07 Nisan 2024

Yeşilçam'ın unutulmaz ismi Arzu Okay: Doğrularım neyse onlara göre yaşadım; bazıları yukarıdan baktı düşmüş gördüler, bazıları aşağıdan baktı yukarıda gördüler

"Benimle oynayan erkek arkadaşlarım kendilerini yok saydırtmak istediler, ben kendimi yok saydırtmak istemedim"

Türkiye'de bir dönemin sinemasına damgasını vurmuş bir isim Arzu Okay: Henüz çocuk denilecek yaşta beyaz perdeye adım atmış, ünlü oyuncularla, yönetmenlerle çalışmış, güzelliğiyle her zaman dikkat çekmiş, "erotik film" furyasıyla da sinema tarihinde âdeta efsaneye dönüşmüş bir kadın... Oynadığı yüzü aşkın filmden sadece yirmi kadarı "erotik komedi" olarak nitelenebilecekken "seks yıldızı" olarak yaftalanmış, yaşam öyküsünün görünmeyen katmanları sürekli ıskalanmış bir kadın.

Arzu Okay ile babam dediği Yeşilçam'ın duayen isimlerinden Abdurrahman Keskiner'in evinde buluştuk. Ağırlıklı olarak Fransa'da yaşayan Arzu Okay zeki, dimdik duran sahici bir kadın. Bence Türkiye'nin Bridget Bardot'u, ki kızı da yıllar evvel bir röportajda aynı sözleri sarf etmiş. Gazeteci Türey Köse tarafından yazılan söyleşi kitabını okurken hep aynı soru zihnimde döndü. "Arzu Okay toplum tarafından neden bu kadar hor görüldü? Neden aynı filmlerde oynayan erkekler günümüzde saygınlık timsali de o filmlerde oynayan kadınlar lanetlendi? Pişmanlık duyulacak hiçbir şey yokken neden sürekli aynı soru soruldu? Bu toplum neden zeki ve cesur kadınları kabul etmiyor?"

Zihnimde dolaşan sorularla kapısını çalarken sıcacık bir yüz beni karşıladı ve büyük bir içtenlikle hatta sabırla cevapladı sorularımı. Ve mutlu şekilde yanından ayrılırken üç şey anladım hayata dair: Önyargı insanı zalimleştiren lanetli bir duygu, başarmak için asla vazgeçme ve cesaret bulaşıcıdır. Çok etkilendiğim, sinema tarihimizin en önemli isimlerinden Arzu Okay ile sohbetimiz takdimimdir.

- "Keşkesiz Bir Kadın" bir dönemin, mücadelenizin, cesaretinizin ve vazgeçmeyişlerinizin hikâyesi. Dar zihniyetler başarılarınızı, aktivist duruşunuzu, politik kimliğinizi ört bas ederek hep aynı soruyu sormuşlar. Pişman mısın? Halbuki ben sizi Türkiye'nin Brigitte Bardot'u gibi görüyorum. Şansızlık; yaşadığımız coğrafya ve yetersiz imkanlar. Yaptıklarımızdan çok yapamadıklarımız için pişmanlık duymak daha doğru geliyor. Bugünden geriye baktığınızda yapmak isteyip de yapamadıklarınız neler?

Daha mantıklı, doğru. Hiç bu yönden düşünmemiştim, böyle bir soru da gelmedi. Yaptığım hiçbir şeyden pişman olmadım. Her zaman konuştuğumuz bir konu. Pişman olacak bir olay da görmüyorum. İnsanlar niye oraya takıldılar bunu da anlamıyorum. Ama, dur onu biraz sonra geleceğim. Yapmak isteyip de yapamadığım o kadar çok şey oldu ki hayatımda. Pişmanlık da denilmez ama bir fırsat kaçırmışlık gibi bakabilirsin. Başka yerlerde, başka şeyler yapmak isteyebilirdim. Sinema adına veya iyi kötü bir şeyler yazmak için. Daha bir yığın yapmak isteyip yapamadığım şeyler oldu tabii.

"Düşün: Filmin bir sahnesinde kadın ekmek pişiriyor. O anda mis gibi bir ekmek kokusu geliyor sinemanın içinde. Niye sesi oluyor da kokusu olmuyor?"

- Ne mesela?

Mesela eğitimimi bitirmek isterdim. Fizikçi olmak isterdim. Kafayı yorup, çalışıp, uğraşıp buluşlar yapmak isterdim. Hatta yıllar evvel arkadaş ortamında yapmak istediğim buluşları anlatıyordum. Seninle de paylaşayım. Düşün; filmin bir sahnesinde kadın ekmek pişiriyor. O anda mis gibi bir ekmek kokusu geliyor sinemanın içinde. Niye sesi oluyor da kokusu olmuyor değil mi? Sonra arkadaşlarım onun üzerine çalışmalar olduğunu söylediler. Halbuki ben bunu çok eskiden beri düşünüyorum. Fikrimi çalmışlar. Microsoft'lara falan kafam ermiyor ama böyle bir şeyler bulmak isterdim.

"Toplam yüz film çevirmişim, sadece yirmi dört tanesi erotik"

İlk soruna dönecek olursa Ebrucuğum; Türkiye'de bildiğin, inandığın her şey insanların önyargılarıyla başlıyor. Hayatımda kimse bana "nasıl bir insanım" diye bakmadı. Kafalarındaki, o filmlerdeki Arzu Okay'a sıkışarak baktılar. Halbuki ben toplam yüz film çevirmişim, sadece yirmi dört tanesi erotik. Sinemayı bırakalı kaç sene oldu hatırlamıyorum bile. 50 sene mi, 35 sene mi, neyse. Hâlâ hiçbir şeyin değişmediğini görüyorum. Yılmaz Erdoğan'ın İnci Taneleri dizisi mesela. Türkiye hayatını, Türkiye gerçeğini anlatıyor değil mi? Halbuki izleyenlerin akıllarında kalan tek şey kadının pavyon dansı. Magazinle de bu durumun daha da pompalanması. Yani 35 sene önceki bana bakışla, bugünkü diziye bakış aynı. Kimse Yılmaz Erdoğan'ın ve Hazar Ergüçlü'nün iyi oyunculuğundan veya Hazar'ın rolüne nasıl asıldığından, hazırlandığından bahsettiği yok. Herkes onun kalçasında kalmış. Yıllar geçse de kadına bakış hep aynı.

- Arzu Okay denilince herkesin bir fikri var. Haksız tanımlamalara maruz kalmışsınız. Siz ve diğerleri. Yeşilçam'ın lanetli kadınları. Ancak erkeklerin hiçbir adı yok. Toplumun çifte standardının faturası da hep kadınlara ödetiliyor. Bu coğrafya kadınlara neden bu kadar haksız davrandı sizce o dönem özelinde?

Orta Doğu ülkelerinin sosyolojik, ekonomik gelişimelerine bakınca her şey ortada aslında. Bunların hepsi birbirine derinden bağlı. Tek başına kadına bakış diye düşünme, eğitim seviyesiyle ilgili. Yani benim kızıma filmlerimi sordukları zaman, senin biraz önce söylediğin gibi, benim annem Türkiye'nin Brigitte Bardot'u diye bir cevap verdi. Brigitte Bardot'un kızına böyle bir soru sormak mümkün mü? Mümkünse hangi ülkelerde? İşin gerçeği dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde kimsenin kızına böyle soru sorulduğunu düşünmüyorum. Ya da Sarkozy, Carla Bruni ile evlendiği zaman, Fransız basınında Carla Bruni'nin daha önce çektirdiği erotik fotoğraflar hiç konuşulmadı. Çünkü bizi ilgilendiren o fotoğraflar değil, Sarkozy'nin ülke için ne iş yaptığıdır.

- Peki neden aynı dönemde sizinle beraber oynayan erkeklerin hiç adı yok? Sanki hiç oynamamışlar gibi.

Çünkü, o dönemi, o filmleri yok sayıyorlar. Mesela, Aydemir Akbaş benim çok yakın arkadaşım. Çok da severim Aydemir'i. Aydemir'e filmleri soruyorlar. "O filmlerde ben oynamadım" diyor. (kahkahalar) Muhabir de diyor ki; "Nasıl oynamadınız?" "Yok, oynamadım" diyor. Ne denir ki oynamadım diyen birine. Gülersin...

- Memduh Ün, o dönemlerde Zafer Par ismiyle erotik filmler yönetiyor. Diğer yanda da Fatma Girik'le de beraber ve örnek aile tablosu çiziyorlar. Halk bu filmde oynayan kadınları lanetlerken, yönetmenini yüceltiyor. Bu da bir tür ahlaki ikiyüzlülük, haksızlık değil mi?

Bu bir alışveriş. Toplumun istediğiyle doğru orantılı bir alışveriş. Adamlar eşlerininde böyle olmasını istiyor. Belki çok özeli dışında benim gibi olmasını istemiyor ki. Karısının, protest bir kadın olmasını istemiyor. Benden örnek modeli olmuyor ama o kadınlardan örnek model, örnek aile kadını oluyor.

- Siz dürüstçe "Paraya ihtiyacım vardı, bu filmlerde oynadım" derken, aynı filmlerde oynayan erkekler aynı dürüstlüğü gösteremiyor...

Bu da erkeklerin yüreksizliği mi diyeyim, sıkıntıları mı diyeyim... Bilemedim. Yaşadığımız dönemde her şey ortada ve o kadar gerçek ki. Hiçbir şeyin arkasına saklanamazsın. Gerçek olmazsan hayatta hiçbir yere varmana imkân yok. Tek bir yol var! Her şeyinle gerçek olacaksın.

"Aç kaldım, param kalmadı; başka yapılacak bir iş yok"

- Peki bu filmlere başlama süreciniz nasıl oldu?

Aç kaldım, param kalmadı. Başka yapılacak bir iş yok. Bana bakacak kimse yok. Kocam yok, sevgilim yok. Hiçbir şey yok. Yüzüğümü sattım, bileziğimi sattım, onu sattım, bunu sattım. Bir de benim bakmakla yükümlü olduğum bir annem vardı. Öyle bir şey ki bizim ailede annelere bakılır. Annem de anneanneme ölünceye kadar baktı. Bu bizim aile normalimiz, kabulümüz. "Annem de başının çaresine baksın" demem mümkün değildi. Kiradaydım. Geçinemiyoruz. Borç ödüyordum. O dönemde de bir tek bu filmler vardı. Başka film ya da başka bir mesleğim de yoktu. Oynayayım bari dedim. Filmlerden yeteri kadar para kazandım. Sonunda da sinirlerim bozuldu, dayanamaz hale geldim ve bıraktım.

- Tam da bunu sormak istiyordum. 15 ile 23 yas arası günümüzde ergenlik dönemi. Küçücük bir genç kızsınız. Keskin kararlarınız, keskin dönüşleriniz var. Annenizle ilişkiniz erotik filmlerde oynamaya başlamanızla mı bozuldu yoksa hep zor bir ilişki miydi?

Annemle hep zor bir ilişkimiz oldu. Anneannemle daha yakındık ve büyük aşk yaşıyorduk. Annemle hiçbir zaman çok fazla yakın olamadık. Annem çok farklı bir kadındı. Çok çok güzeldi. Dönemine göre rahat bir kadındı. İşin ilginci, annem istediği için sinemaya girdim. Zaten doğduğumdan beri, kendi isteğim doğrultusunda bir yaşantım olmadı hiç. Hep tercihlerimin dışında bir hayat sunuldu bana.

- Çok zeki bir çocukmuşsunuz öğrencilik yıllarınızda.

Evet, hakikaten zekiydim.

- Annenizin size sert davranmasının, kızgın olmasının nedeni ne sizce?

Muhtemelen, ben onun için para üreten bankaydım. Evden ayrılınca para kaynağı gitti ve çok kızdı. Halbuki benim de bir kızım var. Kızım için gerekiyorsa temizliğe de giderim, pavyonda konsomatrislik de yaparım veya bir yerde tezgahtarlık da yaparım. "Artık 15 yaşına geldin, git para kazan" demem. Onun eğitimi alması için ne gerekirse yaparım, ki yaptım.

- Anneniz çocuk ruhlu bir kadın mıydı?

Bence acı çekmiş ve acılarını çözememiş bir kadındı. Çok küçük yaşta evlendirilmiş. O adamdan ayrılmış, istemediği bir hayata zorlanmış. Yaşadığı dönemde o sıkıntıları da aşmak da kolay değil. Sonra da ben de patlıyordu kabak.

- İlk evden kaçışınız ve o günlere dair en çok adı geçen isim Abdurrahman Keskiner. Size hep destek çıkmış. Neden evden ayrıldınız ve olaylar nasıl geçti?

17 yaşındayım. Reşit olmadığım için bankada hesap açtıramıyordum. Annemin üzerine hesap açtım. Tüm kazancımıda annemin üzerine yatırdım. Birgün "araba alacağım" dedim. Hiç sesini çıkartmadı. Gittim araba için pazarlık ettim. Murat 124 alacağım düşünsene.

Abdurrahman Keskiner ile birlikte

- İyi kazanıyor muydunuz?

8500 lira alıyordum film başına. Bir sene boyunca para biriktirdim. Zaten özel bir masrafım da yoktu. Eve bakıyorum. O kadar. Kararlıyım alacağım arabayı. Anneme "Çarşamba günü arabayı alacağız" dedim. Annem de yatıyor. Sabah kalktım. "Hadi anne gidelim" dedim. "Almıyorum arabayı" dedi. "Nasıl almıyorsun, bu benim param." dedim. "Almıyorum" dedi. "Ben gidiyorum o zaman bir daha gelmem" dedim. Çıkış o çıkış ve gittim.

"Bir şeyi bitirdiğim zaman, acı vermiyor bana; o kadar yalnızdım ki kendimi korumak için böyle bir savunma duvarı örmüşüm kendime"

- Tüm birikiminizde annenizde mi kaldı?

Ben gittim, para kaldı. Hayatımda genellikle hep aynı şey oluyor. Ben gidiyorum, her şey kalıyor arkada. Çok enteresan, bir şeyi bitirdiğim zaman, acı vermiyor bana. Sevgilimden ayrıldığımda da, işimi bıraktığımda da, sinemayı bıraktığımda da, sahneyi bıraktığımda da... Evladım hariç, bırakmak bana acı vermiyor. Eksikliğini duymuyorum, üzüntü duymuyorum. Hiçbir şey duymuyorum. Neden böyle olduğumu düşünüyordum epeydir. Sanırım o kadar yalnızdım ki kendimi korumak için böyle bir savunma duvarı örmüşüm kendime. Hiçbir duygu beslemeden bitiriyorum ve arkama bakmıyorum. Küsmem, nefret etmem. Çünkü bu da bir duygu ve canımı acıtır. Hayat mücadelem her şeyin üstünde. Ben önemliyim.

- Kitabınızda geçtiğimiz aylarda yitirdiğimiz sinema sanatçısı Sevda Ferdağ ile anınızı çok sevdim.

Gerçekten kadın ne kadar iyi niyetli. Bana iyilik yapıyor.

- O dönem film setleri nasıldı? Neler yaşadınız?

Ben hep başrol oynadım. Hiçbir zaman bir sıkıntı görmedim. Kimseyle problemim olmadı. Feri Cansel'le çok iyi arkadaş olmuştuk. On yedi yaşındaydım, ilk defa bir kadın rahatsızlığım olmuştu. Anneme de söyleyemiyordum. Feri'ye açıldım. Feri hemen beni doktoru Ayhan Bey'e götürdü. Sonra da hayatının sonuna kadar da Ayhan Hocaya gittim.

- Ayhan Işık, Zeki Müren gibi dönemin en ünlü isimleriyle başrolü paylaşmışsınız. Bize biraz anlatır mısınız?

Zeki Bey çok tatlıydı. Son filminde de ben oynadım.

Zeki Bey'le 14 yaşındayken ilk kez bir fotoromanda oynamıştık. Zeki Bey müstehcen bir şey anlatacağı zaman bana çık dışarı derdi. (Gülüyor.) Sonra çağırırlardı ben de gerisin geriye gelirdim.

- Ayhan Işık da öpüşme sahnelerinde arkanızı kameraya döndürerek mi öpüyordu?

Öpüşme sahnelerinde, öpüşmemek için beni amorsa çevirirdi. Yani öpüşüyormuş izlenimini vermek için kameraya arkamı döndürürdü. Ebru ben setlerde hiç sıkıntı çekmedim. Beni çok fazla kadın gibi görmezlerdi. Çocuktum. Herkese abi, abla derdim. Çok güzel günlerdi.

- Abdurrahman Keskiner sizin için aileyi, belki de aradığınız babayı temsil etmiş. Ancak onu kızdırıp menajerliğinizi bırakmış. Nasıl? Anlatır mısınız? O zamanlar Yılmaz Güney'le çalışmıyor muydu?

Apo, Yılmaz ile çalışmayı, bırakmıştı galiba. Evet bana kızıyor ama çok gencim, yaşamak istiyorum. Aman onun keyfine göre mi yaşayacağım? (Kahkahalar.) Tabii deyip eğlenmeye gidiyordum.

- Nasıl kuralları vardı?

Özellikle ertesi gün set varsa gece dışarı çıkmamı istemiyordu. Haklıydı da.

- Disiplinli miydi?

Evet ama ben de disiplin yoktu. Sonra da kovdu beni. (Gülüyor.)

- Ama dostluğunuz hâlâ devam ediyor.

Tabii. Apo benim ailem. Çünkü benim ailem yok. Annemle büyüdüm. Babamı 27 yaşında tanıdım. Üç sene sonra da öldü. Apo'nun hayatında bir yığın insan vardır ama ailenin içindeki tek insan benimdir. Apo da beni kızı gibi görür. Hatta herkesin içinde bile azarlar (Gülüyor.). Ailem oldu onunla beraber.

- Yeşilçam döneminde magazin basınında futbolcu-oyuncu aşk hikâyeleri çok fazla. Siz de o dönem hayatımın aşkı dediğiniz adamla tanışmışsınız. Bugün bile baktığınızda "hayatımın aşkı" dediğiniz adamla neden olmadı? Ölümü çok hazin.

O dönemde başka bir arkadaşımın kızını kaybetmiştim. Beni telefonla aradığında çok üzgündüm ve "yarın ararım" dedim. Hayatımızda bazen yarınlar olmuyor ama yaşarken bunu düşünemiyoruz, atlıyoruz.

- Peki büyük aşka rağmen neden olmadı?

Paris'e gelirsen fotoğraflarını gösteririm. Neden olmadı? İlk olarak flört etmeye başladığımızda çok ufaktım. Yusuf'un çevresinde kadınlar vardı. O yüzden olmadı.

- Hâlâ hayatınızın aşkı mı?

Tabii, hâlâ aşığım. Bizim ilişkimiz ayrılıklarla ve barışmalarla dolu. İlişkimizin başlangıcından bir süre sonra ayrıldık. Sonra bir on sene sonra yine beraber olduk. Yine ayrıldık. En son eşimden ayrıldığımda tekrar beraber olduk. Gene ayrıldık. Son ayrılmamızdan sonra yaşasaydı yine barışırdık. Ama yine ayrılırdık. Hep ben ona aşıktım ancak son beraber olduğumuzda o da bana âşık oldu. Bana hep şöyle derdi: "İnşallah iflas edersin, benim emekli maaşıma muhtaç olursun." Hakikaten de adam öldü, ben iflas ettim. Gittikten sonra dileği tuttu. (Gülüyoruz.)

- Vedat Türkali "Yeşilçam Dedikleri Türkiye" kitabında o dönemi korku, şiddet atmosferi olarak anlatıyor. İnsanlar sokakta öldürülürken, kahveler taranırken erotik filmler furyası olması garip değil mi? Yoksa devletin bir politikası mı?

O dönemde dünyanın her yerinde erotik filmler vardı. İtalya'dan başlayarak Fransa dahil tüm dünyada erotik filmler rüzgarı esiyordu. Tinto Brass, Emmanuella, Sylvia Kristel filmleri gibi.

Her ülkenin bir devlet yapılanması var. O ülkenin sınırları içinde muhtemelen toplumun o anki eylemlerini caydırıcı altyapı hazırlıkları var. Tüm dünyada benzer politikalar mevcut. Ancak nereye ne kadar etkileri oldu bilemiyorum. Tek bildiğim devlet, bu filmlere mani olmak isteseydi, sansürlerdi. O dönemde öpüşme sahnesi olduğu için yasaklanan filmler bile vardı. Bu filmler ise bir şekilde oynatılabiliyordu. Devlet engelleyebilirdi. Herhangi bir sansür ya da önlem alınmadıysa, demek ki biraz bir danışıklı bir dövüş var. Belki de o dönemde insanların kafasını dağıtmak, yönlerini kaydırıp apolitik davranmaları için sansürlemediler. Her şey olabilir.

"Annemden gider gibi öylece bırakıverdim"

- Sinemayı bırakma noktasına nasıl geldiniz?

Bir film çekiyoruz. Nişan sahnesi. Normal bir elbise var üzerimde. Işıklar altında çıplak mememi tutmuşum saatlerce bekliyorum. Işıklar ayarlanıyor. Sevişme sahnesi çekiyoruz. Külotunun kenarlarını kesip, yapıştırıyorsun, önüne vazo konuluyor külot gözükmesin diye falan. Kısaca çok yıpratıcıydı. Nişan sahnesinde birdenbire ağlamaya başladım. Geldiler demek ki. Limitteyim. Psikoloğa götürdüler beni. Konuşamıyorum habire ağlıyorum. O film son film oldu. Ben bırakıyorum bu işi dedim. Öyle işte, annemden gider gibi öylece bırakıverdim.

- Sonra ne yaptınız?

Birikmiş param vardı. Kiradaydım o zaman.

- Ama iyi de para biriktiriyorsunuz anladığım.

Evet. Tutumluyum da. Pek fazla masrafım ve marka kıyafet düşkünlüğüm yoktu. Lüx eşya, marka bağımlılığı gibi dertlerim hiç olmadı. Bugüne kadar bir tane Louis Vuitton çantam oldu, onu da kocam almıştı. Normal zamanda makyaj yapmam. Makyaj yaparsam da özellikle ünlü marka tercihim olmaz. Aileme bakmanın dışında derdim yoktu. Erotik filmlerden kazandığım parayla evimin kirasını, annemin parasını verdim. İngiltere'de bir arkadaşımın yanına gittim. Lisan kursuna yazıldım. Sabah dokuz, akşam beş. Sonra ayırdığım para bitince dönmek zorunda kaldım.

- İngiltere'de tanınmamak büyük özgürlüktü değil mi?

Çok mutluydum. Olduğum yaşı yaşadım. Ülkemde çok erken sorumluluk aldığım için gençliğimi yaşayamıyordum. Daima kendi yaşımın üstündeki insanların hayatını yaşamak zorundaydım. İngiltere'de ise sadece bendim. Özgürdüm.

- Saatlerdir sohbet ediyoruz aklıma takıldı. Affınıza sığınarak anneniz de para konusunda biraz kolaya kaçmamış mı?

Benim hayatımda herkes kolaya kaçıyor. Tabii haklısın ama yapacak bir şey yok.

" O İbrahim Tatlıses başka biriydi, çok düzgün bir çocuktu"

- 1978 İbrahim Tatlıses'le beraber sahne aldığınız yıllar. Sizin gibi mücadeleci bir kadın İbrahim Tatlıses'le hiç çatışmadı mı? Bugün sergilenen profille farklılıklar var mıydı?

Bugünkü profilden çok farklıydı. O İbrahim başka biriydi. Çok düzgün bir çocuktu. Bugünkü halini bilmiyorum ama ben o günkü İbrahimi seviyordum. O günkü İbrahim dünya güzeliydi. Hayatın içinde insanlar değişebilir. O da kendine göre değişti, bana çok yakın olmayan bir yol seçti. Bilmediğim İbrahim için de hiçbir şekilde distur çekemem.

- Nasıl? Daha mı yumuşaktı?

Çok iyi bir çocuktu. Benim 60 gün boyunca gördüğüm adam çok insani, çok candan biriydi. Sen bize nasıl küfredersin" diye canını ortaya koyup dışarı çıkacak kadar gözü kara, temiz bir çocuktu.

Ben hâlâ bir insanın iyiyken kötü olabileceğine inanmıyorum. Ancak farklı düşüncelere girdi. Kendini daha iyi geliştirebilirdi. Bunun için de okumak, çok okumak lazım. Seçtiği tarafta kendini geliştirebilirdi. Hiç eleştiremem orasını. Onun tercihidir. Ama o noktada kendini evirebilirdi. Devrilmeden evrilme olmaz. Anlatabiliyor muyum?

"Vazgeçmeyi bilmezsen başarmana imkân yok"

- Gücün ve iktidarın esiri olmuş olabilir mi?

Vazgeçmeyi bilmek lazım hayatta. Vazgeçmek çok ciddi bir kavram. Ben vazgeçtim. Annemden vazgeçtim, işimden vazgeçtim, sevgililerimden vazgeçtim. Vazgeçmeyi bilmezsen başarmana imkân yok. Yani vazgeçip, hadi bakalım şimdi nereden devam ediyorum demeyi bilmek lazım. Önüne bakmayı bilmek lazım.

- Sinema ve sahnelerden sonra iş hayatına atılıyorsunuz. Tam bir mücadele ve tutunma hikâyesi. O süreç nasıl nasıl başladı?

Önce sinemayı sonra da sahneyi bıraktım. Biraz da param vardı kenarda köşede. Herkes bana Kastelli'ye paramı vermemi söylüyordu ama vermedim. Benim aklım kendime yeterdi ve başkaları gibi iş kurup para kazanabilmeliydim.

Ayrıca neden yapamayacaktım ki? Tabii ben kendimi başkalarının gördüğü Arzu Okay gibi görmüyorum. Kendi gerçeğimi biliyorum. Hiçbir zaman da şöyle düşünmedim "Bu insanlar bana nasıl bakıyor?" Önyargılara takılmadım. Doğrularım neyse onlara göre yaşadım; bazıları yukarıdan baktı düşmüş gördüler, bazıları aşağıdan baktı yukarıda gördüler.

İlk önce liseyi bitireyim, hostes olayım dedim. Sonra düşündüm. "Arzu, seni kim hostes yapar?" Yemin ediyorum. (Gülüyor.) Asla nasıl görüldüğümü düşünmüyorum ki. Sonuçta ben mesleğimi yaptım. Kasap, elektrikçi ne yapıyorsa ben de mesleğimi yaptım.

Yaşım ilerledikçe daha net düşünebildiğimi farkına vardım. Bir arkadaşım açıktan bitirmişti liseyi, ben de bitirebilirdim. Hemen matematik öğretmeni bulduk. Başladım ders almaya. Öğretmenim Bulgaristan göçmeni ve eşiyle birlikte Laleli'de deri dükkânı işletiyordu. Konuşup, dertleşirken, "Param olduğunu, iş yapmak istediğimi" söyledim. "Bana paranı ver, çalıştırayım" dedi. Kabul etmedim. Ortak olduk. Çok ucuz montları Polonyalılara satıyorduk. Karşılığında da tencere, tabak, kristal, kumaş, sigara, viski alıyorduk. Ben de tanıdık şarküteriye ya da arkadaşlarıma satıyordum. Kadınların altın günlerine gidiyordum. O zamanın moda kazakları pembe, fuşya renkli angoraları satıyordum. Böyle böyle dişimle tırnağımla oldu.

İşler iyi gitmeye başlayınca imalata başlayalım dedim. Ben İyi dikiş bilirim. Ebru Cündübeyoğlu'nun anneannesi öğretmişti. Rahmetli Şükran teyze güzel sanatlar, biçki dikiş mezunuydu. Annemin eski elbiselerini söküp, yıkayıp, Burda'dan kalıp çıkararak yeni elbiseler dikiyordum. Çok faydasını da gördüm o dikiş bilmenin.

Daha sonra bir koleksiyon hazırlayayım diye düşündüm. Derimod'a rakip olmayı düşünüyordum. Tabii ufak bir eksik var: para! Koleksiyonu tamamladım. Fuara katıldım. İç piyasa düşünürken ihracat müşterisi çıktı. Yavaş yavaş para kazandık. İşi daha iyi öğrendik. Fuarlara gitmeye, mağaza açmaya başladık. İngilizcemin çok faydası oldu. Yavaş yavaş büyüdük. Çok büyüdük.

- Sonrasında Körfez Krizi ve iflas değil mi?

Körfez Krizi'nde büyük batış yaşadık. İşleri çok büyümüştük. 640 işçi çalıştırıyorduk. Ayda 15 bin parça deri üretiyorduk. Körfez krizinde her şey durdu. Avrupa da durdu. Tazminatları ödemek için makinelere kadar her şeyi sattık.

"Vazgeçmek ya da yorulmak gibi bir şansım hiçbir zaman olmadı"

- Anlattıklarınıza ve gücünüze hayran kaldım. Hiç yorulmadınız mı? Bu vazgeçmeme gücünü nereden aldınız?

Yokluktan. Ne yapabilirim ki? Kime güveneyim, ya da güvensen ne olacak? Güveneceğin şey seni kaç gün ayakta tutar? Vazgeçmek ya da yorulmak gibi bir şansım hiçbir zaman olmadı.

"Fransa'da banliyöde müstakil, vahşi bir bahçesi olan bir evde yaşıyorum; bahçede tilkim var, ona yemek pişiriyorum."

- Biraz da Paris'teki komün hayatınızdan bahsedelim.

Fransa'da banliyöde müstakil, vahşi bir bahçesi olan bir evde yaşıyorum. Bahçede tilkim var, ona yemek pişiriyorum. Benim evimin anahtarı hâlâ üç kişi de var. Yani bu saatte, yarın gidiyorum desen tamam derim. Açık bir ev. Nasıl olsa ortada bir ev var. Kimin ihtiyacı varsa gidip kalabilir bence. Paylaşabilmelisin.

"Talabani hemen kalktı önünü ilikledi; ben gidene kadar oturmadı yerine"

- Cidden Fransa'da Talabani ile tanıştınız mı?

Bir kız arkadaşım vardı o yıllarda. Çok önemli bir kadındı. Bizim gençlik dönemimizde Kürt hareketlerinin liderlerinden birisiydi. Yine başka bir Kürt arkadaşımızın restoranında hep beraber yemek yiyorlardı. Ben de tesadüfi olarak oradaydım. Merhaba dedim, geçtim yanlarından. Sonra arkadaşım yanıma geldi, biraz konuştuk. Sonra giderken ben Allahaısmarladık demeye gittim masalarına, adam hemen kalktı önünü ilikledi. Bir centilmen, inanamazsın. Talabani imiş. Ben gidene kadar oturmadı yerine hayret ettim.

- Acaba hayranınız mıydı?

Yok canım, tanımaz beni. Nereden tanıyacaklar? Yok zannetmiyorum. Hatta Hatice'ye demiş ki "Bu çocuk mu yapıyor bu kadar işleri". (Gülüyor.)

"Benimle oynayan erkek arkadaşlarım kendilerini yok saydırtmak istediler, ben kendimi yok saydırtmak istemedim"

- Sinemada hiç ödül almasanız da 2012 yılında Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Film Festivali ve devamında da "Onur Ödül"leri aldınız. Çok geç olsada iade-i itibar diyebilir miyiz?

Benimle oynayan erkek arkadaşlarım kendilerini yok saydırtmak istediler. Ben kendimi yok saydırtmak istemedim. Ben yaptıklarımın her zaman arkasında durdum. Benim yaptığım filmlerin bu kadar eleştirilecek bir yana olmadığını anlatmaya çalıştım.

Bunu ilk defa muhtemelen kadınlar gördüler. Kadınların bile daha önce görmesi lazımdı. Ama o sürenin de sonunda kadınlar gördüler. Arkasından erkekler de görür gibi oldu, gördüler sağ olsunlar. Gene de olsun yani, geç değil. Öldükten sonra da olabilirdi.

- Orhan Arıburnu Uzun Metraj Film Jüri Özel Ödülünüze Macit Koper, Aytaç Arman karşı çıkmış! Neden?

Vallahi bilemiyorum ki. Gerçekten bilemiyorum. Ben Aytaç'la da filmde oynadım. Ne yapacağız şimdi? Politik durumlara göre insanlar kabuk mu değiştiriyor? Ne oluyorlar, neden öyle oluyorlar? Hiç anlamıyorum.

- Gerçeklerinden kaçıyor olabilirler mi?

O zaman benimle filmde de oynamasıydı Aytaç. Bilemedim. Macit Koper'i çok beğenirim. Hayranımdır. Yani hâlâ da hayranım. Onun benimle ilgili ne düşündüğü gibi beni hiç bağlamıyor. Hiçbir şekilde de canımı da acıtamaz. Neden, ne düşünerek yaptılar bilmiyorum. Yapmasalardı daha iyiydi. Canları sağ olsun. Ne diyeyim yani ben onlara?

- Kızınız Eda Su Neidik. Ülkemizi yurt dışında da temsil eden önemli ressamlarımızdan. Eserlerini çok etkileyici buluyorum. İlişkiniz nasıl?

Çok güzel dövüşüyoruz. (Gülüyor.) Bol bol, her anne kız ilişkisinde olduğu gibi dövüşmediğimiz, seviştiğimiz zamanlarda iyiyiz. (Kahkahalar.)

- Sizin de resme ilginiz var mı?

Yok, ben yetenekli değilim.

- Eda'nın resimlerini evinize asıyor musunuz?

İstersen asma. Her tarafa asıyoruz. Gurur duyuyorum Eda'nın yaptıklarına. Başka bir şeyden para kazanmak istese kazanır. Eda, Sorbonne mezunu. Beş lisanı ana dili gibi biliyor ama "ressamım" diyor onu da inatla yapmaya çalışıyor. Çok da iyi yapıyor. Uluslararası projelerde yer alıyor. İyi ki kızım.

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla birebir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejeleri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'de Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı.Oksijen gazetesinde de röpörtajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Erkeğin çileli yolu: Gece hayatı

Pavyonlar ve gazinolar, AKP’nin Türkiye’ye yaşattığı neo-liberal dönüşümle birlikte altın çağını yaşadı

Doç. Dr. Özgür Türesay: 1854'te İstanbul'da Levanten ve Avrupalı çevrelerde ruh çağırma seansları yapılıyordu

"Osmanlı toplumunun üst kesimlerinde ve özellikle kozmopolit çevrelerde ruh çağırma seanslarının 1850'lerden itibaren sıklıkla yapıldığına dair bilgiler mevcut. Her millet ve dinden medyumlar var"

Acar Baltaş: İyimserler daha kısa yaşıyor

"Mutluluğun temeli, temel ihtiyaçları karşılayacak kadar bir gelir ama onun ötesinde de çok önemli ölçüde iyi ilişkiler üzerine kurulu bir hayat"