16 Temmuz 2023

Nokta geldi, yerine yerleşti: Kusursuz itaat talebine ret!

"Ben Pembe Marmara, annesinin üçüncü çocuğu, babasının yedinci çocuğu ve üçüncü kızı olarak dünyaya geldiğim zaman, herkes suspus olmuş. Benden önceki kardeşim yedi aylık ölünce, beni yerine koymak için erkek beklemişler. Kız oluşuma o kadar suspus olmuşlar ki, kaydımı bile yaptırmamışlar"

Topluma güzel bir insan vermek istiyoruz, toplumsa örseliyor, vuruyor, öldürüyor ve biz oğullarımızı, kızlarımızı nerede, niçin yitirdiğimizi bile bilemiyoruz.

Adalet Ağaoğlu                     

Bir kadın şair, şiiriyle pek anılmamış ve hatta çoğu zaman Ulus Baker'in sadece annesi olmak dışında sanki hiç yazanlar arasında yeri olmamış, doğmamış gibi yaşamış Pembe Marmara, "kadın doğmuş" olmaya vurgular yapan hayatıyla ilgili bir bölümü şöyle dile getirir:

Ben Pembe Marmara, annesinin üçüncü çocuğu, babasının yedinci çocuğu ve üçüncü kızı olarak dünyaya geldiğim zaman, herkes suspus olmuş. Benden önceki kardeşim yedi aylık ölünce, beni yerine koymak için erkek beklemişler. Kız oluşuma o kadar suspus olmuşlar ki, kaydımı bile yaptırmamışlar. Okul çağım geldiği zaman hatırlıyorum, falan komşunun oğlundan şu kadar küçüktü veya filan komşunun kızından şu kadar büyüktü diyerek uydurma bir tarih olan 25 Aralık 1925 günü verilerek doğum kaydım alınmıştır.* 

Kadınlar her zaman erkeklerden daha aşağıda konumlandırılmıştır. Bunu kimse inkâr edemez. Sadece bu yüzden bile cinsiyet eşitliğinin gerekliliğine o kadar inanırım ki, yazanlar arasında "kadın" ya da "erkek şair, yazar" ifadesini, orada cinsiyeti baskın hale getirmeye, eşitliği, denkliği ortadan kaldırmaya çalışan toplumsal bir sorun yoksa kullanmam. Bu LGBTİ+ bireyler için de geçerli. Her fırsatta trans bireylere saldıranlar başta Zeki Müren, Bülent Ersoy ve denklerine ilişebilirler mi mesela? Hiçbir ideolojiye dâhil olmadığım gibi kendimi bu yüzden 'kadın' ya da 'erkek' ya da bir başka şey olarak da nitelemedim hiç. Bunların bir ihtiyaç olduğunu duyumsayanlar var elbette ama benim böyle ihtiyaçlarım olmadı. Kadın olmanın ne zayıf yanlarına maruz kaldım ne de güçlü yanlarını gündelik hayatımda kullanmam gerekti. Sıradan hayatlarımızda olanların yanı sıra edebiyat ortamında kadın olmanın kolay hedef olmak olduğunu gördüm ama hep. Kadın yazarların daha geriye çekildiği, aşağılandığı, yok sayıldığı, her türlü saldırıya uğradığı bir gerçek… Şahsen beni etkileyecek güce hiç ulaşamamış olsa bile bunu kendi deneyimlerimden, tecrübe ile de sabit olsun diye, bir örnekle de açıklayabilirim.

Bir kısım şair, yazar (bu benimle değil, bir şekilde konumlandırıldığım yerlerle ilgili daha çok) yazdığım mecralarda, bağlı olduğum yayınevinde konum elde etmek yahut yazılarımdan birine bir biçimde konu olabilmek için hınzırca iltifatlar yağdırır, şiirlerini, metinlerini yollar, doğrudan edebiyatla ilgili destek talep etmeyi gururlarına yediremedikleri için duygusal birtakım gayri ahlaki yollara başvururlar… Gönül ilişkileri kurmaya çalışmak gibi. Varmak istedikleri yerlere buradan tünellerle ulaşmaya çalışırlar. Oysa bir mecrada yer alabilmek ya da bir yayınevinin kapısından içeriye girebilmek için sadece iyi metinler, şiirler yazmak yeterli. Çünkü birbirlerine bu türlü vaatlerde bulunmuyorlarsa bunun iyi yazmak dışında bir yolu da yok. Bu yolları deneyen kadınların olmadığını da söyleyemem ayrıca. Şahsen benim bu türlü tayinlerde bulunma gücüm yok, olsaydı da kullanmazdım. Yazık ki o duygusal tepkimelerin etkileyeceği, kapsayabileceği özelliklerde bir kadın olmadığımı dile getirdiğim zaman bana doğrudan saldıramadıkları ve metinlerim üzerinden aklı başında bir eleştiri de getiremediklerinden –çünkü bu konuda zaten zayıf oldukları için bu yolları denerler- sosyal medya gibi yerlerden şizofrenik bir maceraya girişirler. Erkek ya(!) cinsel içerikli küfürlerle başlar, yapabilecekleri her türlü kepazeliği, "ya sonra ne olacak?" demeden denerler. Yazılarınızı cımbızlar, tutunacak birkaç kavram bulduklarını sandıklarında da yaygaracılık, velvelecik eder, perdenin arkasında aslında ne olup bittiğini bilmeyen bir kalabalık toplar, sizi de bu kalabalık içinde 'kim vurdu'ya iterler. Bunu yaşadığını yazan, anlatan birçok kadın şair, yazarla da karşılaşmışsınızdır mutlaka. Bütün bunları birçok kadın yazar, şair üzerinden defalarca deneyimlemiş ve karşılığında çoğu kez hiçbir müeyyide ile karşılaşmamış olmanın verdiği cesaretle de yaparlar. Kimi zaman itaat talepleri doğrudan reddedilmediği için karşılarına çıkan ya da gözlerine kestirdikleri bütün kadınlardan da bu itaati kusursuzca beklerler. Daha en başında yapılması gereken bu kusursuz itaat taleplerinin reddedilmesi bu yüzden…

Kadınları olduğu yerden alıp istedikleri yerde konumlandırabileceklerini düşünerek yaparlar bunu. Teoride çok farklı ama pratikte tıpkısının aynısı Sivas, Çorum, Maraş, 6-7 Eylül gibi olaylarda olduğu gibi velvelecilikle yaparlar bunu. Karşılarında beliren, işini iyi yapan, bilgeleşmiş, her türlü baskıya ve yıldırıcı politikaya rağmen omurga sahibi kadınlara tahammülleri yoktur çünkü. İnsanların artık rüştünü ispatlamış, yetişkin bir yazarı ya da sıradan hayatın dişleri arasında hayatının kendi gerçeklikleriyle mücadele eden birini ideolojik, cinsiyetçi ya da benzeri biçimlerde konumlandırmaları, konumlandırılan kişileri ne etkiler ne de onları istenilen tepkimeye sokabilir. Bu konuda ekonomik, kitlesel, kültürel, ahlaki, psikolojik ve sosyal şiddet içeren baskıcı politikalar uygulanmıyorsa tabii… Metni ve insani duruşu önemserim her şeyden önce. Olur da bu yönde baskılara maruz kalmış birini buralardan savunmak gerekirse de tereddütsüz yaparım bunu. Adaletli ve adil olmak dışında bir kaygım olmadığı için. Bu aynı biçimde şiddette maruz kalmış erkekler için de geçerli. Çünkü feminizm herkes için. Fakat Pembe Marmara'nın varoluşunu ifade ettiği bu dramatik hayat hikâyesi bireysel olarak bizi etkilemeye gücü hiç yetmeyecek durumların, tanımlamaların, konumlandırmaların toplumda büyük bir kesimi rehin aldığını, çoğu zaman onların sadece 'arzunun bir nesnesi' olmak dışında varoluşlarına müsaade edilmediğinin de ayrıca göstergesi. Kızlarını erkek gibi yetiştirmek yerine kendilerini her durumda ve biçimde savunmalarını öğretmeyenlerin de bunda katkısı büyük. İlk konumlandırma, kategorize ediş evde başlıyor çünkü.

Birçok insanın kendi kendini konumlandırması, bunu dile getirme sebepleri, "ben bir şey oldum" demek anlamından çok kendini savunma mekanizması da olduğu için, kendi varoluşlarını başkalarının dayatmacı konumlandırmalarına karşı haklı bir eylem olarak da görüyorum bu yüzden. Kimse kimseyi durmak istemediği bir yerde, olmak istemediği biri olarak zorla tutamaz ya da olmak istediği yerde nasıl biri ya da kim olmasına karar veremez, müdahale de edemez. Sosyal hayatta bir kadının başkaları tarafından konumlandırılması hiçbir güce sahip değilken bu konumlandırmanın yetiştiği evde, aile içinde yapılması buna maruz kalan insanların geri kalan hayatlarını da ciddi biçimde etkiler oysa. Pembe Marmara'nın doğduğu anda başlayan bu konumlandırma hayatının gidişatına iyi bir şekil vermediği gibi onda yarattığı hüsranlı psikolojiyi, kendisini hep bir bilge olarak tanımladığım, biricik Ulus Baker'in hayatında da etkili hale getirmiştir. Ezilmiş, yok sayılmış birinin evlilik hayatı da toplumsal bir baskının, ailedeki erk egemenliğin bir sonucu olarak başlamış ve bitmiştir. Bu da böylesi bir ortama maruz kalan çocukların hayatlarında geleceğin belirsizlikten çok mutsuzlukla şekilleneceği düşüncesini yarattığı için ne aile kurmalarına da çevrelerindeki insanlara güven duymalarına da engel olmuştur daima. Yani şöyle de denebilir, erk egemen iktidarın sadece bir kız çocuğu üstünde kurduğu ezici hâkimiyet yine bir erkeğe bedel ödetmiştir. Edebiyatta, felsefede, sosyolojide her ne kadar ilerici sözler etmiş, geleceği öngörecek kadar başarılı biri olmuş olsa da bir kadının hayatı bir oğulun hayatını da annesinin travmatik ket vuruşlarla şekil alan geçmişinin altında kalmış bir şeye çevirmiştir. Bir karşı tezle bunun başka bir örneğini vermek gerekirse, yine yakın geçmişte adı tacizlerle gündeme gelen ve kitapları şu günlerde tekrar basılıp raflara yerleşen Hasan Ali Toptaş'ın cezalandırılma biçimi de kendisinden çok küçük kızı ve eşinin ödediği bir diyetle sonuçlanmıştır aslında. Böylesi bir suça iştirak eden birinin yakınlarının toplumdan merhamet görmeyeceğini, aksine hayatları boyunca hep buradan benzer saldırılara uğrayacağını bilmiyor olamayız zaten değil mi? Toplumumuzda her şeyin üç gün sonra unutuluyor olması, bazıları için o üç günün aslında ne kadar uzun sürdüğü gerçeğinin göz ardı edilmesinin de bir sonucu. Her şeyin aslına rücu etmesi tam olarak bu sanırım. Bir bumerang fırlatıldığı noktaya hep geri dönmez mi zaten?

Sadece bu yüzden bile kadınların ifşalarında "kurunun arasında yaş da yanar" politikalarını hiç benimseyemedim. Cinsiyet eşitliğini savunan biri buna nasıl razı gelebilir ki zaten? Bu, geçmişte vatandaşlık dersiymiş gibi meydanlarda halka açık idamların,** insanlara ibret-i âlem için seyrettirilmesinden ziyade yaygaracılığın, velveleciğin bir sonucu olarak yine Sivas, Çorum, Maraş örneklerindeki gibi 'kim vurdu'ya götürmek insanları. Velveleciliğin, yaygaracılığın ortaya çıkardığı tek sorun bu da değil. Maruz kalanların da günah keçisi durumuna düşürülmesini sağlamakta… Bu yüzden hukuki yolları kullanmanın en iyi yolları bulunmalı. Yasaların yetersizliği cezaların uygulanmasında elbette kusurlu ama bu suçlunun işlediği suçun ortaya çıkarılmasında en güvenli yollardan biri. Biz toplum olarak birilerinin cezalandırmasını talep ederken onun nasıl cezalandırılması gerektiği konusunda kafası karışık bir toplumuz. Bu hem kısasa kısas istemek hem de şeriata karşı olmak gibi bir şey de aynı zamanda. Sadece kafası değil, kalbi, duyguları, zihni, zihniyeti de karışık bir toplum… Yani bu konuda tam olarak ne talep ediyoruz ve bunun cinsiyet eşitliği ile olan bağlantısını neye göre nasıl belirliyoruz? İşlenmiş bir suçun ifşası elbette toplumu bundan haberdar etmek için haber niteliği de taşıdığı için ve insanların bunlardan haberdar edilmesi gerektiği için de reddettiğim bir şey değil asla. Fakat her şeyin mantık ve adalet çerçevesinde bir yönünün, yönteminin olması gerek. Her konuda olduğu gibi buna da engel velveleciler, yaygaracılar.

Sadece bir ayda öldürülen onlarca kadının ölümünü engelleyebilecek kadar güçlü olan dinamiklerin kendini koruyabileceği halde -bu sadece sözünü ettiğim kesim için geçerli- karşılıklı –'rıza' demiyorum!- zaaflarına kurban olanların kendileri için kullanması gayri ahlaki. Bu da bir şeydir belki ama saçma sapan gelir bana bu tür olaylar anında ya da hemen sonrasında sadece bir grup kadının sosyal medya gibi mecralar üzerinden (çoğu zaman bu alanda örgütlü derneklerden bağımsız ve çoğunun sadece birbirine yakın insanlardan oluşuyor olması da düşündürücü tabii) girişilen romantik, pasif eylemler. Beni yine darağacına çekmek isteyecekler ama burada sözünü ettiğim kadınlar da çok masum değiller yani. Buna istinaden Tomris Uyar'ın eserlerinde de denk geldiğimiz kadınların da birbirlerine rekabetten, çekememezlikten gösterdikleri psikolojik şiddetin sadece kitaplarda olmadığını da söylemek zorundayım. "Bütün işçiler birleşin!" dediğimizde, bu birleşmeye engel olan şey bütün kadınların birleşmesine de engel olan şey bence. Toplumsal cinsiyet eşitliğinden söz ederken sadece kadınların ya da erkeklerin tarafını tutarak bir şeyler söylemem asla söz konusu olamaz bu nedenle. Bu zaten öyle bir mesele ki, birçok keskin çıkış bu konuda ne söylerseniz söyleyin bir zorba gibi yolunuzu kesecektir. Neresinden tutsanız elinizde kalır, bazen en çok çözüm isteyenler sorunlar çözülsün istemezler çünkü. Her yerde her alanda bu böyledir. Sorunlar çözülürse, ortada bir sorun kalmayacağı için elbette, çünkü o sorun üzerine kurulmuş her şey yıkılacaktır. Yaygaracıların, velvelecilerin tezgâhları... Ancak o tezgâhlar yıkıldığında gerçekten cinsiyet eşitliği sağlanabilecek, sadece suçu işleyenler cezalandırılacak ve mağdurlar daha korunaklı ve sağlıklı koşullara kavuşabilecektir. Bütün o kusursuz itaat talepleri kesin bir dille reddedildiğinde, nokta gelecek yerine yerleşecek, her şey asıl anlamıyla var olabilecek. Oldurulmaya çalışılan haliyle değil. Olması gerektiği gibi. 


* A Woman Full of Life: Pembe Marmara, Neriman Cahit, Kıbrıs Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları

** 1960 Halka açık son idam, Börekçi Ali'nin idamı.

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim