24 Mayıs 2018

Döviz krizlerinde neler olur? Şimdi ne yapmak lazım?

Kendimizi bir çok açıdan köşeye sıkıştırdık

Döviz kurunda dalgalanmalar ve daha dramatik şekliyle döviz krizleri özellikle dış kaynak ihtiyacı yüksek ülkelerde hükümetlerin kabuslarının başında geliyor. 1980’lerde Latin Amerika ülkelerinde sıklıkla gözlemlenen döviz krizleri, sermaye hareketleri üzerindeki kısıtların büyük oranda ortadan kalktığı 1990’lar boyunca, özellikle yükselen piyasa ekonomilerinde tekrar tekrar yaşandı.

1994’te Meksika’da, 1997’de bir seri krizle Tayland, Endonezya ve Güney Kore gibi Asya ülkelerinde, 1999’da Brezilya’da, 2000’de Arjantin’de ve 2001’de Türkiye’de tecrübe edilen ve çok köklü sonuçlar doğuran kriz bunlardan bazıları.

Öyle ki döviz krizleri konusu uluslarası finans literatüründe üzerinde en çok çalışılan konuların başında geliyor. Bu çalışmalardan ve bir çok ülke deneyimlerinden edindiğimiz dersleri şöyle sıralamak mümkün.

  • Döviz krizleri, muhakkak olmasa da, çoğunlukla ekonomi politikalarındaki tutarsızlık sonucu ortaya çıkıyor.

 

  • En sık gözlemlenen politika tutarsızlığı, hükümetlerin ulusal paranın değerini koruma hedefiyle hareket ederken kamu kesiminde muslukları açarak gevşek maliye politikası izlemesi. Bu 1980’lerde Latin Amerika ülkelerinde yaşanan krizlerin en sık rastlanan ortak özelliği.

 

  • Tutarsız ekonomi politikaları er ya da geç ‘dövize atakla’ sonuçlanıyor. Döviz atağı – spekülatif atak olarak ta biliniyor-  bir ülkenin parasının ani ve büyük miktarlarda satışı demek. Bu hem iç, hem dış yatırımcılar tarafından gerçekleştiriliyor ve doğal olarak döviz kuru üzerinde büyük bir baskı oluşturuyor.

 

  • 1992’de Avrupa’da üye ülkelerin paralarının değerini istikrara kavuşturmak amacıyla oluşturulan Avrupa Döviz Kuru Mekanizması’nda önce İngiltere’yi, sonra İtalya, İrlanda, İspanya, Portekiz ve Fransa’yı sarsan döviz krizleri yaşandı.  Bu gelişmiş ülke deneyimleri Latin Amerika kriz tecrübelerinden farklı olsa da dövize atak başladıktan sonra kriz profili oldukça benzeşiyor.

 

  • 1997’de baş gösteren Asya krizi ise finansal küreselleşmenin arttığı bir dönemde yaşanan ve yükselen ekonomiler için önemli dersler barındıran bir deneyim. 1990’lar boyunca hızla büyüyen Asya ülkeleri, hem bu hızlı gelişmenin mümkün kılmasıyla, hem de izledikleri sabit kur rejiminin sağladığı kur avantajıyla yurt dışından yüksek oranlarda borçlandılar.  Bu da 1990’ların ikinci yarısında özellikle finansal sektörün –  ve Güney Kore’de olduğu gibi büyük oranlarda dışarıdan borçlanan özel sektörün- kırılganlığını hızla artırdı.

 

  • Kaynağından bağımsız olarak dövize atak ile karşı karşıya kalan otoritelerin kullanabileceği üç araç bulunuyor; döviz satmak; faizleri artırmak veya sermaye hareketlerini kısıtlamak.

 

  • 1980’lerde yaygınca uygulanan sermaye kısıtları döviz ataklarıyla karşılaşan ülkeler için kalkan görevi yapıyordu. 1990 sonrasındaki sermaye akımları serbestisi bu araç menüsünü rezerv satışı veya faiz artışı ikilisine – ikilemi diye de okunabilir- indirgedi.  Örneğin 1992’de her iki aracı da kullanan İngiltere hem 27 milyar Sterlin rezerv harcamasına, hem de faizleri yirmi dört saat içerisinde yüzde 10’dan yüzde 15’e çıkarmasına rağmen Sterlinin dramatik düşüşüne engel olamadı.

 

  • Dövize atak aslında piyasaların, otoritelerin ulusal paranın değerini koruma konusunda ne kadar ciddi olduklarını test etmesidir. Bu durumda merkez bankalarının rezerv miktarı ile faizi ne kadar ve ne süreyle artırabilecekleri konusu piyasalar açısından hayati önem taşır, ve bu beklentiler döviz kuru üzerinde anahtar rol oynar. Buna en açık örnek, 1997 Asya krizi sırasında uzun süre yüksek faiz politikası izleyen ve böylece Asya krizinden kur rejimi zarar görmeden çıkan tek ülke olan Hong Kong.  

 

TL’nin yükselişine dönersek. Öncelikle şunu belirtmekte fayda var, ‘döviz krizi’ terimi özel olarak sabit kur mekanizmasındaki paralar ve ülkeler için kullanılıyor ve TL bu bu kategoride değil, değeri piyasada belirleniyor.

Bu tanımlama önemsiz olmamakla beraber kur rejimi ne olursa olsun döviz kurundaki hatırı sayılır artışlar her açık ekonomi için, özellikle dışa bağımlılığı yüksek ülkeler için çok ciddi kayıpları beraberinde getiriyor.

Türkiye ekonomisi için döviz artışından kaynaklanan en önemli riskler şöyle sıralanabilir;  finanse edilmesi gereken yüksek cari açık (milli gelirin yüzde 5.5’i büyüklüğünde); milli gelirin yüzde 50’sini aşan dış borçlar; özellikle özel sektörün döviz cinsinden ciddi boyutlara ulaşan borçları; ve bunun sonucu olarak ta milli gelirin dörtte birini aşmış olan brüt dış finansman gereksinimi.

TL üzerindeki baskının sonuçlarını piyasalarda dün en dramatik haliyle gözlemledik. Yukarıda söz edildiği üzere, pratikte bu baskıya ya döviz satarak ya da faiz artırarak karşılık verilebilirdi. Sermaye çıkışının engellenmesi çok daha radikal bir alternatif ve bugünün ekonomi politikalarından ciddi ayrışma anlamına gelir ki zararı bu aşamada faydasından çok daha fazla olur. Ayrıca bir süredir azalan döviz rezervleri de - net rezervler dış finansman ihtiyacının yarısından azını karşılayabiliyor- fazla bir manevra alanı bırakmış görünmüyor.

Tüm bu nedenlerle hiç sürpriz olmayan bir şekilde dün otoritelerin seçimi de faiz artırımı yönünde oldu. Fakat ciddi gecikmeyle alınan faiz kararı hem de artış 300 baz puan olmasına rağmen kuru ancak bir önceki günün seviyesine çekebildi.

Bu aşamada ‘kurdaki dalgalanmayı ekonomimiz haketmiyor’, açıklamasının hiç bir karşılığı yok. 1997’de döviz krizine yakalanan Asya ülkeleri 1990’lar boyunca hızlı büyüyen ve çok güçlü performans gösteren ekonomilerdi. Yine benzer şekilde  2000’de ciddi krizle sarsılan Arjantin 1990’ların yıldızı olarak gösteriliyordu. Kaldı ki Türkiye ekonomisindeki kırılganlıklar artık yaygın bir şekilde kabul ediliyor.

Gelinen noktada kendimizi bir çok açıdan köşeye sıkıştırmış durumdayız. Hem döviz hem finansal piyasalarda ciddi sorunlarla karşı karşıyayız. Bu sorunların ciddi ve köklü çözüm stratejileriyle yönetilmesi gereken çok hassas bir sürece girmiş bulunuyoruz.

2011’de derinleşen Avrupa Borç Krizi’yle mücadelesinde Avrupa Merkez Bankası’nın izlediği ’her ne gerekirse yapmayı taahhüt ediyoruz’ benzeri bir stratejinin izlenebilmesi için piyasaların kurumlara tam güveninin sağlanması şart.

Bunun için de özellikle Merkez Bankası’nın kendisine verilen görevi, kendi araçlarını gerekli gördüğü zamanda ve ölçüde kullanacağına piyasanın güveninin tam olarak tahsis edilmesi kısa dönemli mücadelenin olmazsa olmazı.

Bununla ilgili olarak dün Financial Times gazetesinde rapor edilen en ilginç dialoglardan biri yabancı yatırımcılardan birinin ifadesiyle ‘faiz-enflasyon ilişkisine inanmayan ülkeye neden yatırım yapayım’ idi.

Orta ve uzun dönemde ise özel sektörün kırılganlığının ve dışa bağımlılığın azaltılması gerek. Bunlar analiz gerektiren önemli konular.

Hem kısa hem uzun dönemde ekonomik çözüm için şeffaf, hukukun üstünlüğü ve siyasetten bağımsız kurumlar etrafında şekillenen, demokratik bir sistem oluşturmak için kaybedecek bir günümüz bile olmadığı açık. Yürürlükte olan OHAL ile bunun gerçekleşmesi mümkün değil.

Ne yazık ki yeni Cumhurbaşkanlığı sistemiyle de tam da ters yöne doğru hareket edeceğiz.

Yazarın Diğer Yazıları

Parlamenter sistem nasıl güçlendirilmeli?

Muhalefetin kazandığı durumda seçimlerden hemen sonra başlaması gereken ve başlayacağı taahhüt edilen en önemli süreç hükümet sistemi değişikliği ve güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş. Peki nasıl?

Başkanlık rejimlerinde ekonomik performans neden bu kadar kötü?

Hangi rejimin ekonomik performansı daha iyi? 

Fikret Şenses Hocamızın ardından…

Akademik ciddiyet, prensip, doğruluk, iyilik, tevazu, nezaket. Bir insan bundan daha kıymetli nasıl bir miras bırakabilir ki?