27 Şubat 2016
4 eyalette yapılan ön seçimlerin 3’ünü kazanmayı başaran ve ulusal anketlerde Cumhuriyetçi adaylar arasında en öne çıkan Donald Trump’ın yükselişi durdurulabilecek mi? Trump, kampanya başlangıcında siyasi analistlerin ciddiye almadığı bir adayken, bugün Cumhuriyetçi Parti’nin en iddialı ismi olmayı nasıl başardı?
Seçim kampanyalarının başlangıcında ABD siyasi tarihinin en nüfuzlu ailelerinden biri sayılan Bush ailesinden Jeb Bush’un Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı olacağını tahmin ediliyordu. İlk yapılan anketlerde de Jeb Bush önde görünüyor, bağış toplama kampanyası rekorlar kırıyordu. Ancak, 2016 seçim döneminin en fazla bağış toplayan adayı olan Bush, 20 Şubat’ta aldığı South Carolina ön seçim yenilgisinden sonra adaylıktan çekildiğini açıkladı. Jeb Bush’un yarışta erken havlu attığı yarışta, kimsenin şans vermediği, hatta kabaca küçümsediği, Donald Trump’ın yükselişinin sırrı neydi?
Medyayı Kullanmayı Bilmek: “Medyanın nasıl çalıştığını o kadar iyi biliyorum ki benden gözlerini ayıramayacaklar!”
Şubat 2015’te aday olmayı düşündüğünü açıkladığı zaman kampanya stratejisini soranlara bir cevap vermişti Trump: “Medyanın nasıl çalıştığını o kadar iyi biliyorum ki benden gözlerini ayıramayacaklar ve odadaki tüm oksijeni tüketeceğim!”
Cumhuriyetçi Parti’de, Demokrat Parti’nin aksine, çok adaylı bir ön seçim yarışı başladı. Adaylar arasında kadın aday, erkek aday, siyah aday, beyaz aday, siyaseten tecrübeliler, iş dünyasından gelenler, iç siyaset/ dış siyaset başarısı ile tanınan adaylar gibi geniş bir yelpazeye yayılan bir aday kadrosu vardı. Bu karışık yelpazede mesajını iletebilmek ve farklılaşmak kolay değildi elbette...
Trump’ın medya stratejisine bakacak olursak, kampanyasının başından itibaren oldukça belirgin bir taktik izlediğini söyleyebiliriz: Saldırgan ve sansasyonel bir açıklama yapmak, medyanın bu söylemin üzerine gitmesi ve Trump’ın yer aldığı haber başlıklarının Trump’ın kampanyasını geri beslemesi... Böylece hiçbir ücret ödemeden hem gündeme hakim olabilme, hem de mesajlarını iletebilme şansı yakalaması.
Trump’ın daha ilk günden bu taktiği uyguladığını görebiliriz: Adaylık açıklamasını diğer adaylara göre daha geç sayılabilecek şekilde, Haziran ayında yaptı. O güne kadar Jeb Bush favori aday, Ted Cruz muhafazakar aday olarak isimlerinden bahsettirmeye başlamıştı. Oysa, Trump adaylık açıklaması için New York’ta, Trump Tower’da ABD bayrakları önünde bir açıklama yaptı. Mekan ve fona uygun olarak da konuşmasında kendi zenginliğine vurgu yaptı ve İslamcı teröristleri yeneceğini söylemesinin hemen ardından kimsenin beklemediği “Meksika sınırındaki göçü engellemek için dev bir duvar yapma” fikrini açıkladı.
Bahsettiği 2 fikrin de hiç bir alt çalışması ve projesi yoktu ama bu söylemler medyada bomba etkisi yaptı. Haftalarca sadece Trump ve Meksika duvarı konuşuluyor, diğer Cumhuriyetçi adaylar medyada yer alamıyordu. Trump daha adaylık açıklamasıyla medyayı kullanmayı bildiğini göstermiş ve diğer adayların medya görünürlüğünü yok etmeyi başarmıştı. Üstelik diğer tüm adayların aksine tek kuruş TV reklam bütçesi harcamadan. Trump’ın adaylığını açıkladığı ilk hafta sonunda Jeb Bush düşüşe geçmişti bile...
Toplam kampanya haberlerinin yüzde 32’si Trump
Trump, medya dünyasında ilginç ve sansasyonel olanın makul veya aklı başında olana karşı daima üstün olduğunu biliyor ve kendini gündemde tutabilmek için bu taktiği kullanıyor. Bir önceki “ABD’nin Başkanı Sosyalist Olabilir mi?” başlıklı yazımda da kullandığım gibi, 2015 yılında Ocak-Kasım arasında yapılan Tyndall Raporu Trump’ın medya kullanım becerisini gözler önüne seriyor: Rapora göre toplam medya haberlerinin 327 dakika yani toplam sürenin %32’si Trump’a, 57dk Jeb Bush’a, 57dk Ben Carson’a ve 22 dk. Marco Rubio’ya ayırılmış.[1]
Siyasi kampanyanın rakibi popüler kültür
Gayrimenkul kralı, girişimci ama belki de kampanyasının bu denli ses getirmesinin altındaki en temel etken Trump’ın “reality-show” alanındaki tecrübesi diyebiliriz. Nedeni son derece basit: Siyasi kampanyanın ana hedefi mesajınızı doğru seçmene doğru kanallardan verebilmektir. Günümüzde iletişim kanalları ve mesajlar o kadar yoğun ki, seçmen sadece ilgisini çeken haberi ve mesajı görebilme lüksüne sahip olabiliyor. Sosyal medyada karşımıza çıkan haberlerden tutun da gördüğümüz dijital reklamlara kadar aslında hep bizim tercihlerimizin bize geri sunulduğu bir iletişim çağındayız. Mesajını iletmek isteyen siyasetçinin de, seçmenin “zaman tüneli”nde rekabete girmesi gerekiyor. Dolayısıyla, artık siyasetçinin tek rakibi diğer siyasetçiler değil, aynı zamanda bütün popüler kültür öğeleri... Yani, siyasetçi mesajını iletebilmek için aynı zamanda One Direction konseriyle ve/veya Oscar törenleri ile yarışmak zorunda.
Dev bir “Reality-Show”: Seçim kampanyası
“Çaylak” programıyla 14. sezona imza atan Trump’ın, popüler kültürün gücünü anlamış olduğunu ve kampanyasını “reality-show” mantığı ile yapmayı tasarladığını biliyoruz. Konuşmalarını dinledikleri zaman karşılarında bir Başkan adayı değil, daha çok bir Show-man gördüklerini söyleyen seçmen, bu gösteriyi izlemeyi seviyor. Çünkü, diğer adayların aksine Trump hazır konuşma metinleri yerine doğaçlama, adeta bir “stand-up” show’u niteliğinde konuşuyor ve her an her şeyi söyleyebiliyor. Bu özellik de onu ilginç kılıyor. Bir siyasetçinin üslubu ile değil, son derece kaba ve demagojilerle dolu konuşmalarına seçmen bir gösteride olduğu hissiyatı ile gülüyor, eğleniyor, tezahürat yapıyor.
Siyaset iletişimcisi gözü ile bakacak olursak, Trump’ın toplantılarında “yakınlık politikasını” başarı ile uyguladığını söyleyebiliriz. Seçmen, karşısında soğuk ve mesafeli bir siyasetçi değil, birlikte güldüğü, bağırdığı, sinirlendiği, kendisi gibi birisini görüyor. Kaba kelimeler kullandıkça kızgın seçmen coşuyor. Siyasi yorumcular tarafından ciddiyetsiz, küstah, acımasız ve saldırgan olarak tanımlanan Trump’ın söylemleri, seçmen tarafından gerçek, net ve dürüst söylemler olarak tanımlanabiliyor.
Amerikan seçmeninin Başkan adayına “yakınlık duyma” hissiyatının, oy vermede önemli bir motivasyon olduğunu düşünecek olursak bu gösterinin neden halkta karşılık bulduğunu daha iyi anlayabiliriz.
Popülist söylem ile gündem kontrol edilebilir mi?
Trump’ın söylemlerinin popülist olduğu gerçeğini herkes biliyor. Fakat göz ardı edilmemesi gereken bir gerçek de, bu söylemlerin halkta, özellikle Cumhuriyetçi kanatta, bir karşılığının olması. Dolayısı ile Trump’ın söylemlerini rastgele söylediğini düşünmek aslında pek mümkün değil. Örneğin, en sansasyonel beyanatlarından biri olan “Müslümanların ABD’ye girişlerinin yasaklanması” medya çılgınlığı yarattı ve günlerce tartışıldı, eleştirildi. Oysa, Huffington Post’un 11 Aralık tarihinde yayınladığı YouGov, CBS, NBC/WSJ, Bloomberg’in yaptığı farklı anketlerde bu beyanata Cumhuriyetçilerin desteğinin sırasıyla %69, %54, %42 ve %65 olduğunu görüyoruz[2]. Trump’ın açıklamasının Paris ve San Bernardino’da yaşanan okul taramasından sonra geldiğini de düşünecek olursak hedef odaklı bir mesaj olduğunu anlamamız zor olmayacak. Ve elbette, medya bu sansasyonel söylemle öylesine meşgul oldu seçmenlerin ki diğer Cumhuriyetçi adayların konu ile ilgili mesajlarını duyma şansı yine olmadı.
Trump’ın Müslümanlar hakkındaki söylemleri, medyada ve diğer siyasilerce eleştirilmeye devam ediyor. PEW araştırma şirketinin 3 Şubat 2016 tarihinde yayınladığı araştırmaya göre Amerikan halkının %50’si İslam’ın bir bütün halinde eleştirilmesi konusunda dikkatli olunması gerektiğini düşünürken bu oran Cumhuriyetçilerde sadece %29. Cumhuriyetçilerin %65’i, İslam’ın toplu eleştirisine yol açacak olsa bile, aşırı İslamcılarla ilgili açık seçik konuşulmasını savunuyor. Bu seçmen kitlesinin %63’ü Donald Trump’ın harika/iyi bir Başkan olacağını düşünüyor. Halkın %49’u Amerika’da yaşayan Müslümanların en azından bir kısmının anti-Amerikancı olduğunu düşünüyor[3]. Araştırma verilerinden yola çıkacak olursak, Trump’ın bu söylemleri devam ettirmesinin şans olmadığını, bu söylemlerin Trump’ın popülaritesini artırdığını ve hatta oy kazandırdığını söyleyebiliriz.
Doğru zamanda doğru konumlandırma yapmak
Trump, ABD halkının Washington’daki düzene güveninin kalmadığı bir dönemde siyasete girdi ve daha önce hiçbir yönetimde yer almadığı için kendini “düzen dışı aday” olarak konumlandırdı. “Kızgın seçmen” olarak nitelediğimiz düzende kendine yer bulamayan, kendini dışlanmış ve bir anlamda kurban hisseden seçmene kendisini “statüko dışında” bir alternatif olarak sunmayı başardı. Trump’ın bu anlamda siyasi tecrübesizliğini avantaja çevirdiğini de söyleyebiliriz. Ama aslında herkesin bildiği bir gerçek var: Trump da aslında Sanders’ın tanımladığı ekonomik elitlerin siyasete müdahil olma örneklerinden birisi. Trump, zaten daha önce de siyasi adaylara bağışta bulunduğunu saklamıyor. Bu bakımdan aslında son derece “düzen” adayı olmasına rağmen, daha önce hiç siyaset yapmamış olmasını öylesine güzel konumlandırmayı başardı ki kendisini “siyaseten tecrübesiz” değil, “düzen dışı” aday olarak algılatmayı başardı. Tecrübeli siyasetçileri de “konuşurlar ama iş yapmazlar” şeklinde eleştiren Trump, Cumhuriyetçi Parti’den aday olmasına rağmen, zaman zaman Cumhuriyetçi Partiyi de eleştirerek kendisini düzenin dışına taşıdı ve konumlandırmasını güçlendirmeyi başardı.
“Kontrol edilemeyen bir başkan olacağım”
Tıpkı Bernie Sanders gibi Donald Trump da Siyasi Eylem Komiteleri’nden (SuperPAC) destek almıyor, hatta var olmalarını eleştiriyor. Kendi kampanya finansmanını kendisinin yaptığını söyleyen Trump, “Lobi şirketlerinin parasını almıyorum, çünkü bu insanlar halkı kontrol etmek istiyor ama ben kontrol edilemem! Kontrol edilemeyen bir başkan olacağım, bu halk ve ülke için en iyisi neyse onu yapacağım!” sözleriyle meydan okuyor. Trump’a göre yapılan ilaç anlaşmalarının, askeri anlaşmaların kötü olmasının bir tek nedeni var; o da siyasetçilerin bu şirketler tarafından kontrol ediliyor olması. Bu kontrole sebep veren ana unsurun da kampanya finansmanı olduğunu söylüyor ve defalarca bu şirketlerden para almadığını/almayacağını yineliyor.
Seçimi umut ve gelecek kazanır
Tıpkı Sanders gibi Trump’ın da hızlı yükşelişinin ardında yatan sebeplerden birinin yaşanan ekonomik memnuniyetsizlik ve “kızgın seçmen” olduğu aşikar. Yaşanan ekonomik memnuniyetsizlik gelecek kaygısını beraberinde getiriyor ve seçmeni alternatif arayışlara yöneltebiliyor. Sistem dışı adaylar da bu anlamda sistemden şikayet eden seçmene cazip geliyor.
Bu nedenlerle, Trump ekonomi ve güvenliği öncelikli kampanya konuları olarak seçti. Geçim sıkıntısı çeken veya ekonomik olarak daha da geriye düşmek istemeyen seçmenleri hedefledi. Bu seçmen grubunun, global ekonominin yarattığı/yaratacağı sonuçları ve göçmenleri kendi problemlerinin ana nedenleri arasında gördüğünü biliyoruz. Donald Trump’ın seçim kampanya stratejisi, zaten seçmende oluşan bu gelecek kaygısını daha da perçinlemekten geçiyor. Düzenin bozukluğundan bahsederken, bir yandan da sürekli “nasıl daha da kötüye gidebileceğinden bahsediyor”. Ona göre bu durumu düzeltmenin yolları da farklı önlemler almaktan geçiyor. Örneğin, “göçmenlik” konusunu “işsizlik korkusu” ile pekiştirerek anlatıyor. Meksika ile aralarına bir duvar öreceğinden, böylece kaçak işçi girişini engelleyebileceğinden bahsediyor. Bu anlamda seçmeninin gelecekteki işsiz kalma korkusuna çözüm üretiyor. Örülecek duvarın masrafını Meksika hükümetinin ödeyeceğini söylemesi de, yine seçmenine bunun bir ekonomik yük getirmeyeceği mesajını vermek.
“Amerikan ordusunu öyle güçlü yapacağım ki kimse bizimle uğraşamaya cesaret edemeyecek” gibi aşırı sert ve siyasi üsluptan yoksun söylemlerde bulunması da yine kendi hedef seçmeninin gelecek kaygısını, onların konuştuğu lisanla gidermek hedefini taşıyor. Verdiği mesaj, korku, kızgınlık ve Amerika’yı tekrar muhteşem yapma arzusu duyan seçmene ulaşıyor. Çünkü ekonomik olarak yıpranan seçmen, bu muhteşemliği yaşamak ve hissetmek istiyor. Bu his onlara umut veriyor.
Seçmen “kazanmak” istiyor
Kızgın seçmenin kodlarını okumayı başaran Trump, seçmenin kendisini “kurban” gibi hissetme durumuna karşı, onlara “kazanan” olabilme ihtimalini hatırlatıyor. Bunu da, yine kendi üzerinden yapıyor. Trump’ın her konuşmasında ne kadar başarılı bir işadamı olduğunu anlatmasının temel sebeplerinden birisi, kendisini düzen dışı, klasik siyasetçi profilinden ayrıştırmaksa, ikinci temel sebebi de kendisini “kazanan” olarak göstermek. Her fırsatta “kazanma” kelimesini kullanmaya özen gösteriyor. Nevada’da yaptığı zafer konuşmasında “Kazanıyorum, kazanıyorum, kazanıyorum. Amerika’da benimle tekrar kazanacak!” diyerek kendi başarısıyla seçmenin başarısını ortak nokta olan “kazanmada” birleştiriyor.
Momentumu yakalamak
Biliyoruz ki, kaybetme korkusu taşıyan seçmen grubu için en temel güdülerden birisi de “güvenlik”. Kendilerini her anlamda güvende hissetme arayışına giriyorlar ve tehlikeden uzak durmak onlar için en temel motivasyon kaynağı oluyor. Bu nedenle, bu grup seçmenler kaybın minimalize edilmesi üzerine odaklanıyorlar. Kendilerini koruyacak güçlü, hatta otoriter, lider figürü bu seçmen grubuna cazip geliyor.
Yapılan araştırmalar, bize güvensiz hisseden seçmenlerin siyasi liderlerin kendilerine verdikleri sözleri tutmadıkları için ihanetine uğradıklarını düşündüklerini gösteriyor. Trump’ın başarılı işadamı ve aşırı zengin olması, siyasi geçmişinin ise olmaması (dolayısıyla hatasız olması) kendisine “yapabilir” imajı yaratmasını sağlıyor ve bu seçmen grubunun Trump etrafında birleşmesine neden oluyor.
Farklı kesimlerden oy alabilmek
Trump, Cumhuriyetçilerin asla hayal edemeyeceği eyaletlerde seçim kazanacağını vaat ediyor. Demografik olarak kağıt üzerinde kendi seçmen profiline uymayan eyaletleri de şimdilik kazanmayı başardığını görebiliyoruz. Örneğin South Carolina: Muhafazakar seçmenin ağırlıkta olduğu bir eyalet olması bakımından, New York değerlerini benimsemiş, defalarca boşanma yaşamış, liberal ve din ile çok az ilişkisi olan Trump’ın kağıt üzerinde buradaki seçmene ulaşamayacağı düşünülüyor, dini kesimle kurduğu yakın ilişki nedeni ile Ted Cruz favori olabilir deniyordu. Ya da Nevada’da Marco Rubio’nun aile bağları olduğu için favori gösterilmesine rağmen, Trump’ın her iki eyaleti de kazanmakla kalmadığını, ezici bir fark attığını görüyoruz.
Projeler Değil Liderlik Tartışması: Ted Cruz “Yalancı”, Jeb Bush “Düşük Enerjili”, Barack Obama “Zayıf”
Trump, taktiksel olarak kendisini kampanyanın ortasına koydu ve kişisel promosyonu ile kampanya yapmayı tercih etti. Özellikle gündem kaymaya başladığı her an, yeni bir çıkış yaparak dikkatleri üzerinde toplamayı becerdi. Kişisel özelliklerden çıkıp siyaset konuşma noktasına gelindiğinde mutlaka konuyu kişiselleştirmeye geri döndürüyor. Örneğin İsrail konusu açıldığında Ortadoğu ile ilgili planını anlatmak yerine İsrail’den aldığı ödüllerden, sağlık planı konusu açıldığında bu şirketleri yakından tanıdığını anlatmakla yetiniyor. Bu taktiği kullanmasının temel nedenlerinden birinin konulara tam hakim olmaması, diğerinin de anketlerde “liderlik” özelliklerinin güçlü çıkması olduğunu biliyoruz.
Trump’ın kendini üstün göstermek için kullandığı en temel taktiklerden birisi de rakiplerini karalamak. Ted Cruz için “yalancı”, Marco Rubio için “çocuk”, Jeb Bush Jeb Bush için “düşük enerjili” diyen Trump, Obama için de “zayıf” sıfatını kullanıyor. Rakiplerinin siyasi projeleri, programları üzerine değil, kişilikleri üzerine yaptığı atıflarla o kadar zaman harcıyor ki, böylelikle kendi siyasi projeleri üzerine konuşmaktan da kaçınmış oluyor.
Trump’ın yükselişi önlenebilecek mi?
Mart ayının ilk yarısında 24 eyalette daha ön seçimler yapılacak ve 15 Mart’ta delegelerin %58’i belirlenmiş olacak. İlk ön seçim yapılan eyaletlerin delege sayılarının azlığını dikkate alacak olursak, bu tarih Trump’ın adaylığını açıklaması için erken ama siyasi analistler bu hızlı yükselişin durdurulabilip durdurulamayacağının hesaplarını yapmaya başladılar.
Cumhuriyetçi Parti’nin “Kolektif Aksiyon Problemi” yaşadığını söylememiz yanlış olmayacaktır. Yani birlikte çalışmayı başaramayan kişilerin, sonunda kimsenin istemediği bir sonuçla başbaşa kalması durumu. Her ne kadar Cumhuriyetçi adayların bir kısmı yarıştan çekilmiş olsa da, sahada halen 5 aday var ve bu adayların birbirinin oylarını böldüğü bir gerçek. PEW araştrma şirketinin 20 Ocak’ta yaptığı bir araştırmaya göre Trump’ın iyi/harika bir başkan olacağını söyleyen seçmen % 56 iken, bu oran Cruz için %53 Rubio için %44, Carlson için %45, Kasich için %17[4]. Adaylar çekildiği zaman yarışın nasıl bir şekil alacağını net bir şekilde tahmin etmek kolay değil ama sahadaki aday sayısı azalmadıkça Trump’ın yükşelişini durdurmanın zor göründüğünü söyleyebiliriz.
[1]http://tyndallreport.com/
[2] http://www.huffingtonpost.com/entry/donald-trump-muslims-ban_us_566b5998e4b0e292150dfe86
[3] http://www.pewforum.org/2016/02/03/republicans-prefer-blunt-talk-about-islamic-extremism-democrats-favor-caution/
[4] http://www.people-press.org/2016/01/20/voters-skeptical-that-2016-candidates-would-make-good-presidents/
Gençlerle birliktelik kurabilen parti ve siyasetçiler bağ kurabilmede bir adım öne geçebilecekler. Bakalım bu dönem siyaseti ne kadar "gençleştirebileceğiz"?
Unutmamak gerek ki, seçimleri strateji kazandırır ve doğru strateji halkın gündemini yakalayandır
Özellikle parti içi dengeler açısından baktığımızda, uzlaşma zemini söz konusu olduğu zaman, siyasiler birtakım fedakârlıklarda bulunulması gerektiğini kabul etmeleri gerektiğinin farkındalar mı acaba?
© Tüm hakları saklıdır.