05 Kasım 2023

Savaşanların değil, savaşı çıkaranların amacı

Yeryüzünde birçok coğrafyayı talan etmenin mazeretleri değişir sadece. Bu mazeretlerin kimlere hizmet ettiği gerçeği değişmez. Savaşların biçimi ve şiddeti gibi…

Yeryüzündeki savaşların en bilinenleri arasında 13. yüzyılda milyonlarca insanın en vahşi biçimlerde öldürüldüğü Moğol İstilası'ndan l. Dünya Savaşı'na bütün savaşlar günün teknolojilerine dayanan en ilkel biçimlerden en modern biçimlere yeryüzünün paylaşımı ve insan emeğinin kontrolü üzerine kurulmuştur. Her savaş sonra bir barış imzalamak için de başlamıştır, diyebiliriz aslında. Kimlerin küs kalıp kimlerin barışacağına, barışırken barışa nelerin şart koşulduğunu ve buna kimlerin karar verdiğini ayrıca söylemeye lüzum da yok. Antropologlar, tarihçiler arasında ilk savaşın ne zaman başladığı konusu insanların birbirlerini neden öldürdüğü ve ne için öldürüldüğü konusundan her zaman daha önemli bir tartışma konusu olmuştur. Belki onlar da var olmanın gerçekleriyle yüz yüze gelememiş hayalperestlerdir. Neticede antropologlar da tarihçiler de büyük oranda sadece kendi uluslarının çıkarları doğrultusunda tarihi tekrarlar ve ona notlar düşerler ve bunu, kendilerince dünyanın en büyük zırvası olan 'üstün ırk' olma iddiasına katkıda bulunanların, toplumlarını zenginleştirme çabalarıyla sadece o toplumları yönetenlerin, servetlerine neden servet kattıklarını düşünmeden ya da bundan mutlak bir hisseye sahip olmak karşılığında yaparlar ki, Cumhuriyet tarihimizde bunun örnekleri vardır. Din ile bağdaştırılamayan bilimin neferleri dahi kendi ırklarına dair vaatlerde bulunan kutsallara hizmet etmiştir. Endonezya, Pakistan gibi dünyada en çok Müslüman nüfusun olduğu Hindistan'da bile bir canlı olmansın dışında insandan daha değerli olan inekler olmuştur, ikincil inançlar arasında olmasına rağmen. Belki de insanlığı düzeltecek şey teolojik eğilimler yerine sosyolojik idraklere yönelmek olacaktır. Fakat insanı açlıkla sınayan bu mesleklere kim çıkarını gözetmeksizin hizmet edecek? Savaşı başlatanların muhalif basınlarını överken, kendi ülkelerinde muhalif bir tek kişiyi bile barındırmayan yandaş bürokratlar, gazeteciler, aydınlar, yazarlar mı? Ama onlar da kendi hikâyelerini yazmakla meşguller.

Bütün insanların sadece bir tane hikâyesi vardır, dünyanın bir ilahi yapı olduğu ya da kendiliğinden sonsuz bir evrimin sonucu olarak düşündüğümüzde bile birbirinin aynısı olan; doğmak, yaşamak ve ölmek. Bu hikâyeyi anlamlı kılansa, 'nasıl ve ne uğruna' sorularına verilecek çeşitli cevaplardır sadece. İnsanı hep en başa götürecek. Fakat hikâye bittiğinde bunların da bir anlamı kalmaz. İnsanlığın bir tane, yeryüzünün bir tane olduğu bu âlemde her şey bir başkasının bir başkasından çalmasına dayanır. Küçük midelerin büyük açlık savaşıdır bu. Bütün yeryüzünü görebilen bir tepeye çıksam ve herkesin işitebileceğini bilerek, bir şey söylemem gerekse, o tepeden indiğimde öldürüleceğimi bile bilsem, bütün söyleyeceklerim, "İşgal altındasın ve ne yazık ki bunun farkındasın"dan ibaret olurdu. Bu farkındalık, bilinci olan bir farkındalık değil. Bir zelzele esnasında sallandığını bilen ama neden sallandığını öğrenmeye çalışmayan bir farkındalık. Tepkilere duyarsız bir his sadece… 

Konu farkındalığa geldiğinde yeryüzündeki savaşlar konusunda, "Bir yazar, bir şair, yazmaktan başka ne yapabilir?" Bütün sorular gibi bu sorunun yanıtı da elbette sorunun içinde. Bugün bütün dünyanın başında toplanıp bazılarının kan akıttığı ve bazılarının da kendi halklarına göz aldatıcı imajlar yaratmak için akan kana bakıp insan hakları nutukları attıkları Filistin'in büyük şairi de bu sorunun cevabını yazarak vermiştir, zamana ve tarihe tanıklık ettiğini ilan ederek; Vatanımızı kimin sattığını bilmiyorum ama bedelini kimin ödediğini biliyorum. Haksızlıklar, zulümler karşısında dünyaya bakan pencerenizi örtüp ona sırtınızı döndüğünüzde dışarıdaki sesleri hâlâ duyabiliyorsanız ve uyuyamıyorsanız, oturduğunuz sofralarda eliniz tabağa varmıyor, utanıyor, yutkunamıyorsanız, 'siz insansınız' demektir. Hiçbir dine mensup, hiçbir ideolojiye sahip olmanız gerekmiyor bunu hissedebilmek için. Fakat yapabileceğiniz hiçbir şeyi yapmaya girişmiyorsanız kendinize sormalısınız, "Ne işe yarıyor bu insan, varoluşun avucunda bir bulantı ve hırsızların başkalarının hayatlarına uzanan eli olmaktan başka?"

Khaled Hosseini, Uçurtma Avcısı adlı romanında ve aynı isim taşıyan filmde şöyle der, Hayatta bir tek günah vardır, o da hırsızlık. Tüm diğer günahlar hırsızlığın bir türevidir. Beni anladın mı? Bir insanı öldürdüğünde hayatını çalmış olursun. Karısının elinden kocasını, çocuklarının elinden babalarını almış olursun. Yalan söylediğin zaman, insanın gerçeği öğrenme hakkını çalmış olursun. Hayatta çalmaktan daha kötü bir şey yoktur.

"İnsanın gerçeği öğrenme hakkı" ne kadar haklı ve yazıldığı andan itibaren ne kadar da insanlığın özeti ve gelecekle ilgili bir tespit değil mi? Hosseini'in sözünü ettiği 'hırsızlık' bu yüzden çok daha geniş bir yaralayıcılığa sahiptir, ll. Dünya Savaşı'nda bir asker de olan antropolog Jack Goody'nin Tarih Hırsızlığı'ndan. İnsanların dünyaya bakma biçimleri, kulaksız gözsüz bir kafanın taşıdığı zihniyetle yorumlandığında pekâlâ çok da anlamsız gelebilecek bir cümleye de dönüşebiliyor aynı zamanda. Neden mi? Çünkü dünya hızlandırılmış görüntüler halinde akıyor artık. Kötü bir büyü, insanın aklını başından alan zehirli bir illüzyon gibi. Öyle olsun ki, onların istediği gibi olsun diye. Onlar, yani egemenler, titanlar, zehirli engerekler, karaborsacılar, hilekâr tüccarlar, düzenbazlar. Onlar, dünya ekonomisini yöneten birkaç aileyi ortadan kaldırmayı vaat ederken, yerlerine kendi ailelerini yerleştirenler. Korkunun krallığını, insanlığın şiar edindiği inançların içine yerleştirenler; onlar, yukarıda ancak böylece bir saltanat kurabileceklerini bilenler.

Hosseini, Bin Muhteşem Güneş adlı romanında da kendi ülkesini ve o ülkenin insanlarını, onların maruz bırakıldıkları koşulları anlatırken, Bir Afgan'ın yenemeyeceği tek düşman kendisidir, der. Bu, bütün milletler için geçerli. Belirleyici bir dış nedenden çok ve önce oluşları sürdüren iç nedenlerin yarattığı evrimsel hareketler ya da dünyanın çevresindeki her şeyden etkilemesinin ilk nedenleri arasında onun kendi hareketleri ve geçirdiği değişimlerin çevresinden çok kendisine verdiği zararlar örneği gibi. Yani hepimiz biliriz, tahtakuruları içeriden başlar tüketmeye ahşabı… Bir millet de ancak önce içeriden tükenmeye başladığında dışarıdan aldığı darbeler karşısında zayıfladığını bir an gelir, kemiklerinin eridiğini ve artık ayakta duramadığını anladığında elbette kabullenir. Fakat artık çok geçtir.

Sömürünün, yağmanın, savaşın durağı olmuş bütün diyarlarda insanların yaşadığı da budur. Hırsızlığa maruz kalmak yahut hırsızlara memur olmak… Yeryüzünde birçok coğrafyayı talan etmenin mazeretleri değişir sadece. Bu mazeretlerin kimlere hizmet ettiği gerçeği değişmez. Savaşların biçimi ve şiddeti gibi… Filistin yeryüzünde kana bulanmış tek ülke değil. Kutsallarda 'vaat edilmiş topraklar' olarak nitelenmesi de aynı biçimlerde şekillendirilmeye çalışılan ülkelerden farklı yapmaz onu. Parçalanan çocuk cesetlerinin kan gibi akıp gidişinin Afganistan'da iki somun ekmek için babaların kendi babaları yaşındaki adamlara artık kız ya da erkek fark etmeksizin ergenliğe bile girmemiş çocuklarını satıyor olması, Doğu Türkistan'da mengenelere bağlanmış kadınların, çocukların uzunları kopuncaya kadar gerdirilmesi ya da savaşın daha sakin bir iç savaş şeklinde cereyan ettiği bizim gibi ülkelerde dünyanın her yerindeki insanların yoksullaşmasına da neden olan ekonomik sistemi dalgalandıran kara para aklamanın, tecavüzlerin, her biçimde toplumsal çürümenin kaynaklık ettiği cinayetler hiç de birbirlerinden farklı olmadıkları gibi savaşanların değil, savaşı çıkaranların amacı olan hırsızlığın başka başka biçimleridir sadece...

Tarih boyunca sömürü düzeninin kaynağı olsun diye yıkılmış, sarsılmış, savaş arenalarına dönüşmüş bütün milletleri, ülkeleri yıkıma götüren de bu olmuştur. "Baltanın sapı ağaçtan" cümlesi de bu yüzden hem çok acı hem çok doğru bir cümle olarak vücut bulmuştur. Muhakeme kabiliyetini yitirmiş milletler kendilerini yönetenlerden şüphe duymayı bıraktıklarında bu, onlara güvendikleri anlamına gelmez, bu onları sorgulamayı bıraktıkları anlamına gelir. Sorgulamayı bırakan bir millet köle bir millettir, hesap soracak merci konumundayken artık sadece ve hep hesap ödeyen konumuna hapsolur, soyulur, ırzını teslim eder, namusunu kaybeder, çocuklarını kurban verir ve sonraki bütün kuşakların sorumlu tutacağı kimseler de böylesi bir düzeni onaylayan bir önceki kuşak, savaşı çıkaranlar değil, tam olarak ne için öldüğünü ya da neden öldürdüğünü bilmeyenler olur. Ancak kendi kendinin düşmanı bir milletin davranış biçimi de bu olabilir zaten. Bu düşman, insanların kendi kendilerine ve kendilerinden yarattıkları bir düşman… Çok eskiden yine sadece kendi saltanatları için kılıcını kınından çıkarıp insanları birbirlerini öldürmek için savaşmakla mükellef kılan kralların ya da bu günlerde milyonlarca takipçisi olan kimselerin gösterdiği her yöne koşturan yığınların yarattığı düşmanlar gibi… Onlar ne dese, ne yapsa, ne söylese bir kitleye hareket gücü verebildiği için iktidarlarca da desteklenirken, onların yarattıkları illüzyonlarla onlara benzemek isteyenlerin yarattığı bir düşman da aynı zamanda, kendilerine karşı kendilerinden yarattıkları o başsız beyinsiz ve etten kemikten kitle. Sonra onların sonunu getirecek olan da bu kitle olur. Bir kısır döngü gibi evet, ama bu döngüyü çevirebilenler tok yatarlar geceleri ve evleri yıkılsa, ülkeleri dağılsa, gidecek bir başka yer bulurlar daima. Yeryüzünde savaşın ya da koşulların öldürdüğü insanlar geceleri aç yatanlar ve gidecek başka bir yerleri olmayanlardır.

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim