John F. Kennedy’nin bir suikasta kurban gitmesinden sonra, yardımcısı Lyndon Johnson, ABD’nin yeni başkanı olmuştu. Çiçeği burnunda başkan, Pentagon’a acil bir mesaj göndererek, o günlerde yeni yeni kaynayan Vietnam’da olan biten ile ilgili detaylı bir brifing istedi. Çünkü Johnson, Başkan Yardımcısıyken kendisine konuyla ilgili verilmiş brifinglere güvenmiyordu. Bu kez ‘ABD başkanı’ olarak ‘her şeyi’ öğrenmek istiyordu. Bu talep üzerine Savunma Bakanı Robert McNamara, bizzat Saigon’a uçarak orada 3 gün geçirdi. Vietnam’daki Amerikan generaller ile toplantılar yaptı, savaş cephelerini ziyaret etti. Vietnam’dan ayrılmadan önce, Saigon Havaalanında düzenlediği basın toplantısında, Vietnam’da gördüklerinin ve generallerden dinlediklerinin kendisini çok mutlu ettiğini söyledi. Dikkat çekici olumlu gelişmeler söz konusuydu. ABD’nin eğittiği Güney Vietnam Ordusu çok daha büyük sorumluluklar alabilir hale gelmişti. Yani savaş hattında Amerikalıların yükünü devralmaya daha hazır hale gelmişlerdi. Buna karşılık komünist ‘Viet Kong’lular etkinlik ve insan kaynağı olarak gerilemekteydi. McNamara, ABD’ye indiği ertesi gün Andrews Hava Üssü’nde bir basın toplantısı daha yaptı ve Saigon’daki açıklamalarını tekrarladı. Daha sonra helikoptere binerek Beyaz Saray’a Başkan Johnson’a, istediği brifingi vermeye gitti. Ve o andan sonra, McNamara’nın Vietnam ziyareti ve Başkan Johnson'a verdiği brifing hakkında kimse yeni bir şey duymadı.
Ta ki sekiz yıl sonrasına kadar… 13 Haziran 1971 günü New York Times gazetesinin birinci sayfadan, ABD’nin Vietnam Savaşı ile ilgili bütün gizli belgelerini, istihbarat analizlerini yayınlamasına kadar... Bu son derece gizli savaş belgelerinin yayınlanması, ABD’de tam bir şok etkisi yaptı. Tarihe ‘’Pentagon Papers (Pentagon Belgeleri)’’ olarak geçecek belgeler, Johnson ve Nixon yönetimleri ile Amerikan ordusunun, Vietnam Savaşı hakkında Amerikan kamuoyuna yaptığı resmi açıklamaların ve Kongre’ye sunduğu bilgilerin büyük çoğunlukla yalanlardan oluştuğunu gösteriyordu. Halen hayatta olan askeri analist Daniel Ellsberg, devlet yetkililerinin halka Vietnam’da olan biten hakkında yalan söylediğini gördüğünde bu belgeleri Kongre’ye ve medyaya sızdırmaya karar vermişti. New York Times, bu belgeleri yayınlamayı kabul etmişti.
Yayınlanan Pentagon Belgelerinin arasında Robert McNamara’nın, 1963’teki 3 günlük Vietnam gezisinden sonra Başkan Johnson’a verdiği brifing de vardı. McNamara, Başkan Johnson'a Vietnam’da işlerin aslında berbat gittiğini iletmişti. Komünist 'Viet Kong’lulara katılım, zayiatlarının çok üzerindeydi. Güney Vietnam Ordusu ise Amerikan ordusunun yükünü hafifletmek bir yana kendini savunmaya hazır değildi. Dolayısıyla Vietnam’dan Amerikan askerlerinin tahliyesine değil, aksine, acilen asker sayısının artırılmasına ihtiyaç vardı. Yani, Savunma Bakanı McNamara’nın 1963 yılında hem Saigon havaalanında hem de Andrew Hava Üssündeki basın toplantılarında Amerikan halkına yaptığı resmi açıklamaların tamamı yalandı. Johnson yönetimi, Amerikan kamuoyunda ve Kongre'de Vietnam savaşına desteğin erimemesi için, gerçekleri Amerikan kamuoyundan gizlemişti.
New York Times’ın belgeleri yayınlamaya başlamasından sonra Başkan Richard Nixon’un Adalet Bakanı hemen gazeteye bir telgraf çekerek, ‘’milli güvenliği tehlikeye düşüren bu yayını derhal durdurmalarını’’ emretti. Bununla yetinmeyen Nixon yönetimi, mahkemeye haberin devamının yayınlanmasının durdurulması için başvurdu. Amerikan tarihinde ilk kez federal hükümet, mahkemeye bir gazetenin haberinin daha yayınlanmadan tedbiren durdurulması için başvuruyordu. İlk derece mahkemesi, devlet yönetiminden gelen bu ‘milli güvenlik’ iddialı başvuru üzerine, New York Times’ın bu haberi yayınını tedbiren durdurma kararı verdi. Ama New York Times da pes etmedi. Yayın durdurma kararını üst mahkemeye taşıdı. Üst mahkemenin ilk derece mahkemenin kararını bozmasına ise Amerikan hükümeti itiraz edince konu Yüksek Mahkeme’ye taşındı. O günlerde, New York Times’a, rakibi olan bir gazeteden, sürecin gidişatını değiştirecek çok kritik bir destek geldi. Washington Post gazetesi de Daniel Ellsberg’e ulaşarak edindiği belgeleri, gazetenin avukatlarının ‘bunu yayınlamanız gazetenin sonu olabilir’ uyarısına rağmen yayınlamaya karar verdi. İşte Steven Spielberg’in bu ay gösterime giren ve büyük yankı yapan filmi ‘The Post’, Washington Post'un o günlerdeki sahibi Katharine Graham ile yayın yönetmeni Ben Bradlee’nin bu haberi yayınlamaya karar verme sürecini ve yüzleştikleri riskleri anlatıyor.
Bu sırada ABD’nin bir çok küçük gazetesi de bu iki önde gelen gazeteye destek vererek savaşın belgeleri yayınlamaya başladı.
Devlet yönetiminin, ‘milli güvenliğimiz ağır risk altında bırakılıyor’ iddiası ile yasaklatma talebini taşıdığı ABD Yüksek Mahkemesi 26 Haziran 1971 günü dosyayı görüşmeye başladı. Yüksek Mahkemenin o yıla kadar 34 yıldır üyesi olan Hugo Black’ın kaleme aldığı, devletin yayın yasağı talebinin reddi yönündeki görüşün gerekçesi, basın özgürlüğü tartışmalarında sıkça başvurulan bir hukuk içtihadına dönüşmüş durumda. Yargıç Black’in rey beyanının aşağıda aktaracağım özetini daha anlaşılır kılmak için önce, bu rey beyanında atıf yapılan iki terimi, detaylarına çok aşina olmayanlar için kısaca anayım:
Haklar Bildirgesi: ABD'nin orijinal Anayasasına eklenen ilk 10 ek maddeye, temel özgürlükleri ve hakları devlet yönetimlerine karşı açıkça güvence altına alması nedeniyle Haklar Bildirgesi deniyor. ABD Anayasasının kabulünden iki yıl sonra 1791 yılında kabul edilerek Amerikan Anayasasının değişmez bir parçasına dönüştüler.
Birinci Ek Madde (First Amendment): Haklar Bildirgesinin en temel maddesi şöyle: ‘’Kongre, herhangi bir dini inancı teşvik veya yasaklamak için, ifade ve basın özgürlüğünü, insanların barışçıl bir şekilde toplanmasını veya devletten şikayetçi olmalarını kısıtlayacak kanun yapamaz.’’
Yargıç Hugo Black’in kaleme aldığı 'milli güvenlik' gerekçeli yasak talebinin reddine ilişkin rey gerekçesinin özeti:
"Devlet yönetiminin, Washington Post’a yayın yasağı talebinin ret edilmesine ve New York Times gazetesine uygulanan yasağın da sözlü duruşmaya bile gerek görülmeden kaldırılması hükmüne katılıyorum. Bu gazetelere karşı yasağın devam ettiği her saniyenin, Anayasanın Birinci Ek Maddesinin (First Amendment) aleni ve hoşgörülemez şekilde ihlali anlamına geleceğine inanıyorum.
Devletimiz 1789’da Anayasanın kabulü ile kuruldu. Birinci Ek Maddeyi de içeren Haklar Bildirgesi ise iki yıl sonra 1791’de Anayasaya girdi. Cumhuriyetin kuruluşundan beri 182 yıldır ilk kez, federal mahkemelerden, Birinci Ek Maddenin (First Amendment), Anayasada yazılan şeyleri kastetmediğine, onun yerine, devlet yönetiminin bu ülke insanı için hayati önemde ve güncel konularda haber yayınını yasaklayabileceğine hükmetmesi isteniyor.
Bu gazetelere karşı yayın yasağı talebinde bulunan ve bunu Mahkemeye taşıyan Yürütme Erki, Birinci Maddenin Anayasaya dahil edilmesinin esas sebebi ve tarihini unutmuş görünüyor. Anayasa ilk kez kabul edildiğinde, bir çok insan temel hakları koruyacak bir Haklar Bildirgesini içermemesi nedeniyle bu anayasaya şiddetle karşı çıkmışlardı. Çünkü, devletin, merkezi devlet yönetimine tanınan bu yetkiler ve güçle, inanç, basın, ifade ve toplantı-yürüyüş özgürlüğünü kısabileceğinden korkuyorlardı. Kamuoyunda oluşan büyük tepkiye karşılık olarak James Madison, endişeli vatandaşlara, bu büyük özgürlüklerin, devletin müdahale alanının dışında ve garanti altında kalacağı güvencesi veren bir dizi ek madde önergesi sundu. Madison, daha sonra Birinci Ek Maddeye kaynak olacak önerisinde, ‘’İnsanlar, düşüncelerini ifade, yazma, veya yayınlama özgürlüğünden mahrum olamaz ve bu özgürlükleri kısıtlanamaz. Ve özgürlüğün en büyük zırhlarından biri olan basın özgürlüğü, asla ihlal edilemez konumda kalmalıdır’’ diye yazdı. Haklar Bildirgesi, orijinal Anayasayı, devletin hiçbir erkinin ve organının, yurttaşların basın, ifade, inanç ve toplanma özgürlüğünü kısıtlayamayacağı yeni bir sözleşmeye dönüştürdü.
Bununla beraber, devletin baş müfettişi, Haklar Bildirgesinin Anayasaya sonradan girdiğinden hareketle, orijinal Anayasanın verdiği yetkiyle devletin, Haklar Bildirgesindeki bazı haklara kısıtlamalar getirebileceğini savunabiliyor. Cumhuriyetin temelinden, bundan daha büyük bir sapma düşünemiyorum. Madison ve Birinci Ek Maddeyi yazan diğer kurucular, ehil insanlardı ve Anayasanın Birinci Ek Maddesini asla yanlış anlaşılmaya imkan vermeyecek netlikte yazdılar:
“Kongre... Basın … Özgürlüğünü kısıtlayacak yasa yapamaz.”
Birinci Ek Madde’nin hem tarihi hem de dili, basının, haberin içeriği ne olursa olsun, sansürsüz, müdahalesiz ve tedbir yasağı olmaksızın haberleri yayınlama özgürlüğüne asla karışılamayacağı fikrini teyit ediyor.
Anayasanın Birinci Ek Maddesi ile Kurucu Babalarımız, basına, demokrasimizdeki hayati rolünü oynayabilmesi için gerekli korumayı verdiler. Basın, yönetilenlere hizmet için vardır, yönetenlere hizmet için değil. Hükümetin basını sansür özgürlüğü yok edildi ki, basın hükümeti sonsuza kadar eleştirebilsin. Basın anayasa tarafından korunma altına alındı ki, böylece, hükümetlerin halktan sakladığı şeylerle ilgili halkı bilgilendirebilsin. Ancak, özgür ve kısıtlamasız bir basın, hükümetin halka yalanlarını ifşa edebilir.
Ve basının halka ve demokrasiye karşı sorumluluklarının en büyüklerinden biri, devletin her hangi bir parçasının, halkı, onları uzak diyarlarda yabancı kurşunlarıyla ölüme göndermek için kandırmasına engel olmak görevidir. Kanaatimce, New York Times ve Washington Post ve diğer gazeteler, devlet tarafından kınanmak bir yana, Kurucu Babalarımızın açıkça gördüğü amaca tam hizmet etme cesaretlerinden dolayı takdir edilmelidirler. Bu gazeteler, devletin, Vietnam Savaşına yol açan uygulamalarını ifşa ederek, Kurucu Babalarımızın medyanın yapacağına güvendiği ve umduğu şeyi cesaretle yapmışlardır.
Hükümetin bu davadaki iddiası, Kurucu Babalarımızın Birinci Ek Madde’deki kasıt ve amaçlarından radikal bir farklılık arz etmektedir. Basını kısıtlamayı düzenleyen hiçbir yasa olmamasının, devletin yürütme erkinin, anayasanın diğer maddelerinde tanımlanan gücüne dayanarak, bunu yapamayacağı anlamına gelmediğini savunmaktadırlar. Ayrıca Birinci Ek Maddenin de, Yürütme Erkinin, Amerika Birleşik Devletlerinin güvenliğini korumasını imkansız kılmak amacında olmadığını tartışmaktadırlar.
Bu çerçevede, Birinci Ek Madde’nin garantisine rağmen, devlet yönetiminin, ülkeyi, milli güvenliği tehlike altına düşürecek yayınlara karşı korumak için bir biriyle ilintisiz iki anayasal kaynağa işaret etmektedirler: Başkanın dış politika yürütme konusundaki anayasal yetkileri ve Başkomutan olarak otoritesi.
Yani bizden, Anayasa’nın Birinci Ek Maddesi’nin açık emrine rağmen, Yürütme erkinin, Kongrenin veya yargı erkinin, ‘milli güvenlik’ bahanesiyle basın özgürlüğünü kısıtlayabileceği, yayın yasağı getirebileceği hükmü vermemiz talep ediliyor. Hükümet, Kongrenin çıkardığı her hangi bir yasaya dayanma gibi bir yola bile başvurmuyor. Bunun yerine, Kongrenin bile Birinci Ek Maddeye uyarak bu konuda bir yasa çıkarmayı reddettiği yerde, cüretkâr ve tehlikeli bir yaklaşımla, mahkemeden, basın özgürlüğünü, Başkanlık yetkisi ve milli güvenlik gerekçeleriyle kısıtlamakta istimal edilecek fiili hukuk yaratmasını isteyebiliyor. Devlet yönetiminin, mahkemenin de onayı ile basına yayın yasağı getirebilme gücü olduğunu kabul etmek, Birinci Ek Maddeyi tamamen ortadan kaldırmak, hükümetin ‘güvenliğini’ amaçladığını söylediği milletin, temel özgürlük ve güvenliğini elinden almak demektir. Anayasanın Birinci Ek Maddesinin kabul edilişinin tarihini okuyup da, Madison ve arkadaşlarının, ülkede yasa dışı hale getirmek istedikleri özgür basına müdahalenin, tam da bugün hükümetin yapmaya çalıştığı şey olduğundan şüphe duyacak kimse olamaz.
‘Güvenlik’ kelimesi son derece geniş bir anlama sahiptir. Anayasa’nın Birinci Ek Maddesi gibi çok temel bir yasayı lağvetmeye gerekçe olamayacak kadar muğlak bir genellemedir. Askeri ve diplomatik sırları, temsil edilenleri bilgilendiren hükümet anlayışını ortadan kaldırma pahasına korumak, Cumhuriyetimiz için gerçek bir güvenlik sağlamaz. Anayasanın Birinci Ek Maddesinin yazıcıları, yeni kurdukları ülkenin güvenliğini sağlama ihtiyacının yanı sıra, İngiliz ve Koloni Hükümetlerinin devlet yetkilerini istismarlarına da vakıf bir heyetti. O yüzden bu yeni ülkenin gücünü ve güvenliğini, basın, inanç, toplanma ve ifade özgürlüğünün kısıtlanmasını imkansız kılarak tesis ettiler.
Bu bakış, mahkemenin, bir kişinin, komünistlerin organize ettiği bir toplantıya katıldı diye cezalandırılamayacağına hükmettiği 1937 yılındaki bir içtihadı sırasında, büyük bir insan ve büyük bir hukukçu olan Başyargıç Hughes tarafından da gayet beliğ şekilde ifade edilmiştir.
Toplumu, kurumlarımızın zorbalık ve şiddet yoluyla devrilmesini amaçlayan kışkırtmalardan korumak ne kadar acil ve önemli hale gelirse, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ile toplantı ve gösteri özgürlüğü gibi anayasal hakları çiğnenmekten korumak, ondan çok daha önemli bir zaruret haline gelir. Bu anayasal hakların korunması, özgür politik tartışmanın ve hükümetlerin de halkın iradesi doğrultusunda barışçıl şekilde değişmesinin devamını sağlar. Yani asıl bu haklar, Cumhuriyetin güvenliğinin ve anayasal hükümetlerin temelini oluşturur."
***
Hugo Black'in görüşüne katılan ABD Yüksek Mahkemesi 30 Haziran 1971 günü 3’e karşı 6 oyla verdiği karar ile, ABD, Anayasasının Birinci Ek Maddesi’nin basın özgürlüğüne her ne sebeple olursa olsun müdahaleyi yasakladığına, hükümetin bu belgelerin yayınlanmasının, Amerikan halkına ve ülkesine doğrudan, acil ve tamir edilemez nasıl bir somut zarar vereceğini ispat külfetini (heavy burden) yerine getiremediğine, bundan dolayı da Amerikan yönetiminin yayın yasağı talebinin reddine, ilk derece mahkemesinin koyduğu yasağın, temyiz mahkemesince bozulmasının onanmasına karar verdi. Savaşın gerçeklerinin öğrenilmesiyle, o güne kadar sadece bazı gençlik gruplarının karşı çıktığı Vietnam Savaşına kamuoyu desteği bir anda düştü. Bu da ABD’nin Vietnam’dan tamamen çekilmesine giden yolu açtı. Vietnam Savaşı’nın ABD’nin doğrudan savaştığı 10 yılık döneminde 58200 Amerikan askeri öldü ve 300 binden fazlası yaralandı. Sağ dönenlerin binlercesi savaşın travmasını on yıllarca atlatamadı. Çok büyük çoğunluğu siviller olmak üzere yaklaşık 2 milyon Vietnamlı öldü.
Washington Post’un yayın yönetmeni Benjamin Bradlee, yıllar sonra, ‘Pentagon Belgeleri, 1971 yılında değil de 1964 yılında yayınlansaydı ne olurdu?’ sorusunu ortaya attığı konuşmasının devamında ekleyecekti:
“Gazeteci, adil ve vicdanlı bir şekilde yazdığı sürece, yazdıklarının olası sonuçlarını hesap etmek onun işi değildir. Bir ülke için hiçbir gerçek, uzun vadede yalanlar kadar tehlikeli değildir”.
@CemalTdemir