24 Haziran 2016

Osmanlı Tarihinde İslâmiyet ve Devlet; umudu kesme yurdundan...

'Modernleşmeci otoriter' bir mirastan demokrasi söylemine evrilmeye çalışan bir CHP ve alabildiğine demokratik bir söylemden 'muhafazakâr otoriterleşme'ye evrilen bir AKP...

Türkiye siyasetinde iki ana akımı AKP ve CHP olarak değerlendirdiğimizde, iki siyasal geleneğin tarihten güncelliğe çizgisinde ilginç bir gelişimi gözleyebiliyoruz.

4-11 Eylül 1919'da toplanan Sivas Kongresi'nde oluşturulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin tarihsel mirasına sahip çıkan CHP, 9 Eylül 1923'te 'Halk Fırkası' adıyla Atatürk tarafından kuruldu. 1924'te adına 'Cumhuriyet' ifadesi eklendi, 1935'te 'Cumhuriyet Halk Partisi' adını aldı. 
1950 seçimlerinde Demokrat Parti'nin iktidara gelmesine kadar tek parti rejimiyle ülkeyi yöneten CHP'nin modernleşmeci otoriter mirası 2000'li yıllara kadar partinin yaklaşımlarına yansıdı, yansıyor. 
Dersim katliamıyla yüzleşmekten ana dilde eğitim hakkı konusundaki tutukluğuna kadar uzanan geniş alanda tek parti yıllarından itibaren bagajında biriken temel sorunlara rağmen CHP'nin "otoriter modernleşmeci" çizgiden demokratikleşme taleplerine ve bu yolda bir söyleme doğru evrildiğini izleyebiliyoruz. Prof. Sencer Ayata başkanlığında yola koyulan CHP Bilim Yönetim Kültür Platformu'nun beş yılda yayımladığı 45 rapor, CHP'nin demokratik doktrinasyonuna ilişkin gözardı edilmemesi gereken bir birikimi ortaya koyuyor. 

Misal, o dokümanlar arasında yer alan "Sivil Toplum" raporunda (2011) CHP, tarihsel çizgisinden ayrılarak, dini cemaatleri ilk kez bir "güvenlik meselesi" olarak ele almamıştı. CHP'deki bu evrimi izleyen süreçte Gülen cemaatini milli güvenliğe tehdit olarak değerlendirecek partinin 'İslamcı' AKP olacağına kim inanabilirdi?

Evet, bugün, eleştirilen bir CHP var, ancak misal başörtü yasaklarını sürdürmeyi mücadele alanı olmaktan çıkarmış bir CHP de var. 

Prof. Halil İnancık

Milli Görüş hareketinden koparak demokratik bir söylem ve programla 14 Ağustos 2001'de kurulan AKP'nin çizgisindeki evrim ise tam aksi yönde oldu. "Kız ve erkek öğrenciler aynı evde kalamaz" diyen Erdoğan Türkiye'sinin laikliğin anayasadan çıkarılmasından oruç dayaklarına uzanan bir tartışma gündemi de var.

Velhasıl; Türkiye siyasetinin güncel iki ana çizgisini "tarihsel" diyebileceğimiz bir kırılma rotası üzerinde izliyoruz. "Modernleşmeci otoriter" bir mirastan demokrasi söylemine evrilmeye çalışan bir CHP ve alabildiğine demokratik bir söylemden "muhafazakâr otoriterleşme"ye evrilen bir AKP.
"Laiklik" bu kez devletçi-elitist siyaset ve bürokrasinin değil AKP uygulamaları, söylemi ve bu icraatın sokağa yansımaları sonucunda bir kez daha gündemde.

Peki bu topraklarda din-devlet ilişkisi neydi, nasıl evrildi, cumhuriyet Osmanlı'nın hangi mirasıyla kuruldu?

"Hocaların hocası" Prof. Halil İnalcık'ın 100 yaşında yayımladığı son kitabı, bu sorulara önemli yanıtlar içeriyor. Çoğunu 80 yaşından sonra kaleme aldığı 70'in üzerinde kitabı yayımlanan İnalcık'ın, eklemeler ve daha önceki bazı makalelerini de güncellemeler eşliğinde bir araya getirdiği son kitap, "Osmanlı Tarihinde İslâmiyet ve Devlet" başlığıyla Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'nca bu ay yayımlandı.
Kitapta altını çizdiğim bazı satırları burada paylaşmak istiyorum. Uzun alıntıları okumayı kolaylaştırabileceği umuduyla konulan ara başlıkların bana ait olduğunu not edeyim.
'Cumhuriyetçiler neden -hâlâ- Osmanlı birikimine mesafeli' sorusunu da önümüze koyan İnalcık'ın tespitleri için, buyrun:

Halil İnalcık ve Cumhurbaşkanı Erdoğan (2009)

Türk hanedanlarında kuvvet ayrılığı

Modernleşmeci otoriter bir mirastan demokrasi söylemine evrilmeye çalışan bir CHP ve alabildiğine demokratik bir söylemden 'muhafazakâr otoriterleşme'ye evrilen bir AKP...

 

Bir İslâm devleti olarak Osmanlı Devleti, esas itibariyle Şeriat'ın üstünlüğü ilkesini izlemiştir... Öyle görünmektedir ki ilk Osmanlı sultanları hukukî kurallar koyarken, hatta önemli politik kararlar alırken fakihlere danışmışlar; daha sonra aynı amaç için şeyhülislâmlık makamını kurmuşlardır. Ancak Osmanlı tarihinin sonraki dönemlerinde, özellikle Fâtih'ten sonra, yönetime ait alanlar, kanûn yapma faaliyeti bakımından sultana özgü sayılmıştır.

- On dokuzuncu yüzyılda ictihâd kapısının açılmasını savunan ulemâ ve düşünürler, İslâm hukukunun bu dinamik ilkesini en geniş şekilde uygulamaya yöneldiler... Verdikleri hükümlerde ve ıslâhat önlemlerinde çoğu Osmanlı hukukçusu ve bürokratı, toplumun ve devletin ihtiyaçlarına yanıt vermek için her zaman istihsân prensibine, yani Müslüman cemaatinin genel menfaati ilkesine başvurmuştur. Kısacası, özellikle Müslüman toplumun temel ihtiyaçları söz konusu olduğunda, bizzat ulemâ, açıkça, İslâm hukukunun bu gelişmeci ilkesine bağlı kalmışlardır.

Mutlak otorite ve adalet kavramlarına dayanan eski İran devlet anlayışı, Müslüman siyaset teorilerinde yaygın hale gelirken, güçlü Türk hanedanları devlet idaresinde fiilen bir kuvvet ayrılığı prensibi getirmişlerdir. Onlar, Orta-Asya bozkır devletinin beg-kagan ve törü-yasa geleneklerini yürürlüğe koydular ve bunu, Ortadoğu topraklarında kurdukları devletlerde hükümdar otoritesinin temeli yaptılar. Başka bir deyişle, 10. ve 11. yüzyıllarda İslâm topraklarında Türk devletlerinin kurulmasıyla beraber, devlet ve hukuk kavramında, bağımsız sivil otorite ve onun kanûn koyucu gücü lehine derin bir değişiklik ortaya çıkmıştır. Türk yöneticiler, kamu otoritesi ve bu otoritenin mutlak bağımsızlığı konularında çok duyarlı idiler ve kamu yönetimini daima kendi devlet ve hukuk anlayışları doğrultusunda örgütleme hakkına sahip oldukları kanısını taşıyorlardı.

 

Fâtih'in Şerîat ilkesi içermeyen kanunnameleri
 

"Fâtih'in ilan ettiği iki kanûnnâme doğrudan doğruya herhangi bir Şerîat ilkesini içermemiyor..."


Türk tarihçi ve devlet adamı Tursun Bey'e göre, "Her insan toplumu, İslam toplumu da dahil olmak üzere, bekası için sivil bir otoriteyi kabul etmelidir."

İslâm devlet kavramına Türk katkısı, sadece sultanın otoritesinin mutlak şekilde bağımsızlığı değil, aynı zamanda genel hukuk ve adaletin yorumlanmasında da kendini gösterir. MÖ 8. yüzyıla kadar giden eski kaynaklarımıza göre, Orta-Asya Türk hükümdarlığı, kaganın tahta oturduğunda ilan ettiği törü veya yasaya, yani imparatorluğun düzenini belirleyen bir temel kanûna dayanmaktaydı. Başka bir deyişle, hükümranlık otorite ve gücünün, törüve yasanın ilanıyla oluştuğuna inanılmıştır. Bunun yazılı kanıtı, Orhon Kök Türk yazıtlarında tekrar tekrar ifade edilmiştir.
Aynı uygulamaya yüz yıllar sonra, Osmanlı sultanı, İstanbul Fâtihi ve Osmanlı İmparatorluğu'nun gerçek kurucusu II. Mehmed'in hükümdarlığında da (1451-1481) tanık olmaktayız. II. Mehmed, kendi devletinin temel kanûnları olarak biri devlet düzenini, öteki tebaanın statüsünün belirleyen iki kanûnnâme ilan etmiştir. Bu kanûnnâmeler, doğrudan doğruya herhangi bir Şeriat ilkesini içermemektedir; sadece imparatorluğun kamu kurumlarının oluşturulmasını ele almaktadır.

 

'Seküler Türkiye'nin Osmanlı kökeni

 

Karahanlı hakanı için bir öğüt kitabı olarak 1071'de yazılan Kutadgu Bilig (...) sık sık hükümdarlığın törü üzerinde oturduğunu belirtir. (...) Egemenliğin tanrısal kaynağı hakkında Türk devlet anlayışı, İslâmi dönemin egemenlik kavramı ile (zıllullâh - Tanrı'nın dünya yüzünde gölgesi) özdeşleştirilmiş ve Türk-İslâm sultanlıklarında sultan gücünün mutlak niteliğine katkıda bulunmuştur. Devlet ve egemenlik hakkındaki bu anlayışın, Türklerle beraber siyaseten çökmekte olan İslâm dünyasına girişi, şüphesiz kamu hayatına yeni bir ivme kazandırmıştır.

- Zaman içinde, İslâm devletini yeniden örgütleyen ve Şerîat'ın uygulanmasını garanti altına alan bir araç olarak sultanî kanunlar, İslâm toplum ve kültürünün bir parçası haline gelmiştir. Bunun en gelişmiş şekli, İslâm devletinin en merkeziyetçi ve otokratik örneği olan Osmanlı İmparatorluğu'nda gerçekleşmiştir. Bugün Türkiye'nin, seküler siyasi sistemle yönetilen tek İslâm ülkesi olması ve diğer İslâm ülkelerinden farklı bir yol izlemesi olgusunun, büyük ölçüde Osmanlı geçmişinin deneyimine dayandığını söylersek abartmış olmayız. Tarihte Türk devlet geleneğini temsil eden hanedanlar yönetimindeki bazı İslâm topluluklarının da, benzeri bir deneyimden geçtiklerini söylemek mümkündür.
 

"Türkiye'nin seküler sistemle yönetilen tek İslâm ülkesi olması büyük ölçüde Osmanlı geçmişinin deneyimine dayanır"

Mülkün temeli olarak adalet
ve Topkapı'daki Adalet Kulesi

 

Eski Hind-İran siyaset teorisinden gelen temel nazariye, adalet dairesi adıyla şöyle formüllendirilmiştir: Hükümdarın gücü askerî güce, askerî güç hazineye, hazine reayanın ödediği vergilere, vergilerin artışı adalete bağlıdır. Bu nedenle akıllı hükümdar, kendi egemenliğini korumak ve gücünü artırmak istiyorsa, reayaya adaletle muamele etmeli, zulümden kaçınmalıdır: "Adalet mülkün temelidir." Müslüman devletlerinde tüm bürokratik örgütlenme bu felsefeye dayanır. Bu pratik devlet teorisi, mutlakiyetçi güç-devlet kavramıyla adalet kavramını bağdaştırmakta idi. Sarayın en göze çarpan yeri, Dâru'l Adl denilen Adalet Kulesi ve Cihânnümâ'dır. Edirne'de ve İstanbul'da bu sembolik yapılar, tüm saraya hâkimdir ve sözde bütün ülkeyi gözetlemektedir.

Divân-i Hümâyûn, bizzat padişahın başkanlık yapması gerekli bir yüksek adalet divânı sayılmakta, sıradan yurttaş dahi devleti temsil edenlere karşı şikâyetini oraya gelip şahsen ifade edebilmekteydi. Bu kurumun kaynağı Şerîat değil, tarihî gelenektir.

Cengiz Han Yasası esas itibariyle Türk devletindeki törüden başka bir şey değildir ve yasa hakkındaki bildiklerimizi törü üzerinde genişletebiliriz. Törünün devlet içindeki yerini Yusuf (Hâs Hâcip, D.A) şu beyitle kuvvetle blirtir: Beylik iyi bir şeydir. Fakat daha iyi olan kanûndur ve onu doğru tatbik etmek lâzımdır", "Beylik iyidir ama daha iyisi / Yasadır, onu doğru uygulamalı" (İdi edgü beglik takı edgürek: törü ol anı tüz yontgu kerek).

Yapımı 1478'de tamamlandıktan sonra yaklaşık 400 yıl Osmanlı İmparatorluğu'nun idare, eğitim ve sanat merkezi olan Topkapı Sarayı ve en yüksek yapısı Adalet Kulesi....

'Osmanlı Şerîat'ı aşan
bir hukuk nizamı geliştirdi'


Osmanlı Devleti'nin bir İslâm Devleti olarak görünürde Şerîat'ten başka bir kanûnu olmaması gerekirdi. Gerçekte tamamıyla özel şartlar altında gelişen Osmanlı Devleti, Şerîat'ı aşan bir hukuk nizamı geliştirmiştir. Buna imkân veren prensip ise örf, yani özel manasında hükümdarın sırf kendi iradesine dayanarak Şerîat'ın kapsamına girmeyen sahalarda kanûn koyma yetkisidir. Bu da, doğrudan doğruya hükümdarın devlet içinde tam manasıyla mutlak bir mevki kazanması, devlet menfaatlerinin her şeyin üstünde sayılması suretiyle gerçekleştirilebilmiştir.

İslâm devletinde bu aşamaya daha Osmanlılardan önce kurulmuş olan Müslüman Türk devletleri vasıtasıyla erişilmiş bulunuyordu. Şerîat yanında kanûn ve örf, yani sırf hükümdarın iradesinden doğan ayrı bir hukuk düzeni prensibi Osmanlılardan önce Türk-İslâm devletlerinde tamamıyla yerleşmişti.

İslâm hukuk tarihinde örfün ehemmiyet kazanarak yeni bir devir açması Müslüman-Türk devletlerinin kuruluşu ile aynı zamana rastlar. Barthold, Becker, Gibb, Köprülü gibi âlimler, Müslüman-Türk devletlerinin kurulmasıyla, İslâm devlet anlayışı ve devlet hukuku sahasında esaslı bir değişiklik meydana geldiğini kabul ederler. İslâm devletinin dinî-siyasî ümmet anlayışı karşısında, Türk-Müslüman ve sonra Mogol devletlerinde, devlet, siyasî ve icraî bir temel olarak mutlak ve üstün bir nitelik kazandı, yalnız devletin menfaat ve ihtiyaçlarını göz önünde tutan bir örfî hukuk üstün geldi. Bu gelişme, klasik hilâfet kavramını yeni bir şekle soktu. Râhatu's-Sudûr'daki (yazılışı 1203) meşhur parça yeni durumu veciz bir şekilde ifade etmektedir: "İmâmın vazifesi hutbe ve duâ ile meşgul olmak... pâdişahlığı (hâkimiyeti) sultanlara havale etmek ve dünyevî saltanatı onların eline bırakmaktır.

 

"Türkiye bağımsız ulus devleti varlık ve gelişimini, devlet ve toplumun tam olarak Batılılaştırma idealini benimseyen seçkin bir zümrenin liderliğine borçludur"

'Hükümdarlar devlet otoritesini
her şeyin üzerinde tuttu'

 

İslâm kisvesi altında Türk hükümdarı, kendi iktidarına ortak ve onun üstünde bir otorite tanımayan mutlak karakterini muhafaza etmiştir. "İslâm en fazla riayetkâr sayılan Türk hükümdarları bile devlet otoritesini her şeyin fevkinde tutmuşlardır." (Fuat Köprülü).
Öz Türk devlet anlayışı hakkında en mühim kaynağımız şüphesiz Orhon kitabeleridir. Orada, hâkimiyeti Tanrı'dan alan han, hâkimiyet ve bağımsızlığı esas alarak, töre koymak şeklinde anar görünmektedir.

- Fâtih devrindeki hukuki gelişim bir esas amile dayanır, o da İstanbul'un fethinden sonra Fâtih'in sınırsız bir otorite kazanması ve merkezi ve mutlak imparatorluğu kesin olarak kurmuş olmasıdır. İstanbul Fâtihi, mutlak otoritesini devlet teşkilatında ve kan^nlarda yaptığı yeniliklerle tam mânasıyla gerçekleştirmek gayesini takip etmiş ve otorite sayesinde örfî hukuku hâkim mevkiye çıkarmıştır. İmparatorluğun hakiki kurucusu Fâtih olduğu gibi, Osmanlı hukuk telakkisi ve kanûnları üzerinde de kesin ve sürekli bir tesir yapmış olan Osmanlı hükümdarı Fâtih'tir. Onun eskiye nazaran getirmiş olduğu derece farkı, neticede bir nitelik farkı doğuracak derece kuvvetli olmuştur, denilebilir. Osmanlı padişahlarının en nüfuzlusu ve serbest fikirlisi olarak o mutlak, hükümranlık haklarını, devleti belirli bir maksada göre düzenleme ve serbest kanûn koyma istikâmetinde kullanmıştır. Kısaca o yasa ve kanûn hükümdarı olmuştur.

 

Fatih kanûnnameleri İslâmi esaslara değil, 
Türk-Mogol ananesine bağlanabilir'

 

Fâtih hüküm formunda olarak çıkardığı birçok kanûndan başka iki kanûnnâme ilan etmiştir. Bunlar, İslâm hukuk kuramı karşısında şekil ve nitelik bakımından şüphesiz mühim bir yenilik teşkil ederler. Şerîat karşısında sırf devlet menfaati için hükümdarın kendi iradesiyle ayrı kanûnnâmeler çıkarması, İslâmî esaslara değil, ancak Türk-Mogol ananesine bağlanabilir. Fâtih'ten önce Müslüman hükümdarlardan Selçuklu Melikşah'ın, İlhanlıların, kanûnnâmeler hazırladıkları kaynaklarda işaret edilmiştir.

Bu kanûnnâme doğrudan doğruya devlet teşkilatına ait kuralları yani tam mânasıyla örfî kanûnları içine almaktadır. Metinde Fâtih, "Ahvâl-i saltanata nizâm" verdiğini kendisi belirtmiştir. Hükümetin teşekkül tarzı, hükümet erkânı, yetkileri, padişahla münasebetleri, rütbe ve dereceleri, terfiler, maaş, emeklilikler, cezalar hepsi Şerîat'la değil, padişahın iradesiyle tayin edilen hususlardır. Kanûnnâmede saraya ait hizmet sahiplerinin de devlet teşkilatı içinde gösterilmesi, Osmanlı idaresinin niteliğiyle ilgili bir özelliktir; zira saray ve hükümet birbirine tamamlayan bir bütün teşkil eder.

Fâtih tahta çıkar çıkmaz, kendisinden önce tahta çıkmış atalarının yaptığı gibi, küçük kardeşi Ahmed'i ortadan kaldırdı. O, bu eski uygulamayı kanûnnâmesinde, "Karındaşların nizâm-ı âlem için katletmek münasibdir, ekser ulemâ tecviz etmiştir" formulüyle ifade etti.
 

"Atatürkçülük, Türk tarihinin doğal gelişiminin kesin, vazgeçilmez bir sonucu olarak görünmektedir. Bugün Türkiye demokrasisinde bu tarihî süreci geri çevirme çabası, tarihin akışına ters düşer"

'Bütün Müslümanların hâkimi olma'
iddiası ne zaman başladı?

 

Arap ülkelerini, özellikle Hicaz'ı ülkesine katmış olan Yavuz Sultan Selim, Memlûk sultanlarının hâmî'l-haremeyni'ş-şerîfeyn unvanını hâdimü'l-haremeyni'ş-şerîfeyn (Mekke ve Medine'nin hâdimi) biçiminde benimsemiş fakat Abbasî halifelerine özgü olan hilâfet-i kübrâ yani dünyadaki bütün Müslümanların meşrû dinî ve siyasî hâkimi olma iddiasında bulunmamıştır... Osmanlılarda hilâfet-i kübrâ iddiası, zayıflayan siyasî gücü desteklemek amacıyla gittikçe kuvvetlendi ve 18. yüzyıldan itibaren bütün İslâm dünyasının meşrû halifesi biçiminde gelişme gösterdi.

Türkler, 11. yüzyılda İslâm dünyasına nüfuz ederek bu dünyayı idare etmeye başladıkları zamandan itibaren, İslâm devlet idaresine yeni bir gelenek kazandırdılar. Avrasya imparatorluklarından gelen bu gelenek, hakanın mutlak bağımsızlığı ve kamuya ait meselelerde yasama hakkının, kanûn koymanın yalnız hakana/devlete ait olması biçiminde tanımlanabilir.

- Şerîat'ın liberal ve katı yorumları, 16. yüzyılın ortasından itibaren Osmanlı/Türk toplumunda siyasî, kültürel ve sosyal çekişmelere yol açmış ve 19. ve 20. yüzyılda "ilerici" akımın hız kazandığı sırada, "ilericiler" ile "gericiler" arasındaki hararetli mücadelenin ilk aşamasını oluşturmuştur.

 

Yönetici katman, devletin bütünlüğü
korumayı Batılılaşmakta gördü

 

Eski Türk devletlerinde yönetici seçkin zümre, vergi ödeyen üretici sınıfların, reayanın üzerinde, imtiyazlı bir yere sahipti ve daima bunun bilincindeydi. Ancak bu zümre, Osmanlı hanedanı hariç, imtiyazlı statüsü babadan oğula geçen soylu bir sınıf yaratamadı... Yönetici zümre içinde merkezi bürokrasi özel bir konumdaydı. İdarecilerden oluşan bu merkezi bürokrasi, bütün devlet teşkilatının sinir sistemini oluşturmaktaydı ve devlet çıkarlarının gerektirdiği biçimde kanûnlar yapabilme gücüne sahipti.

Tek bir kelimeyle bu zümre, fiilen devleti bağımsız bir biçimde kontrolü altında tutmaktaydı. Böylece bürokrasi, gerçekte, sultanın mutlakıyetini paylaşıyordu. Sırf devletin çıkarı fikriyle hareket eden merkezî bürokrasi, ilerici reformlardan sorumluydu ve Osmanlı Devleti'nde reform, Batılılaşmaya yol açan akımın kaynağı haline geldi.Bu merkezî örgüt, doğal olarak askerî, sivil ve dinî bürokratlardan oluşuyordu.

On dokuzuncu yüzyılda yönetici seçkin katman, merkezî bürokrasi, "devlet" için en iyi siyasetin, devletin bütünlüğünü korumak amacıyla, Batı ile ittifak ve Batılılaşmak olduğunu ileri sürüyordu. Habsburg ve Romanov imparatorluklarının askerî emperyalizmi, Batılılaşma sürecini güçlendirmek için neden sayılıyordu. 

 

'Bağımsız Türkiye, varlığını,
Batılılaştırma idealini benimseyen
seçkin zümrenin liderliğine borçlu'

 

Öbür yandan sivil ve askerî bürokratlar, imparatorluk sisteminin çöküşü sırasında, bağımsız Türk ulus ve kültürünün baş-savunucuları ortaya çıkaracaklardır. Bu bürokratlar, 19. yüzyıl reformcu bürokratlarını izleyerek, ilkin Tanzimat döneminde (1839-1877) başlatılmış olan demokrasi ideallerinin köktenci taraftarı oldular. 1880'lerden itibaren bir Osmanlı toplumu yaratmak idealiyle her vilayette pozitif ilimleri öğreten idadî liselerinin açılması, aydın Batıcı kuşak yetişmesini sağladı. Atatürk nesli, bu temelde kurulan yeni askerî mekteplerde yetişti. Batılılaşma, 1908 Jön Türk Devrimi ile Kurtuluş Savaşı sırasında, seçkin zümre arasında kökleşmiş bir gelenek, vazgeçilmez bir ideal, bir kurtuluş simgesi halini aldı. 

Eğer Türkiye, kendi kimliğini ve millî kültürünü geliştirerek modern dünyada bağımsız bir millî devlet olarak ortaya çıktıysa, bu başlıca eğitim, gazeteler ve bu kuşak içinde sivrilen aydın liderlerin çabaları sayesinde olmuştur. Başka bir deyişle, Türkiye bağımsız ulus devleti varlık ve gelişimini, devlet ve toplumun tam olarak Batılılaştırma idealini benimseyen seçkin bir zümrenin liderliğine borçludur.

Teknolojik becerilerin Osmanlı ülkesinde cömert bir biçimde ödüllendirilmesi, Rönesans İtalyası'nda bilinmekteydi; böylece Osmanlı ülkesi birçok ünlü Batılı ustanın ilgisini çekiyordu. Mesela, Leonardo Da Vinci'nin Haliç'e bir köprü inşa etme projesi saray arşivinde bulunmuş ve Franz Babinger tarafından yayımlanmıştır. İspanya ve İtalya'dan kovulan on binlerce Yahudi, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki çeşitli şehirlere yerleşmiş ve değişik sanatların, özellikle Selânik ve Safed'de gelişmiş bir yünlü sanayinin yerleşmesinde rol almışlardır. Kesin bir şekilde söyleyebiliriz ki Osmanlı Türkiyesi, Batılı olmayan ülkeler arasında, Batı medeniyeti ile yakın ilişkiye girmiş olan ilk ülkedir.

- Osmanlı Batılılaşması bu (ilk, D.A) aşamada, tek tek kültür öğelerinin alınması ile sınırlıydı, ikinci aşama, 18. yüzyılda, askerlikle ilgili alanlarda Batılı ilimleri okutmak üzere Avrupalı uzmanların çağrıldığı, askerî okulların açıldığı ve matbaanın getirildiği dönemdir. Böylece Osmanlı kafası, ilk defa Batı ilmi ile sistemli biçimde temasa geçiyordu... Bu dönemde yazarlar arasında, Osmanlı Türk düşüncesinde laiklik akımının başlangıcı sayılabilecek laik bir dünya görüşü yaygınlaştı. En önemli değişim, Türklerin Batı medeniyetine karşı yeni bakış açılarıydı; böyle bir yaklaşım, her çeşit kültür özdeşleşmesinin ön koşulunu oluşturan hayranlık ve anlama arzusunu uyandırıyordu. Bu ilk Osmanlı aydınlanma çağı, Osmanlı İmparatorluğu'nun Batı ile giderek büyüyen siyasî ve ekonomik bağımlılığı ile ilgiliydi ve taraftarları reformcu bürokratlar arasından çıkmaktaydı.

 

Türkiye Cumhuriyeti'ne doğru önemli adım

 

Tanzimat döneminin liberal reformları, 1876'da ilan edilen ilk Osmanlı anayasası ile zirveye ulaştı. 1876-1877'de Osmanlı Devleti'nin bu kısa ömürlü parlamentolu hükümet deneyimi, konuyla ilgili bir monografi yayımlayan Devereux'ya göre, aslında oldukça başarılı olmuştu. Ancak hükümetin seçimlerde çok ilkel bir oylama sistemine başvurduğunu da söylemek gerekir. Her hâlükârda Avrupa dışındaki ilk anayasalardan biri olan Kanûn-i Esasî, 1923 Türkiye Cumhuriyeti'ne doğru atılmış önemli bir adımdır. 

Cumhuriyet döneminde yarım yüzyıldan fazla süren siyasi tecrübe, 19. yüzyıldaki liberal hareketin aracısız bir ürünü olan demokratik hükümet sisteminin, Türkiye'nin siyasî yaşamında kalıcı olduğunu kanıtlamıştır. Türkiye'de bugün hiçbir hükümet halkın oyunu elde etmeden ayakta kalamaz. Artık her kademedeki Türk vatandaşı, kendi hükümetini seçmeye alışmıştır. Bununla beraber şu da bir gerçektir ki Batılı reformlar Osmanlı Türk devletinde ve toplumun ikiliğe yol açmıştır.

18. yüzyılın sonunda devlet, tacirlerin kendi aralarında çıkan anlaşmazlıklara çözüm getirmek için müslim ve garimüslim yerli ve yabancılar arasında laik bir mahkemenin kurulmasını onayladı; 1850'de Fransa ticaret kanûnuna dayalı yeni bir ticaret kanûnu lan edildi. Nihayet 1860'da kurulan yeni nizâmiyye mahkemeleri devlet tarafından tayin edilen ve tüccâr cemaatinin seçtiği üyelerden oluşmaktaydı. Nizâmî sıfatı, devlete ait laik nizamlar için kullanılmaktaydı.

 

Osmanlı laikleşmesi

 

- Osmanlıların laikleşmesi hikâyesi, sadece kurumsal olarak denetlenen eğitim ve adliye alanında değil, sosyal yaşam, ahlâk, adap ve sanat alanlarında, yani Türk toplum hayatının her cephesinde görülür.

- 1860'ların Yeni-Osmanlı hareketi, denetimsiz Batı kapitalizminin sömürüsü ve Batılıların ülkedeki işbirlikçilerine karşı bir protesto olarak tanımlanabilir. Hareket, Batılılaşma ile bürokratik istibdat idaresine karşı yöneltilmiştir. Daha da ilginci, bütün hareketin duygusal özünü ve değer sistemini İslâm'da bulmasıdır. Durum, günümüzdeki çekişme konularının çok eskilere gittiğini göstermesi bakımından ilginçtir.

- Kültür ve medeniyet ayrılığı olarak ikili bakış açısını reddeden Atatürk, Batılılaşmayı Tanzimatçılar gibi en radikal şekliyle algıladı. Yeni Türkiye ulus-devletinde atılacak mantıklı adım, devletin tam olarak laikleştirilmesiydi. Atatürkçülükteki topyekûn laiklik, gelenekçi-tutucular tarafından reddedilmekle beraber, günümüz İslâm dünyasında temel bir mesele olarak tartışılmaktadır. Atatürk hiçbir zaman dinî bir reformcu olmaya özenmediği halde, gerçekte İslamiyette ileriye dönük derin bir devrim yapmıştır. Laikliğin, Türk toplumunda birçok karmaşık soruna, sosyal-kültürel çatışmalara çözüm getireceği düşünülüyordu.

- Modern Türkiye'nin bugün içinde bulunduğu sarsıntılar, dinamik ve gelişen toplumlarda ortaya çıkan temel demografik, ekonomik ve sosyal sorunların belirtileridir fakat yine de bu sorunlar bir kültür ve kimlik bunalımı olarak yorumlanmaktadır.

Özetle ikinci bin sonunda Türkiye'nin içinde bulunduğu mücadele, aslında uzun bir tarihî gelişimin sonucudur. Bu sürecin yeni aşamasında yeni sorunlar, yeni güçler sahnededir ve çözüm arayan gruplar Atatürkçü, sosyalist veya gelenekçi-İslâmcı olsun, bu sorunlara kendi sistemleri kapsamında yanıt bulmaya çalışmaktadır. Bugün Türkiye, içerisinde Ortaçağ Osmanlı bürokratik, patron-kul sistemine yer olmayan, sosyal bakımdan giderek farklılaşan, çoğulcu bir topluma doğru gelişme gösteren bir ülkedir. Yeni koşullarda, sivil ve askerî bürokrasi ve İslâmcı partiler, bu sosyal farklılaşmayı anlamak ve sorunları çoğulcu demokrasi içinde çözmeyi benimsemek zorundadır. Bugün dünya düzeni de ancak böyle bir çözümü kabul eder. Türkiye'nin içinde bulunduğu iç ve dış sorunlar bunu gerektirir.

 

'Atatürkçülük Türk tarihinin doğal gelişiminin vazgeçilmez sonucu'

 

Son araştırmalar ortaya koymuştur ki; 2. Abdülhamid dönemi (1876-1909), siyasette Batı fikirlerine karşı olmakla beraber, kültür ve eğitim alanında büyük atılımların gerçekleştiği dönemdir. Sivil Batıcı eğitimin genelleşmesi, mektebin, kitabın ve gazetenin etkisi altında aynı ilkeleri paylaşan bir kamuoyunun ortaya çıkması, Batılı zihniyette bir seçki sınıfın oluşması, Mustafa Kemâl kuşağını ve onun düşüncelerini anlamak bakımından önemlidir.

Atatürkçülük, Türk tarihinin doğal gelişiminin kesin, vazgeçilmez bir sonucu olarak görünmektedir. Bugün Türkiye demokrasisinde bu tarihî süreci geri çevirme çabası, tarihin akışına ters düşer. Türk halkı, seçimlerde bunu ispatlamıştır.

Rüşdiye ve İdâdîye mekteplerinde pozitif ilimlere öncelik veren "nizamî, maddî terakkiyatçı, padişaha ve millete sadık" insanlar yetiştirme ilkesi benimsenmiştir. Bu eğitimden beklenen temel amaç, bir laik eğitimle devletin müslim ve gayrimüslim tebaasını Osmanlılık ideolojisi çerçevesinde birleşmekti.

- Bu dönemde, Cumhuriyet devri ideolojisini hazırlayan gerçek bir Türk Aydınlanma Çağı'ndan, bir kültür rönesansından, bir devrim entelijansiyasından söz edilebilir. Şu açık bir gerçektir ki Batı tarzı laik mekteplerde yetişen Mustafa Kemâl ve onunla beraber yürüyen aydın subaylar, bu dönemde tartışılan fikirleri hayata geçirmek için, devrimin ön safında yer almışlardır.

______________________________________________________

* Başlık, Ömer Zülfü Livaneli'nin 'Umudu kesme yurdundan' şarkısından ilhamla atıldı 

 

 
 
 

Yazarın Diğer Yazıları

Tolga’yla birlikte bütün hayal kırıklıklarının en güzelini yaşıyoruz!

Çalışmalarıyla mesleğini onurlandıran bir gazeteci, hâkimin büyük bir maddi hatayı da tutanağa geçirdiği bir kararla tutuklandı. Tutuklama talep edenler ve tutuklama kararı verenlere göre, Tolga Şardan “istihbarat örgütünün Cumhurbaşkanlığı’nın talimatıyla yargıdaki yolsuzluk iddialarını araştırdığını yazarak” halkı korku ve paniğe sevk etti!

T24 14 yaşında; nasıl da yılları buldu bir mısra boyu macera…

Bağımsız, sorumlu, güvenilir, yüksek profesyonel ve etik standartlarda gazetecilik, sadece gazetecilerin değil toplumun bütün katmanlarının meselesi haline gelmedikçe, sesimizi kısanlar sadece başkaları olmaz!

Schengen vizesi eziyeti için gazetecilere çağrı, AB başkentlerine mektup

Sığınmacı sorunuyla, üstelik milyonlarca insan eşliğinde Türkiye de muhatap. Ancak bu durumun, örneğin Federal Almanya’nın Volkan Konak, Deniz Türkali gibi sanatçıların da vize başvurularını reddetmesiyle nasıl bir ilgisi olabilir? AB ülkeleri diplomatlarının, sürekli mesai yaptıkları gazetecilere, vize talebi söz konusu olduğunda, “Bizim için Edirne sınırına kadar gazetecisiniz” anlamına gelen tavrı vize rejiminin amaçlarına uygun mu? Peki gazeteciler ve meslek örgütleri, yıllardır süren bu kötü muameleye karşı neden sessiz, neden bu eşitsiz ilişkiyi reddetmiyorlar?