30 Temmuz 2013

Milliyet ve mülkiyet: Derya Sazak masraflıydı ve anlaşamıyorduk!

Eğer yokuş aşağı yuvarlanıyorsanız kaçınılmaz akıbet için artık kimsenin iteklemesine gerek olmaz, kendi ağırlığınız yeterlidir.

\

“Milliyet” adını taşıyan ilk gazete Siirt Mebusu Mahmut Bey (Soydan) tarafından 1926'da çıkarıldı. Dokuz yıl sonra “Tan” adını alan gazetenin isim hakkı daha sonra Ali Naci Karacan'a satıldı.

1948 yılına kadar İsviçre'de basın ataşeliği yapan Karacan'ın, Türkiye'ye dönüşte Halil Lütfü Dördüncü ile çıkarmaya başladığı Tan gazetesi tutmadı. Karacan, daha sonra Milliyet'in isim hakkını Arif Oruç'tan satın aldı ve yayına geçti. İlk sayısı, Nuruosmaniye Türbedar Sokak'taki üç katlı ahşap binada bir araya gelen 32 kişi ile 3 Mayıs 1950'de çıkarılan Milliyet'in sahip olduğu tek telefon da logonun yanından ilan edilmişti.

Yazı işleri müdürlüğünü Ali Naci Karacan'ın mühendis oğlu Ercüment Karacan'ın yaptığı Milliyet'in gotik harflerle tasarlanan ilk logosunu, Atatürk'ün isteğiyle Latin harflerine geçildikten sonra hazırlanan ilk alfabenin kapağını da çizen İhap Hulusi yaptı.

Ancak Karacan, çıkardığı bu ilk Milliyet'te de beklediği sonucu alamaz. İzleyen yıllarda Milliyet ile özdeşleşen Molla Fenari Sokak'taki binayı alır. Karar, Cumhuriyet'ten satın alınan yeni rotatifle yeni bir Milliyet yapmaktır.

Bu dönemde baba Karacan, oğlu Ercüment Karacan'ın “yeni Milliyet'i yeni bir isme, genç ve dünyayı bilen bir gazeteciye yaptırma” teklifini kabul eder. Bâb-ı Âli'deki adaylar gözden geçirilir ve Beyoğlu muhabiri olarak Yeni Sabah'ta gazeteciliğe başlayan, oradan Yeni İstanbul'a  geçen ve yazı işleri müdürlüğü için İstanbul Ekspres'e transfer olan tutkulu bir gençte karar verilir; Abdi İpekçi.

O sırada Kore'de askerlik yapan İpekçi İstanbul'a dönünce Karacanlar'ın teklifini kabul eder; yeni Milliyet'i o sırada 25 yaşında olan bu genç yapacaktır.

“Yeni Milliyet”in yayını, 1 Ekim 1954'te başlar. Logonun yanına “Halk gazetesi” yazısı yerleştirilen yeni Milliyet,  “popüler fikir gazetesi” olarak yola koyulur ve bu kez tutar. Haberleri muhataplarına sorularak kontrol edilen, spor, fotoğraf, karikatür ve mizaha da önem veren bu Milliyet, Bâb-ı Âli'nin o dönemdeki büyükleri Hürriyet ve Cumhuriyet'in arasında kendisine yer açmayı başarır.

Milliyet'i Milliyet yapan bu dönem, Abdi İpekçi'nin 1 Şubat 1979'da ülkücü tetikçi Mehmet Ali Ağca tarafından öldürülmesiyle bitti. Malum, devlet içindeki güçlerden himaye gören Ağca, Maltepe Askeri Cezaevi'nden kaçırıldı, Papa II. Jean Paul'ü yaraladığı için 18 yıl cezaevinde yattığı İtalya'dan Türkiye'ye döndükten sonra İpekçi cinayeti ve gasp suçları için toplam 10 yıl cezaevinde tutulması yeterli görüldü ve serbest bırakıldı. Arada bir de “yanlışlıkla tahliye” skandalı var ki, baştan sona bu ülkenin yüz karası sayfalarından biridir bu hikâye.

 

Milliyet ve itibar erozyonu 

Türkiye basınına getirdiği yeniliklerle önemli izler bırakan İpekçi'nin öldürülmesinden sonra Karacan ailesi basından çekilmeye karar verdi. Aydın Doğan, çoğunluk hisselerini 20 Temmuz 1979'da aldığı Milliyet'in künyesine 6 Ekim 1980'de girdi.

Aydın Doğan, kendisini medya imparatoru yapan ve Türkbank skandalı nedeniyle kısa süren Korkmaz Yiğit dönemi dışında yaklaşık 32 yıl sahibi olduğu Milliyet'i Nisan 2011'de Erdoğan Demirören-Ali Karacan ortaklığına sattı. Milliyet tarihinde ilk olan çift patronlu bu dönem de uzun sürmeyecek, Ali Naci Karacan'ın torunu Ali Karacan mali yükümlülüklerini yerine getiremeyince tasfiye edilecek, baba – oğul Erdoğan ve Yıldırım Demirören'ler gazetenin tek sahibi olacaktır.

Bugün Milliyet, Demirören patronajına geçmesinin ardından tarihinin en büyük itibar erozyonunu yaşıyor. Korkmaz Yiğit döneminde de yaşanan bu erozyon, büyük tepkilerin ardından gazetenin tekrar Aydın Doğan'a dönmesiyle sonuçlanmıştı. Artık Milliyet'in kime değil, neye döneceği merak ediliyor ve gazetenin Genel Yayın Yönetmenliği'ne getirilen Fikret Bila'yı çetin bir süreç bekliyor.

Derya Sazak'ın, Milliyet Genel Yayın Yönetmenliği görevindeki icraatının, 30 yıllık gazetecilik kariyerini sarstığını biliyoruz. Yeni dönemde Milliyet'in çizgisindeki en büyük kırılma Namık Durukan'ın imzasıyla 28 Şubat 2013'te gazetenin manşetinden yayımlanan “İmralı tutanakları” üzerine yaşandı. Çözüm sürecine ilişkin provokasyon iddialarına da konu edilen bu manşet için Genel Yayın Yönetmeni Sazak'ı ve muhabir Durukan'ı savunan Hasan Cemal yalnız bırakıldı. Başbakan Tayyip Erdoğan, malum, Hasan Cemal'in 2 Mart Cumartesi günü “Sayın Başbakan, tarihin eli yine omzunuzda, tarih bazen yaşarken de yakalanır!” başlığını taşıyan yazısı üzerine, aynı gün “Batsın gazeteciliğiniz” sözleriyle tepki gösterdi. Başbakan, yazısında “Gazete yapmak ayrıdır, devlet yönetmek ayrıdır. İkisi birbirine karıştırılmasın. Kimse de kimsenin işine öyle karışmasın” diyen Hasan Cemal'e, Balıkesir'den şu karşılığı verdi:

“Bu medyanın bazı uzantıları, kalemşörleri şunu yazıyor. Devlet yönetmek başka bir şey, gazete yapmak farklı bir şey. Eğer bu ülkeye bu millete zerre kadar sevdanız varsa şu çözüm sürecine katkıda bulunmak istiyorsanız böyle bir haberi atamazsınız, atmamanız gerekirdi. Bu süreç hassas bir süreç. (…) Eğer böyle gazetecilik yapacaksan, batsın senin gazeteciliğin...”

Başbakan'ın bu tepkisinin sonucu; yeni patron Erdoğan Demirören'in Hasan Cemal ile yine İmralı tutanaklarının yayınını savunan Can Dündar'ın yazılarına son verilmesi isteği oldu.

Sazak bu talebe önce direndi. Daha sonra büyüyen kriz üzerine Cemal “yazmama cezası” yorumlarına da neden olan iki haftalık izne çıktı. Ancak Sazak, Hasan Cemal'in “izin” dönüşü kaleme aldığı ve medya sermayesi ile medya elitlerini eleştiren yazısını yayımlayamayacağını söyledi. Cemal'in direnmesi üzerine bu kez yazının bazı bölümlerinin çıkarılması gündeme geldi. Ancak Hasan Cemal, “gönderdiği yazı aynen yayımlanmazsa başka bir yazı vermemekte” kararlı davranınca sonuç Milliyet'teki 15 yıllık köşesinin kapatılması oldu. Hasan Cemal gazetenin manşetini, Genel Yayın Yönetmeni'nin tercihini savunarak çıktığı yolda Genel Yayın Yönetmeni tarafından yalnız bırakılmıştı.

Hasan Cemal Milliyet'ten ayrıldıktan sonra sahaya da çıktığı yaklaşık beş aydır gazeteciliğin en güzel, evrensel standartlarda en sıkı örneklerini veriyor. Köşesini kapatanların halini ise söylemeye dilim varmıyor!

 

Demirören: Anlaşamıyorduk ve masrafları çoktu

Eğer yokuş aşağı yuvarlanıyorsanız kaçınılmaz akıbet için artık kimsenin iteklemesine gerek olmaz, kendi ağırlığınız yeterlidir.

Derya Sazak için de böyle oldu. Zira patronun bu kez Gezi Parkı sürecindeki bazı yayınlardan şikâyetçi olduğu haberleri geldi. İplerin en gerildiği anlardan birinin; Derya Sazak'ın Can Dündar'la birlikte protestolar sırasında Gezi Parkı'nı ziyaret etmesi olduğu anlaşılıyor. Bu ziyaretin ardından gelişen süreçte Erdoğan Demirören'in bir kez daha Can Dündar'ın yazılarına son verilmesini istediğini de biliyoruz... Ardından Hasan Cemal formülü uygulanarak Can Dündar'ın izne çıkarıldığını da...

Peki Milliyet'te son kopuş nasıl yaşandı, Erdoğan Demirören Derya Sazak'ı görevden almayı nasıl gerekçelendiriyor? Aldığım ilk bilgilere göre Erdoğan Demirören yakınlarına iki gerekçe gösterdi. Birincisi; “Anlaşamıyor, geçinemiyorduk.”  İkincisi de; “Derya Sazak dönemi çok masraflıydı.”

Demirören “masraf”tan ne kastediyor, haber – muhabir – editör bütçelerinden mi rahatsız, yoksa Sazak özelinde bir masraf gerekçesi mi öne sürüyor, bilmiyorum.

Peki Can Dündar'ın durumu ne olacak?

Milliyet'çilerin soruya cevabı; “Hâlâ çözülmedi. Patron gitmesini istiyor, biz de o da giderse kalmakta zorlanırız, diyoruz.”

Dündar'ın durumu, eğer hâlâ alınmış ama duyurulmamış bir karar yoksa, Fikret Bila'nın önündeki ilk mesele olacak gibi görünüyor. Burada, uzunca bir süredir Erdoğan Demirören'le diyaloğu kalmadığı belirtilen Derya Sazak'ın, Genel Yayın Yönetmenliği'nden alındıktan sonra "yazarlık" teklifini kabul etmesinin, gazetedeki bazı isimler  tarafından şaşkınlıkla karşılandığını not edeyim.

Milliyet'in geleceği açısından önemli bir soru da, gazetenin en kıdemli birkaç ismi arasında olan ve Ankara Temsilciliği görevinde de Derya Sazak ile halef-selef ilişkisi bulunan olan Fikret Bila'nın “editoryal bağımsızlık” anlaşması yaparak mı Genel Yayın Yönetmenliği görevini üstlendiği?

Milliyet olayını, editoryal bağımsızlığın olamadığı yayınlarda gazeteciliğin düştüğü hallerin hikâyesi olarak da okumamız gerekiyor. Milliyet tecrübesi bir kez daha gösterdi ki; gazetecilere bırakılmayan gazetecilik, ölümü taklit etmeye benziyor!

Milliyet, ancak bu Milliyet olmama hayaliyle ilerleyebilir...

Milliyet'in logosunun altında “Basında Güven” yazıyor. Ve Başbakan'ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan, Star'daki son yazısında diyor ki; “AK Parti iktidarının yandaş medya üretmek, özgür basını susturmak veya muhalifleri tasfiye etmek gibi bir yaklaşımı, politikası veya adımı kesinlikle yoktur...”

Yalan dünya...

_______________

Ali Karacan, bu yazı üzerine aşağıdaki açıklamayı gönderdi:

Sayın Doğan Akın,

30 Temmuz tarihli “Milliyet ve Mülkiyet” yazınızın “Milliyet ve itibar” erozyonu paragrafında Ali Karacan mali yükümlülüklerini yerine getiremeyince tasfiye edildi ifadesi gerçeği yansıtmamaktadır.

Karacan Ailesinin sermaye taahhüdü 2,5 MTL tamamen ödenmiştir.

Karacan Ailesi, tasfiye edilmemiş ancak ortaklar arasındaki anlaşmazlıkların gazeteye daha fazla zarar vermemesi için hisselerini satmıştır.

Saygılarımla,

ALİ KARACAN

 

Yazarın Diğer Yazıları

Tolga’yla birlikte bütün hayal kırıklıklarının en güzelini yaşıyoruz!

Çalışmalarıyla mesleğini onurlandıran bir gazeteci, hâkimin büyük bir maddi hatayı da tutanağa geçirdiği bir kararla tutuklandı. Tutuklama talep edenler ve tutuklama kararı verenlere göre, Tolga Şardan “istihbarat örgütünün Cumhurbaşkanlığı’nın talimatıyla yargıdaki yolsuzluk iddialarını araştırdığını yazarak” halkı korku ve paniğe sevk etti!

T24 14 yaşında; nasıl da yılları buldu bir mısra boyu macera…

Bağımsız, sorumlu, güvenilir, yüksek profesyonel ve etik standartlarda gazetecilik, sadece gazetecilerin değil toplumun bütün katmanlarının meselesi haline gelmedikçe, sesimizi kısanlar sadece başkaları olmaz!

Schengen vizesi eziyeti için gazetecilere çağrı, AB başkentlerine mektup

Sığınmacı sorunuyla, üstelik milyonlarca insan eşliğinde Türkiye de muhatap. Ancak bu durumun, örneğin Federal Almanya’nın Volkan Konak, Deniz Türkali gibi sanatçıların da vize başvurularını reddetmesiyle nasıl bir ilgisi olabilir? AB ülkeleri diplomatlarının, sürekli mesai yaptıkları gazetecilere, vize talebi söz konusu olduğunda, “Bizim için Edirne sınırına kadar gazetecisiniz” anlamına gelen tavrı vize rejiminin amaçlarına uygun mu? Peki gazeteciler ve meslek örgütleri, yıllardır süren bu kötü muameleye karşı neden sessiz, neden bu eşitsiz ilişkiyi reddetmiyorlar?