Başbakan, meydanlarda soruyor: “Bunlar 28 Şubat’ta neredeydiler?”
Eylemci, twitterden yanıt veriyor:
“Kreşte!”
Başbakan haklı. Bu twitter hakikaten başa bela.
Ama hepsi o kadar da değil. Aralarında 28 Şubat’tan beş yıl sonra doğanlar da var. Onlardan birine önceki gün Gezi Parkı’nın merdivenlerinde rastladım.
Devlet babanın marjinal çocuğu. Kalleş bir savaştan az önce çıkmış, ihanete uğramış mağrur bir şövalye misali, parkın merdivenlerinde oturuyor.
Polisin vur-kaç molasında dinleniyor. Ayaklarında terlikler. Ellerinde eldivenler. Yüzünde uyduruktan bir maske. Gözleri gazın etkisinden kan çanağı, yüzü ilaçlı suyla yıkanmış.
Gözleriyle caddeyi bir uçtan bir uca tarıyor. Her an tetikte. Bir yandan da karnını doyuruyor. Elinde bir simit.
İster istemez ‘marjinal’in sözlük anlamını hatırlıyorum.
“Görüş ve yaşayış biçimiyle uçlarda bulunan, çizgi dışı, aykırı kimse. Kenara ait olan, kenarda oluşan. Pek önemsiz.”
Bakıyorum hakikaten de öyle. Devlet büyüklerimizin bir bildiği varmış diyorum kendi kendime. Çocuk kelimenin tam anlamıyla, ‘tastamam’ marjinal.
Kendi marjinalliğimden şüpheye düşmemek için gidip yanına oturuyorum.
“Sana içeçek bir şey getirmemi ister misin?”
“Yok!”
“Burası güvenli değil, parkın içine girelim mi?””
“Sen gir.”
Endişeyle çevreme bakınıyorum ama yalnız değiliz. Oldukça kalabalığız.
Marjinaller burada, peki normaller nerede?
Nerede bu görüş ve yaşayışlarıyla çizgi içindeki, normal, örnek ve önemli insanlar derseniz, onlar da çok uzakta değiller,
Her gün, gözlerimizin önünde, hayatımızın içinde, yanı başımızdalar. En azından gözümüzü ekranlara çevirdiğimizde hep oradalar:
Bülent Arınç gösterilerin ikinci gününde Yeniköy'de nikâha gitmiş anlatıyor: "İstanbul’un en saygın iki ailesinin nikâhı var. En seçkin davetlileri katılmış. Dışarıda protesto yapılıyor! Onları rahatsız etmeye kimin hakkı var?"
Siz çapulcular, siz marjinaller, biz ölümsüzleri hangi hakla rahatsız ediyorsunuz?
Şamil Tayyar "Şunu bilin, Erdoğan diktatör olsaydı Taksim ‘Dersim’ olur, mezar taşına hasret giderdiniz!"
Bildiniz mi, şunu?
Melih Gökçek "Vallahi sizi bir kaşık suda boğarız ama dua edin ki biz demokrasiye inanıyoruz. Bizde kaba kuvvet ve eşkiyalık yok!"
Anladınız mı yılan neden ölür, neden yer bitirir kendini, her insanım diyenin tükürüğü değdiğinde?
Fatih Altaylı: "Evet programda -başbakanın önünde- eğildim, bir canı kurtarmak için secde bile ederim..."
İktidarın, gücün, sermayenin önünde eğilerek, diz çökerek canımızı kurtarmaya çalışanların fedakârlığını da bildiniz, anladınız, takdir ettiniz mi?
Hüseyin Çelik “Erdoğan gibi, konuşulanları dikkate alan çok az lider vardır. Türkiye diktatörlük olmadığı için bu eylemler yapılabiliyor. Gençler eve gitmeli, kötü niyetlileri güvenlik güçleriyle baş başa bırakmalıdır.”
Nasıl bırakırsın şimdi yanındaki bu kötü niyetli, bu marjinal, bu çapulcu çocuğu, ‘güvenlik’ güçleriyle başbaşa?
Çocukla biraz sohbet edip, parka tekrar dönüyorum.
Ekranlara çıkıp bütün gün, “Gezi Parkı’na müdahala etmeyeceğiz” diye açıklama yapan, bir yandan da bizi defalarca parkın içinde ölümle burun buruna getiren Vali Avni Mutlu gecenin ilerleyen saatlerinde “Çocuklarınızı gelip alın, can güvenliği yok!” diye baklayı ağzından çıkarıyor.
Bu kadar zalim olabilmek için nasıl bir nedeniniz olabilir?
Bu kadar çok yalana ihtiyaç duyabilmek için, ne kadar çok haksızlık yapmış olabilirsiniz?
Çoluk çocuk günlerdir parkın içindeyiz. En güvendiğimiz, her şeyimizi emanet edebildiğimiz, birlikte korkmadan uyuyabildiğimiz, birlikte ağlayıp birlikte güldüğümüz herkes burada.
Siz, karanlık gölgelerinizi parkımızın üzerinden çekmeden, bir yere gitmiyoruz.
Benim misal, okulum şurdan beş yüz metre ilerideydi. Senelerce bu parkın içinden geçerek gittim. Bu parkın yollarında büyüdüm. Beni ben yapan bir sürü şey burada.
Çocuk misal, gidecek daha iyi bir yeri, bir evi yok. Hayatının en güzel, en anlamlı, en tok, en neşeli günlerini son on beş günde bu parkın içinde abileri ve ablalarıyla yaşamış.
Orada, o merdivenlerde oturan ve kaybetmek istemediği bu düşün içinde ‘ölümüne’ direnen çocuk için, hayatındaki en güvenli yer hâlâ o parkın merdivenleri, o meydan.
Nereye gidelim?
Üstelik yapacak çok işimiz var; toplanacak çöpler, acil durumlar için hazırlanacak ilaçlar, tasnif edilecek erzaklar, sarılacak yaralar var.
Teyzenin biri Valiyi yanlış anlamış, gecenin bir yarısı revirin yanındaki sivil insiyatif çadırına koca bir tencere sarma getirdi.
“Oğlum günlerdir uyuyamıyorum, siz olmayınca boğazımdan geçmiyor, getirdim sıcak sıcak yiyin.”
Görevli çocuk bir teyzeye, bir tencereye baktı ve iç geçirdi. Bir iki saniye düşündü, eline bir eldiven geçirip gelen gidene ikram etmeye başladı.
Burada bütün çözümler adil, hızlı ve pratik.
Akşamüstü, avucunun içinde sıkı sıkı tuttuğu poşetiyle revirden içeri girmeye çalışan teyzeyi durdurdum:
“Bir şeye mi ihtiyacınız var?”
“Yok kızım, bunları getirdim, evde bunlar kalmıştı sadece…”
Teşekkür edip aldık.
O ferahlamış, uzaklaşırken poşeti açtım, içinde yarım paket pamuk, iki tanesi içilmiş Apranax blister ve yine üç tanesi içilmiş mide ilacı…
Hayat sen ne sarsıcı, sen ne zalim, sen ne muhteşem bir şeysin!
Oturup ağlamaya vakit yok ama boğazıma bir yumru oturdu.
Parkta çok sayıda yaralı olduğunu duyup, gecenin bir yarısı revire yardıma gelen bir kalp damar cerrahı profesör, kopan kızılca kıyametin ortasında bütün sükunetiyle pansuman yapıyor, yaraları dikiyor.
Ama bir süre sonra yoğun gaz altında cehenneme dönen ortamda ayakta kalabilmek hepimiz içim imkânsız hale geliyor.
Neyse ki gençler böyle durumlarda ne yapılacağını, her zaman biliyor:
“Zincir oluşturun, taşınıyoruz!”
Dönüp revirin içine, onca malzemeye, onlarca yaralıya bakıyorum: İmkânsız!
Hep birlikte, tüm malzemeyle oradan çıkabilmemiz ve ‘güvenlik’ güçlerinden uzakta ‘güvenilir’ bir yere taşınmamız en fazla yirmi dakikamızı alıyor.
Karanlıkta, el ele, kocaman bir insan zinciri.
Gerçek insanlardan bahsediyorum. Marjinal, çapulcu ve ‘ölümlü’ olanlardan…
Hayatımda ilk defa kendi kendime “Yarınlarından, geleceğinden korkma memleketim!” diyorum.
Buradaki barış deneyimi, buradaki savaş deneyimi, buradaki dayanışma deneyimi, buradaki gözyaşı, buradaki kahkaha, buradan geriye kalacak olan her ne varsa sana yeter.
Evinde oturan, ekranları başında; yalan, nefret ve korkuyla beslenip büyütülen sizlere de yeter.
Bu günlerde, memleketin tüm karanlık meydanlarında, sokaklarında, parklarında ölümüne direnenlerin yüreğindeki umut ve kararlılık hepimize yeter.
Sakın korkmayın…
Çocuk gecenin bir yarısı, “Sedye, sedye! Yolu aç, yolu aç!” çığlıkları arasında getirilenlerden. Yarı baygın. Elinde eldivenleri, ayağındaki terlikleri yok.
Sağ eli kötü yanmış. Tedavisi hızla yapılıyor.
Biraz kendine gelince, “Ne oldu?” diyorum.
“Parkın içine kaçtım ama polis arkadan geldi. Dört, beş tanesi birden üstümdeydi. Nasıl kaçayım? Yakaladılar ama abiler kurtardı. Terlikler, eldivenler gitti. Sonra çadırların oraya gaz attılar. Unuttum eldiven olmadığını, elimle tuttum, yapıştım. Nefes de alamadım. Ölüyorum sandım!”
“İyi ki ölmedin,” diyorum kendi kendime. İyi ki ölmedin çocuk…
İyi ki seninle umut, seninle hayatın o büyülü nefesi, seninle geleceğin sıcacık düşü iyi ki ölmedi.
Sabaha karşı eve döndüm. Gece o kadar uzun, gece o kadar karanlık, gece o kadar dehşetli, gece o kadar olağan üstüydü ki kendimi inanılmaz derecede kırılmış, öfkeli ve yaralı hissediyordum.
Ertesi gün, Kanadalı bir Kızılderili olan Oriah Mountain Dreamer’in o güzelim metnini oturup yeniden çevirdim.
Çünkü bu uzun, bu karanlık, bu ürkütücü, bu muhteşem, bu büyüleyici gecelerin bütün marjinal, bütün çapulcu çocuklarının, oralarda bir yerlerde hâlâ nefes alıp verdiğini bilmek istiyorum:
“Geçinmek için ne yaptığın beni ilgilendirmiyor. Özlediğin, arzuladığın şeylerin hayalini kurmaya cesaret edip edemediğini, bilmek istiyorum.
Kaç yaşında olduğun beni ilgilendirmiyor. Aşk için, hayallerin için, yaşıyor olma serüveni için, aptal gibi görünme riskini göze alıp alamayacağını bilmek istiyorum.
Saklamaya, azaltmaya ya da düzeltmeye çalışmadan kederlerimizle yüzleşip yüzleşemeyeceğini bilmek istiyorum.
Yüreğin doğanın ritmi ve yaşama sevinciyle dolu bir sevdanın sınırlarına vardığında, o sınırları feda edip edemeyeceğini bilmek istiyorum.
Anlattığın hikâyenin doğru olup olmaması beni ilgilendirmiyor. Kendi ruhuna ihanet etmemek için bir başkasını hayal kırıklığına uğratıp uğratmayacağını bilmek istiyorum. İhaneti göze aldığın her seferinde, sonuçlarını ayakta karşılayıp karşılayamayacağını bilmek istiyorum.
‘Güven’ kelimesinin senin için ne ifade ettiğini bilmek istiyorum. Bazen sana karanlık gibi görünse bile, gelen günün içindeki o büyülü ışığı görüp göremeyeceğini bilmek istiyorum.
Hatalarımıza fırsat verip vermeyeceğini, bir gölün kenarında durduğumuzda ‘gümüş ay´a benimle birlikte “EVET!” diye bağırıp bağırmayacağını bilmek istiyorum.
Nerede yaşadığın ya da neye sahip olduğun beni ilgilendirmiyor. Keder ve umutsuzlukla geçen bir gecenin ardından, kırılmış, yorgun ve bitap, ayağa kalkıp kalkamayacağını; ‘çocuklar’ için yapılması gerekenleri yapıp yapamayacağını bilmek istiyorum.
Kim olduğun, buraya nereden ve nasıl geldiğin beni ilgilendirmiyor. Birlikte bir ateşin ortasında düştüğümüzde, gerektiğinde yanmayı göze alıp alamayacağını bilmek istiyorum.
Yalnız kalmaya katlanıp katlanamadığını bilmek istiyorum. İçinde yüreğinden başka tutunacak hiç bir şeyin kalmadığında, o amansız varlığını sevmeye devam edip edemeyeceğini bilmek istiyorum.
Bugüne kadar ne öğrendiğin, ne okuduğun beni ilgilendirmiyor. Diğer her şey bittiğinde seni ayakta tutan şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum…”