelimeye (“soykırım dediler mi demediler mi?") bağlamak bir acizlik değil mi?

Ve tarihe bu kadar esir olmak? (Bu konu, en az bizim kadar Ermenileri ve onların devlet adamlarını da kapsıyor elbette. Geçmişe böylesine sımsıkı tutunulursa gelecek nasıl kurulabilir!)

Kafkasya’daki duruma bakın. Karabağ’a bakın. Kaç yıldır aynı bataklık! Ve çözüm görünmüyor. Kıbrıs gibi, Kaşmir gibi, Filistin gibi...

Galiba insanlık tarihinin ilkel çağlarındayız hâlâ. Teknoloji bu kadar ilerledi; ama kafalar birkaç yüzyıl öncesine takıldı kaldı: Toprak, tehdit, savaş, ölüm, yıkım...

Şu karşımda oturan Ruben’in ulusal kökeni doğrusu hiç umurumda değil. Ama o benim arkadaşım, meslektaşım. Ve iyi, ahlaklı bir insan. O ve onun gibilerle bir arada yaşamak, sık sık görüşmek isterdim.

Beri yanda aynı topraklarda doğmuş olmanın dışında pek bir ortak özelliğim olmayan bir sürü “hemşerim”...

*                *                *

Gece yarısına doğru Ruben’e iyice sararmış anılarımı anlatıyorum.

80’li yılların başında Sovyetler’e gittiğimde Maksim Gorki’nin Ana adlı kitabındaki Pavel Korçagin gibiydim. Siyasi mücadele hayatımın temel anlamıydı.

Enternasyonalizm, kulağıma en hoş gelen kavramlardan biriydi.

En çok da – iktidarların inadına – “düşman” uluslardan gençlerle dost olurdum: Ruslar, Yunanlılar, Kürtler, Ermeniler...

Bir dakika! Başlangıçta Ermeni gençlerle pek kolay dost olamadım aslında. Hatta çoğuyla uzun süre ahbaplık bile edemedim.

Nedense bana "düşman" gibi bakıyorlardı. Bir gün aralarından biri durumu açıkladı:

"Ninelerimiz bizi Türklerin 1915 katliamını anlatan ninnilerle büyüttü..."

Üzgün gözlerle beni dinleyen Ruben, o ninelerin ve ninnilerin giderek tarihe karıştığını, Türk algısının artık daha normalleştiğini söylüyor.

Onun üzülmesini istemiyorum. Benim derdim sadece Ermeniler değil. Türkler de. Ruslar da. Araplar da. Herkes...

Milliyetçilik rüzgarına kapılan, "yurdunu sevmekten" yola çıkıp başka uluslara nefret kusmaya başlayan herkes...    

*                *                *

Ertesi gün vedalaşırken yine bir sohbet koyulaşıyor aramızda. Geçmişi hatırlıyoruz yaşıtım Ermeni arkadaşımla. Sovyet yıllarını. Ne güzel slogandı o:

"Bütün halklar kardeştir!"

Çok zaman geçti aradan. Katı ideolojik kalıplardan, siyasetle bağımsız gazeteciliğin arasındaki engellerden, bu arada bütün  -izmlerden vazgeçeli çok oldu.

Ama...

Hâlâ...

Kulağıma pek hoş geliyor o slogan: 

"Bütün halklar kardeştir!"                      

Hava aydınlık. Bulutlar az. Ufukta tepesi karlı iki görkemli karaltı beliriyor. Arkadaşımın sözünü keserek bağırıyorum:

"Bak, Ararat! Büyük ve Küçük Ağrı, bak!"

O gülümseyerek yorumluyor:

"Şanslısın. Ararat sevdi seni..."
 

Yazarın Diğer Yazıları

Hayat ve ölüm üzerine biraz karamsar bir yazı

Almodovar’ın ölümü kabullenmek konusunu işleyen Yandaki Oda filmi ve T24'ün bir haberi

Erdoğan’a saygıda kusur etmeyen ünlü Rus rejisör Pamuk’a ateş püskürdü

Bazı kültür insanları yazdığı, yönettiği, rol aldığı eserlerde eşsiz kahramanlık öykülerini yansıtsa da gerçek hayatta bunların çok uzağına düşebiliyor

Erdoğan, İmamoğlu, Yavaş, Commodus, Maksimus…

Mertlik Türk olmanın genetik bir sonucu değil. Ve tarihimiz sayısız entrika, tuzak ve kalleşlikle dolu

"
"