24 Eylül 2023

Tesir ağrım, haletiruhiyem: "Tanrı unutmuş" olabilir mi gerçekten?

Ne kadar bağırırsan bağır, seni kimsenin duymadığı yermiş dünya. Anladım. Yoktu artık yeniliğin yeni bir anlamı, ölüm ve yıkımdan başka

Ve her şey bittiğinde, hatırlayacağımız şey;
düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır.

Şiiri, inancım gibi inancımın da kaynağının ne olduğunu, nerede olduğunu, kimseler bulamasın, bilemesin diye sevdim. O, her şeyi saklayacak güçte anlaşılmaz bir genişlikti diye. Bu genişlik bazen insanı boğmaya yeltense bile. Yani şiir, 'hayat' denen bu muazzam düzlüğü mahvetmek için yaratıldıysa eğer, ben bu mahvoluşu tattım. Yazılmamıştı, savrulup duran bir yaradılıştı henüz. Çok kanlı ve ölüm doluydu içi. Şiir de en az tarih kadar ıstırap vericiydi ama ondan hep daha sahih. Aliya İzzetbegoviç, şiir ve şairler için şunları söylüyordu: Şiir, insan ruhu hakkında günümüz psikolojisinden daha çok şey söyler. Ruhu açığa çıkaranlar niçin psikologlardan ziyade şairlerdir? Niçin Freud ve Jung değil de Sheakspeare'dir? Şairler, insanların hassas antenleridir. Aliya İzzetbegoviç, beni de şiire çağıran o şairlerden biri oldu böylece. Hayatı boyunca bir tek dize şiir yazdı. Şiirini yeryüzüne dünyanın en insaflı harfleriyle kazıdı. Onun şiiri, yeryüzünün en ıstırap verici şiiriydi. Hiç okumadım, seyrettim, unutamadım. Yoksa Aliya, Allah'ın tuttuğu bir kalem miydi? Ben o Allah'ı çok çağırdım, çok bekledim. Fakat niçin geldi mi, gelmedi mi hiç bilemedim. Dünya güneşten koptuğundan beri midir nedir, durmadan sönüp yeniden harlanan bir şey gibiydi, diye de belki… Sahi, insan topraktan mı yaratılmıştı, yoksa o ilk kaya oluştu da yuvarlanmaya başladığında altından etrafa saçılan böcekler miydik ki, birbirimizi tüketip duruyorduk böyle? Kâinat kendi kendine oluştuysa bile tamam ama eğer bir Allah varsa, artık konuşmamız gerekiyordu!

11 Temmuz 1992. Altı ay, üç hafta ve beş gün süren Körfez Savaşı'nın etkileri hâlâ sürürken, beş altı yaşlardaydım. Dünya, insan yutan kocaman bir sıfır gibi gelip yanaştığında bana, altmış yaşında gibi hissetmiş ve öğrenmiştim, sayıların en büyüğü, sıfır! Sırpların soykırım hareketi başladığında henüz okula gitmiyor, evde konuşulanların ardından televizyonda gördüklerim zihnimde dönüp duruyordu. O günler televizyon evlerde hâlâ bir lüks ve dünyanın en acı şarkılarını söyleyen bir ses gibiydi benim için. Biraz da bu yüzden, dünya cehennemin kendisi olmuştu diye, cehennem tasvirleri bendeki korkulu etkilerini yitirmişti bile. Bazıları için dünyaya gelmiş olmak sıtmaya tutulmak gibidir. Benimki öyle. Bant yayınlar kim bilir olup biten onca şeyden kaç gün sonra ekrana düşüyordu. Bir pazar günü bir pazar yeri, belki öğle, belki ikindi vakti, tam hatırlayamıyorum saatleri. Bir bacağı diz kapağının hemen altından kopmuş, gömleği kirli sarı, bej gibi bir renkte, elli altmış yaşlarda bir adam ağzından, burnundan, kulaklarından kan ine ine bağırıyordu televizyonda, kopan yerinden sıkı sıkı tutarak bacağını. Dünyanın en yüksek sesini bağırıyordu adam, evdekiler televizyonun sesini ben açtıkça ne kadar kıssalar da, dünyada bir tek insan bile olsun o sesi duymamış olsa da. Kadraja sığan her yerde ölü insanlar vardı. Koşturanlar sağa sola. Vurulup düşenler keskin nişancıların kurşunlarıyla ve kadınlar, kucaklarda can vermiş çocuklar… Ölümü görmüyordum ama ölümün yakaladığı herkesi, her şeyi görüyordum. Keşke ben de onu tutabilseydim. Ona, "Dur biraz, yavaşla!" diyebilseydim.

O koşuşturmanın ortasındaydım, oradaydım, bir başınaydım sanki hep. Hâlâ öyle. Bu gün Karabağ'da Ermenilerin, Çin'in işkencelerine maruz kalan Doğu Türkistan Türklerinin, Hindistan'da Müslümanların yaşadığı da budur. Dünyanın her yerinde herkesin herkese yaşattığı da... Bir ırkçılık belasıdır, ölümle kola kola dolaşır hep. O gün, o televizyonun karşısında, patlama sesleri art arda kayda girerken, kameraman da kaçıyor diye, bacağını kopan yerinden tutan adam birden çıkmıştı kadrajdan. Ekran karardı diye, sanki orada gözlerimi kaybetmiştim. Dünyada ille de olacaktımsa, insan değil de keşke bir nesne olsaydım ama orada olsaydım. Herkes kaçışıyor, diye o yaşlı adamın tutunabileceği bir şey olabilseydim. Ağlaya ağlaya yazılmaya başlanmış o şiirin içinde, gözlere sürüldüğünde merhem gibi bir dize, bir cümle olabilseydim keşke. Bazen hâlâ kendi bacağımı tutarak uyanırım uykulardan. Aynı yerden aynı sebepten kopmuş gibi. 'Tesir ağrısı' dedikleri, buymuş demek ki. Ne kadar bağırırsan bağır, seni kimsenin duymadığı yermiş dünya. Anladım. Yoktu artık yeniliğin yeni bir anlamı, ölüm ve yıkımdan başka. Dünya hiç değişmiyor, bugün de öyle. Kurşuna dizilmek için ormanlarda toplanan erkeklerin karşılarında önce kadınlarına tecavüz ediyor, sonra tecavüz ettikleri kadınların gözleri önünde eşlerini, oğullarını, babalarını kurşuna diziyorlardı. Şeref, haysiyet, onur… Bunlar bugün niçin bu kadar ucuz? Elleri arkalarından bağlı gençlerin, kafalarına kurşun sıkılırken, kanları yüzüme sıçrıyordu benim. Bu vahşeti, o küçük gözlerimle seyrettim. Kaçıp ormanlarda gizlenenleri babalarına çağırtıyor, vurup üst üste yığıyor, sonra herkesi aynı çukura gömüyorlardı. Oysa bir gün kelebekler bu toplu mezarları yeniden açtıracaktı tarihe. O babaların seslerini hep duydum. Duyduğum, gördüğüm hiçbir şeyi unutmam bu yüzden. İsterseniz yüz metreden, isterseniz bin metreden, gözlerim kapalıyken bile insanı tanırım, anlarım, kurduğu bir tek cümleden.

Yan odada dedem namaz kılıyordu. Dedem seccadesini ne zaman yere serse Allah bizim eve geliyor, dedemle konuşuyor zannederdim. O secdeye durduğunda önünden geçmezdim hiç. Allah, o anlarda oradaydı diye. Çocuktum, hayat ona inanmakla başlıyordu ve ben de her şeye inanmaya hazırdım. O gün koşa koşa girmiştim o odaya. Dedem Allah'la konuşsun, O'na bir şeyler yapmasını söylesin diye. Ben dedeme seslendikçe o dizinin üstünde şahadet getirdiği işaret parmağıyla ikaz ediyordu beni. Salona dönüyordum. Televizyona bakıyordum. Televizyonun üstündeki rafta kutsal kitaplar, hemen yanında bir seri, dedemin en sevdiği, Sevgili Peygamberim. Çünkü ben, kitaplara inanırdım. Sadece bu yüzden bile insanlar arasında inancı en sağlam ben olmalıydım. Aliya İzzetbegoviç'in de ilk gençliğinde okuduğu Batı felsefesine dair bazı kitaplar zihinsel bir karmaşa yaşamasına neden olmuş, kısa bir süreliğine de olsa inançlarını sarsmıştır. Tarihe Tanıklığım ve Konuşmalar'daki kendi ifadesiyle de, "Ateist ve komünist literatürünün altında dini konularda kararsız" kalmıştı. Benimse inancım, o gün orada buharlaşmıştı. Meğer insan dünyaya, insana olan merakını da böyle zamanlarda birden yitirebiliyormuş. Belki de en doğru formül daha en başında dünyayı da insanı da onun uydurduklarını da reddetmektir. Aliya İzzetbegoviç inancına geri dönerken, ben oradan ayrılmıştım. "Bir daha da geri dönmem" diye düşünmüştüm.

O günlerden beridir topalım belki de. Topalladığımı Allah'tan başka gören de olmamıştır. Allah beni gördü hep ama ben onu niçin göremedim hiç? Bir şarkı, "Tanrı unutmuş olsa da" diyor ya, "Tanrı unutmuş" olabilir mi gerçekten? O günlerden beridir, çitlerin arkasından bakıyorum dünyaya. "İnsan ne imiş, dünya ne biçimsiz yermiş," diye… O günlerden beridir, ateşli bir deist gibi "her şeyi insan uydurdu," diye uyum sağlamak zorunda hissetmiyorum kendimi hiç kimseye, hiçbir şeye. O günlerden beridir, bu tufan hiç dinmiyor diye, hızla geçip gitmek isterim bu karanlık diyardan, varoluşun kalbini yeniden doğuyormuşum gibi yırtarak. Daha o yaşlarda bir çocuğun aklının eremeyeceği işlere heveslendim hep. Kopan bacaklara tampon nasıl yapılır? Gözüne kurşun sıkılmış birine, hayatta kalırsa tabii, dünyanın geri kalanı nasıl anlatılır? Bunlara çalıştım daha çok ki bunlar, bir kayıt almaktan, bir fotoğraf çekmekten ve o yalancı diplomasiden, aç gözlü bürokratların bürokrasisinden çok daha önemli gelmiştir bana hep. O günlerden beridir, Allah'ı bekledim ben de, onu bekleyen herkes gibi. Çünkü benim de ondan başka çağıracak kimsem yoktu. O'na, o gün o anda küsmüş olsam bile. Şairin dediği gibiydi ilk anlarda küfre yaklaştıkça inancım artıyor'du. Bekliyordum, çağırıyordum ama gelmiyordu. Ben O'nu başka zamanlarda başka yerlerde de bekledim, çağırdım. Gelmedi. Saniyeler benim için dünyanın en uzun zaman birimidir o günlerden beri. Fakat daha o yaşta ilk gençliğim bile gelip geçmişti sanki birden yanı başımdan, bir hız treni gibi.

Müslümanlık görünmek değil, olmaktır, diyordu, İzzetbegoviç. Oysa insanların kendilerini göstermekten öve öve bitiremedikleri teknoloji yeterince gelişseydi, bir elimi ekrandan içeriye sokup o insanları oradan çıkabilir miydim? Hayır. Kimse teknoloji bu kadar gelişsin istemez çünkü. Belki en fazla ekranda olup bitenler diğer küçük ülkelere yani evlere de sıçrasın diye geliştirilebilir sadece. Bugün de hâlâ bunu için çalışmıyor mu dünya? Aliya İzzetbegoviç, Doğu Batı Arasında İslam'da, İnsan er ya da geç bu yüzyılın sonunda veya milyon yıl sonunda kendi suretinde bir taklidini, onu yapana çok benzeyen bir robot veya canavarı imal edebilecektir, derken bu teknolojiden söz ediyordu işte. Onun, Doğrusu bilim bize dünyanın gerçek resmini sunmaz. Bilimin bize sunduğu şey dünyanın oldukça sadık bir fotoğrafıdır ki bu fotoğrafın eksik tarafı gerçekliğin bütüncül bir boyutudur, diyerek tarif ettiği bilim, insanlığın sonunu getirecek icatlara çalışanların bilimiydi elbette. Öyle olmasaydı, atom bombasının babası Robert Oppenheimer şu sözleri insanların yüzüne bile bakamayacak duruma geldiğinin farkında olduğunu bilerek, başı önünde, söylemezdi herhalde, Dünyanın eskisi gibi olmayacağını biliyorduk. Birkaç kişi güldü. Birkaç kişi ağladı. Çoğu insan sessizdi. Şimdi dünyanın yok edicisi ölüm oldum. İnsanlığın kendi elleriyle tasarladığı o 'canavarlar çağı'nın en azılı günleri işte bugünler. Ölüm gibi savaşlar da sessizce patlıyor. İnsana bir yandan uzun bir hayat vaat ediyor, öte yandan onları bu hayattan eliyorlar. İnsanın, iyiliğe hizmet ettiği hiçbir şey yok bu dünyada. Din ve ideolojiler bunun için imal edilmiş zehirler. İyiliğin bile bir hatıra fotoğrafı var, video kayıtları, başkaları da görsün diye. Gücün, kudretin cakasını satarız, iyilik yaparken bile. Her şey satılsın diye, mezbahalarda parçalanmış yürek gibi konmaz mı zaten masalara? Ekmek, su, ölüm bile.

O günlerde birçok ülke bir tek dili konuşmayı öğrenmişlerdi, diplomasi! Masalardaki pazarlık bitiğinde ölenleri savaş zayiatı sayan, saydıran bir dil. Bazı diplomatlar bu dili çok iyi öğrenmiştir ve gazetecilikten gelirler bugün hâlâ. Diplomatlar pek konuşmazlar ama yarısından fazlası tüccar olan bürokratlar için onlar birer kayıt cihazı gibidirler; sesleri, nefesleri ölüm kokar. Ölüm alır, ölüm satarlar. Sadece gazeteciyken de dünyanın duyması gerekenleri değil, duyulması istenenleri yazarlardı zaten. Tıpkı bugün de olduğu gibi… Para piyasası da böyle çalışır. Spekülasyonlarla. Her şey gibi insanın değerini de bu dil belirliyor hep. O dili kullananlar dünyanın gözlerini, kulaklarını kapatmışlardı. Görmesinler, duymasınlar diye hiç kimseler, hiçbir şeyi. Batının çirkin yüzünü kurşun seslerinde, yol kenarlarındaki su kanallarına akan kan seslerinde değil sadece, şarkın da sessizliğinde gördüm o günler, henüz beş altı yaşlarda... Aliya İzeetbegoviç bu yüzden kurmamış mıydı zaten bu cümleleri: Ve her şey bittiğinde, hatırlayacağımız şey; düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır.

İslamcıların ne olduğu konusunda onları yüceltecek, onurlandıracak sözcükler benim sözlüklerimde yok ama "Müslüman" dediğin, biraz komünist olmalı. Bir zamanlar olduğu gibi bugün de dünyayı iki kutuplu bir cehenneme çeviren, serçeleri bile öldüren Mao'nun yıkıcı komünizminden söz etmiyorum. Kimi İslam ülkelerinde devleti yönetenlerin yemin gibi tutup insanlara bir tehdit gibi sallayarak gösterdiği kutsal kitaplar arasında Aliya İzzetbegoviç'in kitaplarını da görmek utanç verici. O böyle olsun ister miydi? Bilmiyorum tabii ama istemezdi gibi geliyor bana, yazıklarını tekrar tekrar okuduğumda.. İslam Deklerasyonu kitabını, "Nasılsa biz anlatıyoruz, okumayacaklar" diye düşünerek sanırım, anlatanlar, kutsalları dil bilmeyenlere canlarının istediği gibi çeviren yoz çevirmenler gibi anlatıyorlar. Zira İslam Deklarayonu'nda da insanlığı çağırdığı yer insana, iyiye hizmet eden sosyal bilimlerden yana sözlerle doludur. İslam Deklarasyonu şeriat çağrıları yapan bir kitap değil, saf inanlara çağrıları olan insanlığın kitabıdır. Aliya İzeetbegoviç'in İslam Deklerasyonu'nda zaaflarına yenilenlerin eleştirildiği noktalar çoğu zaman göz ardı edilmiş ve onun demokrat kişiliği de daima siyasal İslam tevatürü altında bırakılmıştır. Aliya İzzetbegoviç Bosna'nın 1941'de faşist döneminde bile Sırpları, Yahudileri, eşcinselleri katleden Ustaşa yönetiminde birleşen Boşnaklar arasında yer almamıştır. Ölümüne yakın günlerde onun izinde olduğunu eğilip kulağına söyleyen, o günlerde başbakan da olan birine, "Bosna size emanet" dediğine pişman olur muydu, o ülkenin bugünkü halini görse? Belki de… O ülke ki, fanusu çatlayanlarla deryasına pislik karışanların aynı dili konuştuğu ülke.

Tam dört yıl sürdü soykırım. Aliya İzzetbegoviç ne kadar yalnız kaldıysa ben de o kadar yalnız hissettim. Bir gün vurulup yıkıldığında Mostar, ben de yıkıldım. Çağrıldığında gelmiyor diye, "Bu nasıl Allah?" derdim. Tarikatlar, dernekler, dergâhlar ticarethane gibiydi. Hâlâ öyleler. "Uyanın Müslümanlar" dendiğinde, yorganlarını başlarına kat kat çeken gazetecilerin büyük bir bölümü de onlar arasındaydı. Gazeteler, televizyonlar, Birleşmiş Milletlerin, NATO'nun vereceği kararları bekliyordu. Bütün o dönem boyunca neredeyse Bosna'dan dışarıya haber sızmasın diye didinenler arasında işini kendi imkânlarıyla yapmaya çalışanlar da vardı. Coşkun Aral onlardan biri… Dönemin Türkiye Gazetesi, attığı bir manşetle, bilerek ya da bilmeyerek, onu Sırplara hedef bile göstermişti. Bir çekim esnasında İzzetbegoviç'e, "Türkiye'ye bir şey söylemek istiyor musunuz?" diye sorduğunda, kayıtlara yansıyan yüz ifadesi söylediklerinden çok daha fazla etkilemişti beni. Dilenmiyor, yalvarmıyor, gözyaşı dökmüyor, sadece selam söylüyor ve dua istiyordu. Bugünkü dünya liderleriyse en ufak krizlerde bile ülke ülke dolaşıp topraklarını satıyorlar. Neymiş efendim, din kardeşiymişiz. Bu evrende şahsen benim din kardeşim olabilecek tek insan Aliya İzzetbegoviç'tir. İslamcı değil, İslam'ın felsefesini çok iyi bilen bir Müslüman'dı. Şeriat yanlısı, aşırı İslamcı ya da sahte bir Müslüman da değil, inançlı bir demokrattı. Çeşitliliğe inanırdı, ırkçılıkla mücadele ederdi. Çünkü onun inan biçiminde bu vardı. Kim neye inanırsa inansın, ister camilerde ister kiliselerde, sinagoglarda tapınsın, biliyordu ki âlem hep aynı yere dönüyordu yüzünü.

Aliya İzzetbegoviç hakkında birçok köşe yazısında, kitapta "gerici" diye söz edildiğini gördüm, senelerce. Oysa herkes biliyor, gericiliğin bütün insanları tanımlarken de çok kullanışlı bir kelime olduğunu. Eski değerleri savunmak, eski değerler üzerinde yeni toplumsal ve siyasi bir yaşam düzenini arzulamak gericilikse, bugün yeryüzünde ne Avrupa'da ne de şarkın diğer ülkelerinde bunun karşıtı bir oluş var. Hiçbir zaman da olmadı. 19. yüzyılla birlikte modern çağın başlamış olması insanın karakter olarak bir evrim geçirdiği anlamına gelmedi hiçbir zaman. Kuklaların rengi, iplerin gerilme biçimi değişti sadece. Teknoloji dahi geliştikçe insana vaat edilen konfor bile sadece ölüme yeni biçimler verdi. Avrupa'nın ortasında kanlı-kansız filizlenmiş her şey, ters tutulunca bile bir dünya haritası, buraya, aşağıya, insan kanı olarak aktı. Batı ile şarkın ortasındaki bu çukura... Vahşetin teknoloji ile süslenince, ırkçılığın milliyetçilik gömleği giydirilince insanlar için başka anlamlara geldiği bir illüzyon bu. Altı yaşında inancını yitirmek çok kolay, zira beş altı yaşlarında bir çocuğun inancı neyi değiştirmeye yetebilir ki? Her şeyi belirleyen belirsizliğin bile insanın ahlakına göre şekil adlığını da ondan öğrendim. İnsanın ahlakına istinaden yine Doğu Batı Arasında İslam'da şunları söylüyordu, Dinsiz insanın ahlakının kaynağı da dindir. Ama bu din, insanın farkında olmadığı fakat tüm çevreden, aileden, edebiyattan, sinemadan, mimariden sayısızca farklı şekilde yansıyan, mazide kalmış eski bir dindir. Dinin terk edilmesinden, ahlakın terk edilmesine yalnızca bir tutarlılık adım vardır. Bazı insanlar bu adımı hiçbir zaman atmaz ve bu çelişkili hal içinde yaşarlar. Tam da bu gerçek, incelemeyi girifleştiren bir tezahürü mümkün kılar: ahlaklı ateist ve ahlaksız dindar. Şunu diyordu kısaca, ruh ve madde ancak bir aradayken işe yarar bir delildir yaşamış olmak için. Ancak bu biçimde bir arada ve barışık yaşabilir çeşitlilik. Adını andıkça kitaplarına tekrar baktıkça ırkçılık, milliyetçilik belasına batanlara bakıyorum da; "Tesir ağrım, haletiruhiyem, 'Tanrı unutmuş' olabilir mi gerçekten?" diyorum. Ben hâlâ bir ilahi müdahale bekliyorum o'ndan. 

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim