20 Nisan 2024

Ah İran! Ah Almanya!

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaratılan dünya düzeni yine o düzeni yaratanlar tarafından yıkılıyor. İran-İsrail kavgasını da bu oyunun içinde görmek gerekir. Gazze savaşı ile birlikte değerlere dayalı dış politika ve küresel dünya düzeninin dayandığı kurum, kural ve normlar da anlamsızlaştı. Gazze sadece otuz binden fazla kişinin değil, uluslararası düzenin de mezarlığı haline geldi

Bundan yaklaşık iki yıl önce İran’da 3 hafta geçirdim. Biraz turistik biraz da ülkeyi tanıma amaçlı bir geziydi. Almanya’daki en yakın arkadaşlarımdan bazıları İranlı çünkü. Bu geziyi onlardan biri ile yapmak ülkeye hem içerden hem de dışarıdan bakma şansı verdi bana. İran’ın, arkadaşım Neda’nın tabiri ile "mollaların daha az uğradığı" güneyini gezdik. Tahran, Kum, Kaşan, Yezd, Şiraz ve Hürmüz eyaleti istikametimizdi. Elbette Pers imparatorluğunun başkenti Tahd-ı Cemşid yani Persapolis’i de ziyaret ettik.

Yezd’a vuruldum, Şiraz’ın, turistik yapısına rağmen daha muhafazakar olması beni şaşırttı, Hürmüz adası hafızama “sonsuz huzur” olarak kazındı. Ne zaman strese girsem Hürmüz geliyor aklıma. İran’da beni en çok etkileyen doğal ve tarihi güzelliklerden ziyade insanlar oldu. Bütün baskılara rağmen sıcakkanlı, meraklı ve sosyaldiler. Yurt dışına gitmek yerine ülkede kalmayı bilinçli bir şekilde seçen pek çok gence rastladım. Bu gençler arasında kadınların sayısı bir hayli çoktu.

2 şeyi garipsedim, biri yüz estetiğini abartmış kadınlar, diğeri kadın gibi raks eden erkekler. Bunun nedeni belliydi, kadınların yıllarca açık kalan bir tek yüzleri vardı, toplu yerlerde dans etmeleri yasak olduğu için onların kıvraklığı da erkeklere kalmıştı. Ama toplumun için için kaynadığını görmemek mümkün değildi, çok sayıda kadın başörtüsünü olduğunca gevşetiyor ya da şapka takıyordu. Gizli düzenlenen partilerde alkol su gibi akıyor, müzik ve dans vazgeçilmez görünüyordu. Arkadaşıma, “Bak buraya yazıyorum, bu kadınlar bir seneye kalmaz başörtülerini atarlar” dediğimi anımsıyorum. Jin, Jiyan, Azadi hareketi beni haklı çıkardı. İçimde bu umuda rağmen derin bir sızı hissettiğimi de söylemeliyim. Halkın çaresizliği, sıkışmışlığı ve gizlemeye çalıştığı mutsuzluğu acıtıyordu içimi. 3 hafta boyunca “Eve dönünce İran halkı için bağıra bağıra ağlayacağım” diye düşündüm. Çünkü ben “Böyle giderse İran’a benzeyeceğiz” korkusu ile büyüyen bir neslin çocuğuyum.

İran halkı üzülsün mü sevinsin mi?

Hal böyle olunca kafamda hep bu soru dolandı durdu. Yanıtı çok açıktı. İran’a benzemeyiz, daha baskıcı ve daha antidemokratik, daha muhafazakar oluruz. Çünkü İranlı mollalar eğitime fazla dokunamamışlar, bu sayede özellikle kadınlar Türkiye’dekilerden daha eğitimli ve kültürlü olma şansına sahip olmuşlardı.

Mahsa Amini protestolarından bir fotoğraf

Farsi şairlerin mezarları bırakın taşlanmayı, çoluk çocuk ziyarete gelmiş aileler ile dolup taşıyordu. Tahran Üniversitesi Tıp Fakültesi mesela hala uluslararası alanda üst sıralarda yer alıyordu. Üstelik İranlıların protesto kültürü, bizimkilerden çok daha gelişmişti. Biz Türkiye’de duymasak da, ki bunun bilinçli olduğunu düşünüyorum, İran’da halk sık sık sokağa dökülüyordu. 2009’daki Yeşil Hareket, hala süren Jin, Jiyan, Azadi kadın hareketi bunu en iyi anlatan iki örnek. Saçının bir kısmı göründü diye ahlak polisi tarafından gözaltına alınan ve gördüğü şiddet yüzünden hayatını kaybeden Kürt kökenli Mahsa Amini’nin yaktığı ateş için için de olsa hala yanıyor. Gündemden düştüğü ya da İran ile uluslararası ilişkiler en çok nükleer silahlara kilitlendiği için duymuyor, bilmiyoruz.

İsrail ile İran arasındaki gerginlik arttığında aklıma ilk gelen, sadece İsrail değil İran rejiminin de bundan faydalanacağı oldu. Telefona sarılıp arkadaşlarımı aradım. Onlar da onlarca kaynaktan ne olup bittiğini öğrenmeye çalışıyorlardı. İsrail’in resmi bir açıklama yapmamış olması, ABD’nin de saldırıyı onaylamaması, bunun İran’daki bir patlamadan ibaret olduğu şüphesini arttırıyordu. Haberlerden çok haberlere gelen yorumları okuduklarını anlattılar. Bir yorumcu mesela “yahu yıllardır ABD ile durumu düzeltmek için bir arabulucu arıyorduk; ABD, İsrail ile İran’ı barıştıracak arabulucu rolünü üstlendi” diye yazmıştı. Bir diğer yorum İran gezim boyunca hissettiğim sızıyı hatırlattı:

“Savaş çıkacak diye sevinsin mi, üzülsün mü diye karar veremeyen tek halk İran halkıdır.”

Bir başka yorumcu da “Rejim yine ve yeniden kadına yönelik baskıları arttırıyor” diyerek Ortadoğu’da oynanan oyunun İran’a ve diğer baskıcı rejimlere etkisini vurguluyordu.

Almanya’nın feminist dış politikası nerede?

Bütün bu girizgahı aslında başta Almanya olmak üzere AB’nin İran dolayısı ile Ortadoğu politikasının çöktüğünü söylemek için yaptım. Almanya’nın feminist dış politika güttüğünü iddia eden Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un İran karşısındaki vurdumduymazlığı sır değil. Mahsa Amini’nin ölümünden çok sonra tepki göstermekle kalmadı, İran’ı ve sokaklarda mücadele eden kadınları çok çabuk unuttu. Gazze’de İsrail’in sürdürdüğü savaş ile ilgili olarak da Alman dış politikasında feminist yaklaşımın ancak kırıntılarından söz edebiliriz.

BM verilerine göre, Gazze’de her gün 180 çocuğun dünyaya geldiği, tıbbi yetersizlikten dolayı sezaryen ile yapılan doğumlar anetezisiz yapılıyor. Açlık ve sefalet önce çocukları sonra yaşlıları vuruyor. Çok sayıda sivil ile birlikte gazeteciler, insani yardıma gidenler de öldürülüyor. Hastaneler, okullar, camiler, kiliseler vuruluyor, Gazze çöle çevriliyor. Oysa feminist dış politikanın önceliği devletlerin istikrarı değil, insan hayatı olmalı. Merkezinde geleneksel dış politikanın ihmal ettiği kadınlar, çocuklar, cinsel, dini, etnik veya başka nedenlerle ayrımcılığa uğrayan marjinal gruplar yer almalı. Feminist dış politika, insani felaketi önlemek için birincil çare olarak ateşkesi sağlamaya odaklanmalı.

Ne yaptı Almanya? BM’in Aralık 2023’te yaptığı oylamada çekimser oy kullandı. Sadece 2023 yılında İsrail’e 326 milyon euroluk silah satışına izin verdi. Bu, 1 yıl öncekinin tam on katına tekabül ediyor. İnsani perspektiften bakılınca Almanya’nın İsrail’e silah satıyor olması bırakın feminizmi, geleneksel dış politika açısından da son derece sorunlu. Ancak Alman siyaseti için her şeyden önemli olan İsrail’in kendini savunma hakkı. Hem muhalif hem de iktidardaki politikacılar Hamas saldırısından sonra aylarca, tabii Almanya’nın tarihi soykırım suçuna atıfta bulunarak, “Her ne olursa olsun İsrail’in yanındayız”, “İsrail’in güvenliği Almanya’nın devlet meselesidir” mesajı verdi ve Gazze’deki insani dramı çok ama çok geç fark etti. Başbakan Olaf Scholz, “Filistinlilerin açlık ile karşı karşıya olduğunu görmezden gelemeyiz” dediğinde savaşın başlamasının üzerinden neredeyse yarım yıl geçmişti. Dışişleri Bakanı Baerbock da Gazze’de yaşananları “cehennem” diye tanımlayabilmek için aylara ihtiyaç duydu.

Almanya’nın çifte standardı

Alman siyaseti aylarca Gazze’de ne olduğunu tartışmak ve çözüm üretmek yerine iç politikaya yöneldi. Filistin yanlısı gösteriler yasaklandı, Berlin Film Festivali’nin kapanış töreninde yönetmen Ben Russel’ın İsrail hükümetini Filistinlilere soykırım uygulamakla suçlaması ve bunu yaparken Filistin atkısı takmış olması haftalarca tartışıldı. Daha geçen gün polis bir konuşmacı İsrail’e karşı nefret söyleminde bulundu diye 250 kişinin katıldığı Filistin kongresini dağıttı. Hatta Almanya İçişleri Bakanlığı kongrenin düzenleyicilerinden Yunan solunun önemli ismi, eski Maliye Bakanı Yanis Varoufakis'in Almanya'da siyasi faaliyetlere katılmasını yasakladı. Köln Üniversitesi, dünyaca ünlü, kendisi de Yahudi kökenli olan Amerikalı filozof Nancy Fraser’e yaptığı daveti, 400 meslektaşı ile birlikte İsrail’i eleştiren bir açık mektubu imzaladığı için iptal etti ve gerekçe olarak da “İsrail ile dayanışma prensibimize uymuyor” dedi. Bunlar sadece bir iki örnek.

Alman kamu medyasında da durum farklı değildi. Bazı haberler hiç verilmediği ya da geç verildiği gibi redaksiyon toplantılarında İsrail’i eleştirilmek uzun bir süre "Hamasçı olmak" ile eşdeğer görüldü. Almanya’da yaşayan Müslümanlara potansiyel Hamasçı gözü ile bakıldığından İslami kuruluşların ileri gelenleri kendilerini sürekli savunmak zorunda kaldı. Antisemitizmin tartışılmadığı gün olmadı. Evet Almanya’da antisemitizm var, giderek de artıyor, ancak tartışıldıkça, siyaset tarafından sürekli dillendirildikçe, İsrail’e, İsrail’in aşırı sağcı hükümetine koşulsuz destek verildikçe artıyor. Evet, Hamas bir terör örgütü ve bazı dini kuruluşlar Hamas’ı açıkça kınamaktan imtina ettiler, ancak dışlandıkça Müslümanlar arasındaki Yahudi düşmanlığı da büyüyor. Sıradan vatandaş Alman siyasetçilerin savaş çığırtkanlığından bıktı. Çığırtkanlığı yapanların ve silah satışını destekleyenlerin Yeşiller ve sosyal demokratlardan olması halkı büyük bir hayal kırıklığına sürüklüyor. Feminist olma iddiasındaki Alman dış politikasının İsrail tarafından kaale alınmadığını, Alman siyasetçilerin Amerikasız hareket edemediğini görmek vatandaşın moralini bozuyor ve bundan medet uman aşırı sağa yönlendiriyor.

Soykırım istismar ediliyor

Uluslararası kamuoyunda da durum farklı değil. Arap dünyası Almanya’nın İsrail’e verdiği koşulsuz desteği kıyasıya eleştiriyor. İnsan hakları savunucuları Alman hükümetini çifte standart uygulamakla suçluyor. Uzmanlar, taraflı dış politika yüzünden Almanya’ya duyulan güvenin azaldığı uyarısında bulunuyor. Bir yandan insan haklarına koşulsuz saygı gösterilmesini talep eden Almanya, diğer yandan bunları kasıtlı olarak göz ardı ederek çifte standart uyguluyor. Diğer AB ülkeleri ve ABD de farklı değil. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaratılan dünya düzeni yine o düzeni yaratanlar tarafından yıkılıyor. İran-İsrail kavgasını da bu oyunun içinde görmek gerekir.

Gazze savaşı ile birlikte değerlere dayalı dış politika ve küresel dünya düzeninin dayandığı kurum, kural ve normlar da anlamsızlaştı. Gazze sadece otuz binden fazla kişinin değil, uluslararası düzenin de mezarlığı haline geldi. Almanya ile bitirelim. Almanya soykırıma dair, “Nie wieder- Bir daha asla” şiarının evrensel olduğunu İsrail söz konusu olunca unuttu. Ve olokostun kısmen istismar edildiği ve ahlaklı olmamanın gerekçesi olarak kullanıldığı bir yöne doğru ilerliyor. Bu gidişe dur denmezse faşizmin ayak sesleri Almanya’da da yükselecek ki, bu da felaket demektir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Dejavu: Menekşe Toprak Berlin’de Suat Derviş’in izini sürdü

30’lu yılların Berlin’i ile bugünün Berlin’i arasında benzerlikleri görmek bende de bir dejavuya neden oldu. Menekşe Toprak’ın ilk kadın romancı ve gazeteciler’den Suat Derviş’i anlattığı kitabına "Dejavu" adını vermesi tesadüf değil

Sıcaktı, çook sıcak

Dünya hiç bu kadar sıcak, bu kadar kurak olmamıştı. Birdenbire gelen yağmur ve kasırgalar geldiği yeri çöle çeviriyor. Uluslararası toplum, sözde çevreci politikalar ile iklim krizini çözüyormuş gibi yapıyor. Daha çok gelişmiş sanayii ülkelerinin yarattığı bu krizden de yine yoksul ülkeler mağdur

Muhafazakârlık zemin kaybederken aşırı sağ kazanıyor

Bugünlerde alevlenen, "Almanya'da muhafazakâr ve merkez sağ partilerin kökü kuruyor mu?" tartışması haklı bir tartışma