25 Şubat 2013

Soğukkanlı delikanlı...

Mehmet, şairin dediği gibi, \"bir gölün dibinde derin uykuya\" dalalı üç sene oluyor

Mehmet, şairin dediği gibi, "bir gölün dibinde derin uykuya" dalalı üç sene oluyor. "Zaman ne kadar çabuk geçiyor" demeyeceğim. Ne zaman diye bir şey var, ne de çabuk geçtiği... Her kim ve her neyse, ölümlü olan gelip geçiyor, hepsi bu.

Aşağıdaki yazının ilk bölümü geçen yıl, ikinci bölümü bir önceki yıl bu köşede yayımlandı. Bir kanat sesi duyuyorsanız uzaktan, gitmekte olan kim, bir kez daha düşünmek için, buyrun.

 ***

Ölümden bakarak yaşanan bir hayat nasıl olurdu acaba, hiç düşündünüz mü? Yılı, ayı, günü, saati belli bir “son” bambaşka bir hayat koyardı önümüze. Her anına paha biçilmiş, her anı yaşanmış bir hayat. 

Ancak ölüm, hep yaptığımız gibi hayattan bakıldığında, sanki hiç dolmayacak bir vadedir. Oradadır da, bizim başımıza gelmeyecektir. Ertelemeler onun içindir. Tenezzül etmeler, umutsuz bir mutluluk arayışını anlam peşinde koşmaya tercih etmeler, çıkarsızlığı hayatımızdan esirgemeler... 

Ama öyle bir geçer zaman ki... Şinasi Özdenoğlu'nun “Ben Bir Köyde Gözlerim İstanbul'da” şiiri, “Ekspres gibi geçiyor güzel günler / Üstümüzden / Tutup kaçırdığımız bir şarkı gibi” dizeleriyle başlar. 

Çetin Altan, hayatı bir göle benzetir. Hayatın başında karşı kıyı, hiçbir zaman ulaşılamayacak gibi uzaktır. Oysa karşı kıyıya yaklaşıp da ardınıza baktığınızda, geride bıraktığınız kıyının ne kadar yakın olduğunu anlarsınız. İhtimal, vakit geçtir. 

Soğukkanlı delikanlımızı tam iki yıl önce bugün kaybettik. Pazar günü Çekmeköy'deki mezar taşında “Mehmet Yüzbaşıoğlu”nu okumakta yine zorlandık. Nasılsa sert rüzgârlara, koca bir kışa dayanmış hercai menekşeler, sarı kırmızı çuha çiçekleri, kasımpatları, deniz otları ve yağmur altında uyuyan Mehmet'i andık. Bir göz açıp yummuş gibi geçen hayatına sığdırdığı bilgeliğini, kimselere bölüştürmediği yazgısını, cesaretini, komikliğini... 

Aşağıda bir önceki yıl yazdığım Mehmet'in hikâyesi var. Hayata bir toplam çizgisi gibi çekilip altında neler kaldığını düşündüren Mehmet'in kısacık hikâyesi... 

Karşı kıyıyı unutmayın. Zamanın içinden geçerken kulak verin, kanat seslerinizi duyacaksınız. 

 

Güle güle delikanlı 

 

Yorgunsun. Vakit dar, güneş hayat burcundan çıkıyor, biliyorsun. Bir martı geçti sütbeyaz üzerinden, bir sarman sapsarı işte hemen önünde. Tenha mı tenha bahçeler mor salkımlara hazırlanıyor, lavantalara, erguvanlara. Bir şarkı vardı hani, uzattın parmağını hastane yolunda, ona sardın dileğini, onu çaldın varsa bir duyacak olana... 

“Biiir kuş koon-sa badi parmağımaaa...” 

1983 sonbaharında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne girenler, Büyük Amfi'den Sütunlu Salon'a giden koridorlarda kemik çerçeveli gözlüklerinin ardındaki çelik mavisi gözleriyle hatırlayacaklardır Mehmet'i. Mehmet Yüzbaşıoğlu, ikiz kardeşi Gülin'le Aydın'dan geldiği Mülkiye'den, biteviye gülümseyen bir resim gibi geçmişti. 

İhtimal “Pasonuzu istemeden gösteriniz” yazısına da gülümsediği belediye otobüsünden iniyor, öğrencilerin didik didik arandığı Mülkiye'nin kapısından yine de tebessümle geçiyor, hayatın dayattığı “hâl tercümesi”ni bir kez daha kenara itip gülüyor, gülüyordu... 

Çoğumuzun ancak ardımıza bakarak şimdi gülümsediği o zamanın sayfalarını vaktinde çevirmiş olmalıydı Mehmet. Sözüm ona bakkallarda “veresiye teklif edilmez”, diskoteklere “damsız girilmez”, “bekâra ev verilmez”di! 

Sonra kaldığı yerden hayat girdi yürürlüğe. İstanbul'da bankacılık, Meltem'le evlilik ve adını “Fem” koyduğu o badi parmağa konan en güzel kuş, yavrukuş... 

“Yoksa biz ölecek kadar büyüdük mü” hikâyesi, işte bu sırada başladı. Hayat “yetişkinlik” sınavında o “tebessüm”ü seçmişti. Filinta gibi karşısına çıktığı kanserin bir nebze korku bulamadığı çelik gözleri, yedi yıl süren kusursuz savaşında hep güldü. Zaman baş edilmez bir inatla koşuyor, Mehmet, ihtimal kalbini kıran bu meseleyi “kendi seçimi”ymişcesine tek başına yaşıyordu. 

Hayat ve ölümün yapışık çizgisini ayırt eden bir cesaret, kimi zaman nasıl “planlanamaz” olduğunu dayatan hayata yine de gülümseyen bir bilgelikten söz ediyoruz. 

Hayat bazen, Çekmeköy'ün o puslu, o anılara sığınmış insanların yanaklarına çise vuran tepesine emanet ettiğimiz Mehmet'e geldiği gibi gelir. Mektup gibi. Özlenmiş, ama biraz buruk, kekremsi ve elbette yolu gözlenmiş... 

Şimdi uzaklarda Mehmet, hayata dönmesini bekleyenlerin yanına gelmesini beklediği bir yerlerde... Hayata 44 yıl değmiş bir Aydın havası, kardeş bir klarnet sesi... 

“Hiçbir kere hayat bayram olmadı ya da her nefes alışımız bayramdı” değil mi Mehmet? 

Bir yıldız daha yandı gökyüzünde ve işte yine ayaklanıyor hayat! 

Güle güle Mehmet...

Güle güle kardeş...

Güle güle delikanlı...

Soğukkanlı delikanlı...

Güle güle...  

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Tolga’yla birlikte bütün hayal kırıklıklarının en güzelini yaşıyoruz!

Çalışmalarıyla mesleğini onurlandıran bir gazeteci, hâkimin büyük bir maddi hatayı da tutanağa geçirdiği bir kararla tutuklandı. Tutuklama talep edenler ve tutuklama kararı verenlere göre, Tolga Şardan “istihbarat örgütünün Cumhurbaşkanlığı’nın talimatıyla yargıdaki yolsuzluk iddialarını araştırdığını yazarak” halkı korku ve paniğe sevk etti!

T24 14 yaşında; nasıl da yılları buldu bir mısra boyu macera…

Bağımsız, sorumlu, güvenilir, yüksek profesyonel ve etik standartlarda gazetecilik, sadece gazetecilerin değil toplumun bütün katmanlarının meselesi haline gelmedikçe, sesimizi kısanlar sadece başkaları olmaz!

Schengen vizesi eziyeti için gazetecilere çağrı, AB başkentlerine mektup

Sığınmacı sorunuyla, üstelik milyonlarca insan eşliğinde Türkiye de muhatap. Ancak bu durumun, örneğin Federal Almanya’nın Volkan Konak, Deniz Türkali gibi sanatçıların da vize başvurularını reddetmesiyle nasıl bir ilgisi olabilir? AB ülkeleri diplomatlarının, sürekli mesai yaptıkları gazetecilere, vize talebi söz konusu olduğunda, “Bizim için Edirne sınırına kadar gazetecisiniz” anlamına gelen tavrı vize rejiminin amaçlarına uygun mu? Peki gazeteciler ve meslek örgütleri, yıllardır süren bu kötü muameleye karşı neden sessiz, neden bu eşitsiz ilişkiyi reddetmiyorlar?