07 Mart 2012

Gülen cemaati, devlet ve gazetecilik üzerine…

Gazetecilik, insanları hukuk dışı yollardan kriminalize etme çabalarının aracı olamaz.

 

“Gülen cemaati darbeyle ne zaman vedalaştı” başlıklı yazımda bir kitaptan söz etmiştim: “Fethullah Gülen – Gülen'in Sıradışı Hayatı ve ABD'de Geçirdiği Dokuz Yılın Hikâyesi.”

Doğan Kitap yayınları arasında birinci baskısı Ağustos 2009'da yapılan kitabın yazarı Faruk Mercan. Gülen cemaatinin genç kuşak temsilcileri arasında öne çıkan isimlerden olan Mercan, gazeteciliğin yanı sıra Abant Platformu Genel Sekreterliği görevini sürdürüyor.

Mercan'ın, önsözde, yaklaşık 100 görüşme ve ABD'de Fethullah Gülen ile yaptığı mülakatın ardından tamamladığını açıkladığı kitap, yer yer bu türün özelliklerinden uzaklaşsa da, içerden bir biyografi çalışması.

Kitap, Gülen'in hayatı ve düşünceleri konusunda önemli bilgiler içeriyor. Örneğin; Gülen'in medrese eğitiminden geçtiği memleketi Erzurum'dan çıktıktan sonra nasıl bütün ülkenin tanıdığı bir vaiz olduğu konusunda sağlam fikirler veren ayrıntılar sunuyor.

1938'de Erzurum'un Pasinler ilçesi Korucuk köyünde doğan Gülen, 20 yaşında ayrıldığı Erzurum'dan, sırasıyla önce Edirne'ye, ardından Kırklareli'ne ve hayatının önemli bir bölümünü geçireceği İzmir'e “vaiz” olarak gitti. Kişisel hayatında maddiyatla ilişkisini neredeyse tamamen kesmiş, hitabeti kuvvetli bir din adamı olarak adı önce “Edirneli Hoca” diye duyulmaya başlanan Gülen'in şöhreti İzmir yıllarında bütün ülkeye yayıldı.

 

Gülen'in ünü nasıl büyüdü?

 

Sade bir vaizken Gülen'in adını kulaktan kulağa yayan özelliği ne olabilir?

Birçok neden sıralanabilir; ancak tayin edici olanın, Fethullah Gülen'in gençlik yıllarından itibaren vaazlarında seçtiği konular, sorulara verdiği cevaplar olduğu anlaşılıyor. Kendisini merak eden, dinlemek isteyen ve izleyen kitlenin hareket noktasının; Gülen'in son derece “dünyevi” sorular ve sorunlar üzerine vaazlar vermesi ve insanların bilinmezlere ilişkin merakına yönelik cevapları olduğunu söyleyebiliriz.

Bu noktayı açmak için, bazı örnekler verelim. Faruk Mercan, Gülen'in, İzmir dışından da kendisini dinlemeye gelenler için Bornova Camisi'nde cevapladığı bazı soruları şöyle sıralıyor (Sayfa 101, 102):

- Allah her şeyi yarattı, onu kim yarattı?

- Allah kâinatı yaratmaya neden lüzum gördü ve neden daha önce yaratmadı da - sonradan yarattı?

- Allah çok insanlara araba, apartman, mülk, itibar, arkadaş, şan, şöhret vermiş. Bazı insanlara da fakirlik, dert, musibet, elem, keder vermiş. Sonraki insanlar çok mu kötü, yoksa Allah öbürlerini çok mu seviyor?

- Allah niçin kullarını bir yaratmadı da, kimisini kör, kimisini topal olarak yarattı?

- Bir doğal afette ölenlerin hepsinin birden mi eceli gelmiştir?

- Azrail bir tane olduğu halde, bir anda vefat eden bir sürü insanın canını nasıl alıyor?

- İnsanın ne zaman ve nasıl öleceği önceden belirlendiğine göre, onu öldürenin suçu nedir?

- Kur'an Peygamberlerimizin beyanı olamaz mı, değilse nasıl ispat edilir?

- Dünyaya gelen peygamberlerin hepsi  erkek midir, niçin?

- Cin nedir, nasıl çağrılır, tedavide ve kayıp bulmakta kullanılabilir mi?

- Cincilik yapan hocaların İslam'da yeri nedir?

Kızıl Çin imparatorluğunun tarih boyunca yıkılmamasının hikmeti ne olabilir?

Allah hem bir tane hem her yerde, izahı nedir?

 

Türk-İslam sentezindeki en büyük sıçrama

 

Gülen'in “müdürü olarak tuvaletlerinde temizlik de yaptığı” yurtlar ve ardından bütün dünyaya yayılan okulları önceleyen hayatında bu var; münzevi ve mütevazı bir yaşam, kulaktan kulağa yayılan vaazlar, dinleyicileri günden güne artan sohbetler. Geniş bir alanda düzenli ve yoğun okumalar yapan bir din adamı olarak Gülen'in cami cemaatinin ardından önce esnafı, sonra işadamları ve siyaseti etkileyen tarzı, “koyu” diyebileceğimiz bir milliyetçilik çizgisini de içeriyor.

Bu nokta önemli. Zira 1960'larda “komünizmle mücadele dernekleri”ni sahiplenen, 1980'lerde “komünist tehdide karşı” 12 Eylül darbesini destekleyen Fethullah Gülen, “Türk-İslam sentezi”yle en büyük sıçramayı yapan cemaatin lideri oldu. Gülen bu noktada  Bediüzzaman Said Nursi'nin söylemini yineler ve ilk 300 yılın ardından İslam'ın en büyük hamisi olarak “Türklüğün” önemini vurgular.

Evet cemaat öncelikle “Hira Dağı kadar Müslüman”dı, ancak “Tanrı Dağı kadar Türk” olarak da yola koyuldu ve büyüdü. Gülen'in “çağın bir numaralı insanı” sözleriyle andığı Said Nursi'yi, “Kürt meselesine karşı Türkçülerle yan yana tavrı” nedeniyle eleştirenler olduğunu hatırlayın.

“İslamcılık” ve “milliyetçilık” Gülen'in devletle serüveninde de özel bir yer tutuyor. Türkiye'de gazeteciliği de etkileyen bu serüveni, Mercan'ın kitabından izlemeye çalışalım.

 

Fethullah Gülen'in adli tarihi

 

Edirne'de Üç Şerefeli Camii'nin penceresi içinde münzevi bir hayat yaşayan Gülen, 2000'lerin başına kadar devlette etkin olan güçler tarafından “cumhuriyet aleyhtarlığıyla” suçlanageldi. Ancak kitabı okuduğunuzda, devletin Gülen ve cemaatiyle ilişkisi ve bu bağlamda basına yapılan telkinler konusunda tuhaf bir manzarayla karşılaşıyorsunuz.

Biyografisinden çıkardığım notları paylaşıyorum.

Gülen polisle Edirne'de tanıştı. Hakkındaki ilk ihbar ve gözaltı, bu kentte yapıldı. Askerlikten sonra önce Erzurum'a, ardından 1964 yılında Edirne'ye dönen Gülen hakkında, “şeriatçılık” iddiasıyla bir ihbarda bulunuldu. Bu ihbarla götürüldüğü emniyetteki kötü muamele nedeniyle kaşı yarılan Gülen, savcılık tarafından serbest bırakıldı.

Gülen'i, 12 Mart 1971 darbesinden sonra bir süre cezaevinde görüyoruz. 12 Mart yönetiminin “Balyoz” harekâtı kapsamında Mümtaz Soysal'lar, Uğur Mumcu'lar solculukları tehlikeli görülerek içeri alınırken Fethullah Gülen de İslamcılığı gerekçe gösterilerek tutuklandı. Gülen, 3 Mayıs 1971'de İzmir'de gözaltına alındı, 9 Kasım 1971'e kadar yaklaşık altı ay boyunca tutuklu kaldı. Sıkıyönetim mahkemesi, Gülen'e eski TCK'nın 163. maddesi uyarınca 3 yıl ceza verdi. Ancak Askeri Yargıtay bu cezayı fazla bularak bozdu. Gülen tekrar yargılanırken işbaşına gelen CHP-MSP koalisyonunun ilan ettiği 1974 affıyla dava düştü. Yani bu dava da Gülen aleyhine bir mahkûmiyetle sonuçlanmadı.

İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı'nın Gülen hakkında açtığı bir soruşturma da, 15 Nisan 1983'te takipsizlikle sonuçlandı.

12 Eylül darbesinden sonra hakkında arama kararı çıkarılan isimler arasında bulunan Gülen, 6 yıl sonra, bir asker ziyareti için gittiği Burdur'daki kontrolde yakalandı. Ancak dönemin Başbakanı Turgut Özal'ın da araya girmesiyle bırakıldı. Gülen'in bu gözaltı sırasında yöneltilen “Niye teslim olmadınız” sorusuna verdiği cevabı ilginç, aktaralım:

“Kaldığım yerden ayrıldım siz gelmişsiniz. Annemin evine gittiğimde siz gitmişsiniz. Allah beni sizinle karşılaştırmadı. Ben de kendi irademle gelip teslim olmak istemedim...”

Gülen'in İzmir, Ankara ve İstanbul Devlet Güvenlik mahkemelerinde dört dosyası bulunuyor. Bunlardan ilki 1986'da İzmir'de açılan soruşturma. Sonuç; şu gerekçeyle takipsizlik:

“Sonuç olarak uzun müddettir sürdürülen soruşturmaya rağmen, Fethullah Gülen'in Bornova'da görev yaptığı süre içinde ve daha sonraki dönemde laikliğe aykırı ve şeriat düzeni kurulması yönünde çalışmalar yaptığına dair delil elde edilememiştir.”

İkincisi; 1995'te Ankara'da açılan soruşturma. Sonuç, yine davaya dönüşmeden savcılık aşamasında takipsizlik.

Üçüncüsü; 1998'de İstanbul'da açılan soruşturma. Sonuç aynı, takipsizlik.

Nihayet dördüncüsü; Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel tarafından 2000 yılında açılan soruşturma ve dava. Bu dava da, 2008 yılında Yargıtay aşamasını da geçerek kesinleşmiş bir beraat kararıyla sonuçlanmış bulunuyor.

 

Gülen'in tarihinden gazeteciler için çıkan sonuç

 

Bu adli özeti neden yaptım?

Bir devlet düşünün ki, çeyrek yüzyılı aşkın bir süre boyunca “cumhuriyet düşmanlığı”yla suçladığı bir din adamını, meşru yollardan, yani kesinleşmiş yargı kararıyla bir kez bile mahkûm etmemiş. Ancak o din adamını sürekli hedef tahtasına oturtmuş!

Peki bunu nasıl yapmış?

Cevabı, gazetecilik muhasebesi gerektiren bir sorudur bu. Mercan'ın hazırladığı biyografiden çıkan sonuç, darbe dönemlerinde bile bu ülkenin yasaları çerçevesinde bu ülkenin yargısı tarafından mahkûm edilmeyen Gülen'in bazı medya kanalları aracılığıyla hedef tahtasına oturtulmak istendiğidir.

“Başbakan” ve “Başbakan Yardımcısı” olarak önüne konan Gülen aleyhindeki askeri ve sivil istihbarat raporlarına itibar etmezken Bülent Ecevit'in hareket noktası da, ihtimal buydu.

Gülen'in biyografisini bir medya dosyası olarak okuduğumuzda karşılaştığımız bu manzara üzerinde iyi düşünmeliyiz. Bir “suç” işlediğine, bu tespiti yapacak meşru organlar tarafından karar verilmeyen insanlar için medya mahkemeleri kurmamalıyız.

Gazetecilik, insanları hukuk dışı yollardan kriminalize etme çabalarının aracı olamaz.

Geçmişten çıkan bu dersi unutmaması gerekenlerin başında, bugün benzer bir tahribatı yaratmaya müsait bir hacmi ve eğilimi bulunan Gülen cemaatinin bünyesindeki medya kuruluşları geliyor.

Zira cemaat medyasının; Ahmet Şık'lara, Nedim Şener'lere, kendi tarihinin merceğinden bakmaya ihtiyacı var!

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Tolga’yla birlikte bütün hayal kırıklıklarının en güzelini yaşıyoruz!

Çalışmalarıyla mesleğini onurlandıran bir gazeteci, hâkimin büyük bir maddi hatayı da tutanağa geçirdiği bir kararla tutuklandı. Tutuklama talep edenler ve tutuklama kararı verenlere göre, Tolga Şardan “istihbarat örgütünün Cumhurbaşkanlığı’nın talimatıyla yargıdaki yolsuzluk iddialarını araştırdığını yazarak” halkı korku ve paniğe sevk etti!

T24 14 yaşında; nasıl da yılları buldu bir mısra boyu macera…

Bağımsız, sorumlu, güvenilir, yüksek profesyonel ve etik standartlarda gazetecilik, sadece gazetecilerin değil toplumun bütün katmanlarının meselesi haline gelmedikçe, sesimizi kısanlar sadece başkaları olmaz!

Schengen vizesi eziyeti için gazetecilere çağrı, AB başkentlerine mektup

Sığınmacı sorunuyla, üstelik milyonlarca insan eşliğinde Türkiye de muhatap. Ancak bu durumun, örneğin Federal Almanya’nın Volkan Konak, Deniz Türkali gibi sanatçıların da vize başvurularını reddetmesiyle nasıl bir ilgisi olabilir? AB ülkeleri diplomatlarının, sürekli mesai yaptıkları gazetecilere, vize talebi söz konusu olduğunda, “Bizim için Edirne sınırına kadar gazetecisiniz” anlamına gelen tavrı vize rejiminin amaçlarına uygun mu? Peki gazeteciler ve meslek örgütleri, yıllardır süren bu kötü muameleye karşı neden sessiz, neden bu eşitsiz ilişkiyi reddetmiyorlar?