Hrant Dink aslen 1915’in ölenler üzerinden değil, kalanlar üzerinden konuşulmasını isterdi. Türklerle Ermenileri birbirine bağlayan ve günün birinde halklar arasında kalıcı kardeşlik ilişkisinin tesis edilmesinde belki de en önemli rolü oynayacak olanlar, kalanlardı.
Kalanlar da esasen iki ana kategoriye mensuptu. Soykırımda hayatta kalanların torunları, ki bu insanlar ya Türkiye’de, ya Diaspora’da, ya da Ermenistan’daydı. Ve Müslümanlaşarak yahut Müslümanlaştırılarak hayatta kalanlar ile onları çocukları, torunları…
Siz bakmayın cahil cesaretiyle Ermeni soykırımını bir “İslamsızlaştırma hamlesi”nin ilk aşaması olarak tanımlama komikliğinde bulunan köşe yazarına. Tehcire tabi tutulan Ermenileri kıyımdan korumak için çaba gösteren dönemin Kütahya Valisi Faik Ali Bey’in İstanbul’a çağrılmasını fırsat bilen şehrin polis müdürü, Vali dönene kadar Ermenilerin topluca din değiştirmesi ve sünnet olmaları için harekete geçer (neyse ki Vali’nin zamanında dönmesi üzerine başarısız olur). Tarihçi E.J.Zürcher ise bir makalesinde Sina cephesindeki Ermeni askerlerin topluca Müslümanlığa geçip sünnet olduklarını ve bunun törenlerle kutlandığını yazar. Osmanlı Ermenilerinin yüzde 5 ila 10’unun din değiştirerek tehcirden kurtulduğu tahmin edilmektedir.
4000 yıl öncesine dayanan varlıklarıyla Anadolu’nun kadim halkı olan Ermenilerin bu coğrafyadan silinişi tek bir seneye sıkışmaz ne yazık ki. Suriye’ye tehcir edilenlerin bir kısmı Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra geri döner, Lozan görüşmeleri tutanaklarına göre 170 bini Anadolu’da, 130 bini de İstanbul’da olmak üzere 300 bin Ermeni yeni kurulan cumhuriyete intikal etmiştir (bkz. H.Dink, İki yakın halk iki uzak komşu, s. 25). Bu sayıyı o zamanki Türkiye nüfusuna oranladığımızda, şayet aynı oran bugün de geçerli olsaydı, şu anda Türkiye’de 2 milyon Ermeni’nin yaşaması gerekirdi. Ama 50 bin ya varlar ya yoklar. Nerede peki bu insanlar?
Bu önemli bir soru ve cevabı da malum. Ancak uzun bir cevap, ve bu yazının konusu değil, biz gene “kalanlar”a dönelim. Ermeni soykırımıyla ilgili tartışmalarda 1915-16’da kaç kişinin öldüğü meselesi öteden beri hararetle tartışılıyorancak kalanlar meselesi de, hele ki Müslümanlaşarak kalanlar (Dink’in deyimiyle “yaşayan kayıplar”) söz konusu olduğunda, belki “kaç kişi öldü?” tartışmasından bile daha çetin bir mesele, bir tabu.
Hrant Dink’i ölüme götüren olaylar dizisinin fitilinin Şubat 2004’te nasıl ateşlendiğini artık herkes biliyor. Sabiha Gökçen’in aslında tehcir sırasında ailesinin büyük kısmı katledilen Hatun Sebilciyan adında bir Ermeni kızı olduğu ve 6 yaşındayken Mustafa Kemal tarafından yetimhaneden evlat edinildiği iddiası, Gökçen’in öz yeğeni olduğunu söyleyen Ermenistanlı bir kadının –doğrudur yanlıştır– bir takım belgeler eşliğinde Agos’a gelmesi sonucu gündeme geldi. Agos’un yaptığı haberi 2 hafta sonra Hürriyet iktibas etti ve yer yerinden oynadı, hayat Hrant’a zindan oldu. Hikâyenin acı sonunu biliyorsunuz.
İşin ilginci, kalanlara Ermeni dünyası da ölenlere gösterdiği ilgiden çok daha azını gösteriyor. Dink, Erivan’da konuştuğu bir tarihçinin şu sözleri karşısında adeta çarpılır: “Kalanlar üzerine (…) bir araştırma yapmayı da gereksiz buluyoruz. Sonuçta bizim 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğüne ilişkin resmi bir tezimiz var. Bu tezi sıkıntıya düşürecek gereksiz bilgilere ihtiyacımız yok” (Dink, s. 62).
Kılıç artıklarının peşinde…
Anadolu’da kılıç artığı misali yahut şans eseri hayatta kalan Ermenilerin çocuklarını, torunlarını, dillerini ve kültürlerini kaybetmesinler diye bulup İstanbul’a getirmeyi iş edinen (özellikle 70’li yıllarda) bir grup insanın arasında genç Hrant da vardır. Hrant’ın yanı sıra, onun gibi örgütlü sol siyasetin içinde ve Hrant’la aynı örgütte mücadele veren ArmenakBakırcıyan, Armenak gibi Diyarbakırlı olan papaz Der Grigos ve Hrant Küçükgüzelyan da bu bir avuç insanın arasındadır. Küçükgüzelyan, başında olduğu Ermeni yetimhanesinde kalan çocuklar için Tuzla’da bir yaz kampı açar, 12 Eylül döneminde 8,5 ay cezaevinde kalıp türlü işkenceler ve eziyetler görür, serbest kaldığında da kampı Dink’eteslim edip Türkiye’den göç eder. Devlet kampa 1984’te el koyar (bkz. Nedim Şener, Kırmızı Cuma, s. 19-22).
70’lerin siyasal ortamında, illegal bir Marksist-Leninist örgütün (TKP/ML) saflarında mücadele veren iki yakın arkadaş Hrant ve Armenak, siyasal faaliyetlerinden ötürü Ermeni toplumu zarar görmesin diye mahkemeye başvurarak isimlerini Fırat ve Orhan diye değiştirirler. ArmenakBakırcıyan artık Orhan Bakır’dır. Hrant kısa süre içinde örgütlülüğün uzağına düşerken Armenak TKP/ML’nin Merkez Komitesi’ne kadar yükselir, bir ara cezaevine düşse de örgüt tarafından kaçırılır (ve bu esnada çıkan çatışmada ne yazık ki bir asker hayatını kaybeder) ve her yerde fellik fellik arandığı için özgürlüğü Dersim dağlarında bulur.
Orhan Bakır’ın mücadele tarzını, daha doğrusu o yılların devrimci mücadele tarzını bugünden eleştirmek elbette kolaydır. Ancak Türkiye’nin Kontrgerilla ve CIA destekli bir faşist terör dalgası altında olduğu, iç savaş koşullarının hâkim olduğu yıllardır bunlar. 12 Mart’a giden yolda ilk öldürülenlerin devrimci gençler olmasına benzer bir şekilde, 1974 genel affından sonra da ilk öldürülenler hep soldan olmuştur (Kasım 1975’e kadar). 1978’e gelindiğinde Türkiye fiilen adı konulmamış bir iç savaş yaşamaktadır.
Kesişen yaşamlar
Orhan Bakır, Mayıs 1980’de Elazığ Karakoçan’da polis tarafından pusuya düşürülür ve çatışarak ölür. Onu öldüren iki polisten biri kısa süre sonra örgütün cezalandırma amaçlı silahlı saldırısına uğrayacak ve ağır yaralanacaktır. Orhan Bakır’ın öyküsü aslında Anadolu’da dağınık biçimde varlıklarını sürdüren, kılıç artığı Ermenilerin öyküsünün en sarih anlatımını ihtiva eder. Her şeyden önce kendisi de Diyarbakırlı, sekiz çocuklu yoksul bir ailenin mensubudur ve kısa süren yaşamı, özellikle Dersim yöresindeki Ermenilerin yaşamıyla çok dramatik bir şekilde kesişir.
2005 başında Murat Kahraman’ın Çığlık romanı piyasaya çıkar. Bu bir Dersim romanıdır. Kendine has, insanıyla doğasıyla güzel bir coğrafyadır Dersim. Dersimliler yörenin kadim halklarından olan ve nüfusun dörtte birini oluşturan Ermeniler’i 1915’te devlete teslim etmemiş, dahası başka yerlerden kendilerine sığınan on binlerce insanı da açıkhava mezbahasına dönmüş olan Anadolu’da o sırada Ermeniler için güvenli bölge olan Rus işgal bölgesine nakletmişlerdir (bkz. Hüseyin Aygün, 0.0.1938, s. 93-96).
Kahraman’ın romanında Orhan Bakır’la, yaşamını Elazığ Ağın’da görünürde imam olarak sürdüren, ama aslında gizli (ve dindar) bir Ermeni olan ihtiyar adamın diyalogları da yer alıyor (s. 149-162 ve 171-179). Kılıç artığı ihtiyar, evine her geldiğinde Orhan’ı (Armenak’ı) gözyaşları içinde bağrına basmakta, onu bir çocuğu sever gibi sevmekte, ona en güzel yemekleri yapıp şevkle hizmet etmekte, bazen de yaralarını tedavi etmektedir. Orhan’ın öldürüldüğünü öğrenince de on yıllarboyu sürdürdüğü sahte yaşamını eviyle birlikte ateşe verir, çember sakalını keser, papaz kıyafetini giyip Orhan’ın öldürüldüğü yere doğru yola çıkar. Gecenin karanlığında oraya ulaşır, jandarmanın “teslim ol” çağrısına “Tam yetmiş yıldır, her gün teslim oluyorum, yetmedi mi?” diye haykırarak yanıt verir. Açılan ateşle hayatını kaybeder.
'Yavrum, biz de Ermeniyiz'
Bu roman karelerinin aslında fevkalade gerçekçi olduğunu Mayıs 2005’te Agos’a gönderilen bir okur mektubundan öğreniyoruz. Kitabı okuyan Dersimli Azad Demir, gizli Ermeni olduğunu öğrenme öyküsünü anlatır. Azad henüz çocukken Orhan Bakır’ın liderliğinde bir grup Partizan köylerindeki evlerine gelir. Azad’ın yaşlı ve hasta babası bir anda canlanmış, gruba hizmet etmekte, yemekler pişirmektedir. Babası ile Orhan Bakır’ın başbaşa kaldıkları bir anda, babasının Orhan’ı kucağına yatırıp gözyaşları içinde başını okşamasını ise hayretle görür. Babası, Azad’ın anlamadığı bir dilde türkü mırıldanmaktadır. Olan bitenden hiçbir şey anlamamıştır. Gerçeği ise Orhan’ın ölüm haberi gelince babasının ağzından öğrenir: “Yavrum, biz de Ermeniyiz. Git kardeşini son yolculuğuna uğurla ve dön”. Babası 4 gün sonra ölür.
Orhan Bakır, binlerce Dersimlinin katıldığı görkemli bir törenle toprağa verilir. Yoldaşları polisin apar topar gömdüğü cenazeyi topraktan çıkartıp, Orhan’ın vasiyet ettiği yere götürmüştür.
Ben Büyük Felaket’in 97. yıldönümünde Orhan Bakır’ı anmak istedim. Bir gün yaşam öyküsünün bir filme konu olması, dileğimdir.