Geçtiğimiz hafta Sözcü Gazetesi’nden çok sevgili Nil Soysal’a verdiğim röportajda 2019 Yerel Seçimlerinin belirleyici seçmen gruplarından birinin “Küskün Seçmenler” olabileceğini, zira özellikle muhalefet partilerine oy veren bu seçmenlerin sandığa gitmeyebileceğinden bahsetmiştim. Söz konusu röportajdan sonra, kendisinin partilere küstüğünü ve sandığa gitmeyeceğini söyleyen çok sayıda vatandaştan mail almamın üzerine bu konuda biraz daha detaylı bir yazı yazma ihtiyacı hissettim.
Muhalefet partileri durumun ciddiyetinin farkında mı?
24 Haziran seçim sonuçlarını takiben muhalefet partilerinin yaptıkları açıklamaları takip ettiğimiz zaman, bu sorunun cevabını vermek aslında son derece kolay. Muhalefet partileri 24 Haziran seçimlerini sıradan bir yenilgi olarak kabul ediyorlar ve partilerine her daim sahip çıkmış sadık seçmenlerin eskiden olduğu gibi partilerine sahip çıkacaklarını düşünüyor. Oysa bu büyük bir yanılgı. Çünkü 24 Haziran seçimleri seçmenlerde sadece bir “Mağlubiyet Duygusu” olarak açıklanamayacak kadar büyük bir travma yarattı. Travmanın temel nedenlerinden biri, bu sefer büyük bir beklenti içerisine girmiş seçmenlerinin, seçim gecesi bir seçim kaybı değil, terkedilmişlik hissi yaşamış olmaları.
Muhalefet partileri seçim sonuçlarının kontrolü konusunda, seçmenlerin yaşadığı endişeyi bilmesine rağmen, sonuçlara hakim olduğunu gösteremedi. Oysa seçmenler özellikle 2017 referandumundaki mühürsüz oy pusulalarının geçerli sayılmasından sonra, bu konuda iyi niyet değil net bir profesyonellik bekliyorlardı. Adil Seçim Platformu ile yaratılan beklentinin daha seçimin ilk saatlerinde hayal kırıklığına dönmesi, Anadolu Ajansı’nın manipülasyon yaptığını söyleyen yöneticilerin çok kısa bir süre sonra seçim sonuçlarını kabul etmesi, üstelik sonrasında da bu yöneticilerin neden manipülasyon var dediklerini asla açıklamamaları seçmenlerde partinin oyuna da sahip çıkmadığı hissiyatını doğurdu.
Partilerin ne seçim gecesi, ne de sonrasında da bu hissi yaşayan seçmenlerle iletişime geçmemeleri, yakınlaşma politikası kurmamaları; aksine zamana yayarak seçmenlerdeki bu hissiyatın geçeceğini düşünmeleri ve hatta konsantrasyonu yaklaşan başka seçimlere çekerek seçimlere hazırlanıyoruz açıklamalarıyla seçmenleri yatıştırabileceklerini sanmaları, seçmenlerin yaşadığı “Terk Edilmişlik” hissiyatını daha da büyüttü.
Partilerin önce beklentileri artırıp, sonrasında ise sadece bu beklentileri karşılayamamaları değil, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmaları seçmenlerin yaşadığı hayal kırıklığını kızgınlığa çevirmeye başladı. Seçim gecesi travmasını atlatamayan seçmen, sonrasında kendisine yönelik bir iletişim çalışması görmediği için yaşadığı kızgınlık, “Anlaşılmama” hissiyatına girmesine, bu hissiyat da yalnızlaşmasına ve hatta küsmesine neden oldu.
Küskünlüğe giden yol ayırımı: Oy vermek hak mıdır ödev mi?
Öncelikle küskünlüğe giden yol ayırımının temelinde dönüp dolaşıp yine şu soruya geldiğini düşünüyorum: Oy vermek hak mıdır, yoksa ödev mi?
Elbette ki, demokrasi açısından düşündüğümüz zaman oy vermek haktır, Anayasa’da da bu “hak” olarak tanımlanmıştır. Ama sonrasında “Halkoylamasına, milletvekili genel ve ara seçimlerine ve mahallî genel seçimlere iştiraki temin için, kanunla para cezası dahil gerekli her türlü tedbir alınır” denilerek de oy verme aynı zamanda bir zorunluluk olmuştur. İşte tam da bu noktada özellikle son dönem muhalefet partileri açısından bu seçmenlere bir görev olarak sunulmuştur. “Vatandaşlık görevi”. Ama bu öyle bir görev ki, seçmen her ne hayal kırıklığı yaşarsa yaşasın seçim günü dönüp partisine/adayına oy vermekle yükümlüdür gibi bir anlayış sergilemişlerdir. İşte bu da seçmenleriyle kopma noktasına gelinmesinin ilk aşamasıdır.
Seçmenlerin partinin değil; kendi nedenlerine göre hareket etme özgürlüğü vardır. Siyaset iletişim literatüründe seçmenleri oy kullanmaya, ya da kullanmamaya teşvik eden rasyonel ve rasyonel olmayan motivasyonları inceleyen birçok çalışma mevcuttur.
Bu çalışmaların bize gösterdiği, seçmenin istediği adayın kazanmasından alacağı manevi tatmin, verdiği oyun seçim sonucuna etki edeceğini düşünmesi, oy vermenin etik bir davranış olduğunu düşünmesi, siyasi sistemde söz sahibi olduğu hissi, partizan tercihini gösterebilmek,ve vatandaşlık görevi duygusu oy verme ya da kaçınmaya yönelik kararı etkileyen ana unsurlardır.
Seçmenler eninde sonunda oy vermeye gider mi?
Öncelikle dünyanın birçok ülkesinde sandığa gitme oranlarının düşüklüğü oldukça ses getiren tartışmalara neden oluyor. 2017 yılında Fransa'nın geleneksel siyasi partileri karşısında ezici bir zafer elde eden Macron'dan uzun uzun bahsedildi. Ama bahsedilmeyen ve seçimlerin belki de en can alıcı noktalardan biri seçimlerdeki katılım oranının sadece %42.6 olmasıydı. Bu oran 5. Cumhuriyet’in kurulduğu günden bu yana en düşük katılım oranıydı.
Le Monde Gazetesinin Fransa seçimleri sonrası katılımın düşüklüğü ile ilgili yaptığı araştırmadan çıkan en temel nedenler seçmenlerin seçilmesini candan istediği adaya değil; karşı olduğu adayı engelleme motivasyonu ile oy vermekten sıkıldıklarını, seçmenlerin partilerine yeni bir siyaset üretemedikleri için kızgınlık duyduklarını, kendilerini sürekli fedakarlık yapan taraf olarak hissettiklerini ve bundan artık bıktıklarını, ne olursa olsun gerçek anlamda temsil edilmediklerini düşündüklerini, bunun da oy verme motivasyonlarını daha da düşürdüğünü ortaya koydu.
Fransa örneğinden alınacak dersler
Fransız seçmenlerden de görüyoruz ki, oy vermek istemeyen seçmenlerin rasyonel açıklamaları var. Fransa’daki seçime katılmama nedenleri tanıdık geldiyse, dilerseniz Türkiye’deki muhalif seçmeni biraz daha anlamaya çalışalım. “Oy verme”, siyasal olarak hangi tarafta olduğunuzu ifade etmek demektir ve birçok seçmen açısından seçim sonuçlarından bağımsız olarak değerlidir. Oysa son dönemde muhalefet seçmenler acaba gerçekten dilediği, beğendiği, kendisini ait hissettiği için mi oy veriyor yoksa istenmeyen adayı/partiyi engelleme motivasyonu ile mi?
Seçim sonucu tek bir oy ile değişmeyecektir. Ama seçmenlerin sorumluluk alarak oy kullanması beklenir ve bunu yaparken zamanlarını boşa harcadıklarını düşünmeleri istenmez. Seçmenler açısından oy vermenin gücü, genellikle sonucu etkileme yeteneği olarak düşünülür. İşte seçmen, tam da bu noktada verdiği oyun takibinin yapılmasını ister. Takibinin yapılmadığını hissettiği anda ise kandırıldığını hisseder. Bu bir seçim için belki tolere edilebilecek bir duygu olsa da, konuyla ilgili ard arda yaşanan başarısızlıklar seçmende partisinin becerisi ile ilgili sorgulamaya, patiye olan güvenini yitirmesine ve bıkkınlığa neden olur. 24 Haziran seçim gecesi yaşanan büyük kızgınlığın temel nedeni, işte bu bıkkınlıktır.
Seçmende temsil edilmediği hissiyatı, bir müddet sonra kayıtsızlık olarak kendini göstermeye başlar. “Kayıtsız seçmen”, tanım gereği, herhangi bir adayın seçilmesinden hiçbir fayda elde etmez. Bu nedenle de ilgisizdir ve ilgisizlik oy verme konusunda da kendisini sorgulamasına neden olur. Yapılan araştırmalar bize siyasetin kimlik siyasetine mahkum bırakılmasının, seçime katılım oranını düşürdüğünü gösteriyor.
Oy vermekten kaçınmanın bir diğer nedeni seçmenin partilere yabancılaşmasıdır. Ancak, yabancılaşmış seçmenler kayıtsız oldukları için değil, mevcut adayların/partilerin idealindeki siyasetin çok uzağında olması dolayısıyla oy vermek istemezler. Mevcut partilerin siyasetinin yetersiz olduğu, yeni siyaset üretemediklerini düşüncesi seçmenleri uzaklaştırır.
Seçmen ile bağ kuramayan partiler, işte bu yabancılaşma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Seçmen, partisine duyduğu kızgınlığı göstermenin, partisinin kendisini bir türlü anlayamamasını cezalandırmanın bir yolu olarak bilinçli olarak sandığa gitmemeyi seçebilir.
Kollektif karar bireysel kararı etkiliyor.
Gündelik yaşam ortamı da oy kullanamama oranını etkileyen önemli bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Armin Schäfer’in yaptığı çalışmalarda seçmenlerin oy kullanma oranının düştüğü ortamlarda yaşamasının bireysel oy kullanmasını da etkilediğini gösteriyor. Bu da bize seçmenlerin oy kullanma konusunda birbirlerinden etkilendiklerini gösteriyor.
Taktiksel olarak oy kullanmama
Seçmenler tercihlerini göstermek için oy kullanırlar. Bazen bu tercih taktiksel oy kullanmama olarak kendini gösterir. Kümülatif olarak yaşanan hayal kırıklıkları ve partinin biraz önce söylediğimiz gibi seçmenle doğru bir iletişim içine girmemesi, seçmende hiçbir partinin oyunu hak etmediğini düşüncesinin doğmasına neden olabilir. Bu da partiye yönelik giderek artan bir kızgınlığa dönüşebilir. Seçmen oyunun değerli olduğunu bilir ve buna talip olanların kendisini anlamaması karşılığında partiyi cezalandırma olarak kullanmak isteyebilir. İnandığı /savunduğu fikirler için değil emaneten oy vererek düşüncelerinden taviz verdiği hissiyatına kapılır. Bu fedakarlığının karşılığında ise partinin kendisine toplumsal bir proje sunmaması, verdiği oyun herhangi bir toplumsal fayda değil, mevcut siyasetçilere kişisel fayda yarattığı düşüncesi küskünlüğün artmasına ve bunun neticesinde cezalandırma hevesine yani taktiksel oy kullanmamasına neden olabilir.
Yeni bir umut, yeni bir motivasyon
Yukarıda anlatılanların ışığında partilerin yapacağı en büyük hata seçmenlerdeki küskünlüğü yok saymasıdır. Aksine, yapılması gereken seçmene “Seni duyuyorum, anlıyorum” mesajını vererek, doğru bir iletişim kurulmasıdır. Yaklaşan seçimlerin en büyük çalışması, seçmende motivasyon yaratacak bir çalışma içerisine girilerek yeni bir umut yaratma olmalıdır. Aksi takdirde muhalefet her seçim partisine sahip çıkan o sadık seçmenini bulamayabilir.