22 Ekim 2023

'Kader' diye yazılır, 'keder' diye okunur: Türkiye'nin Orta Doğu'su

Mevsim Yas sadece Doğu'da bir kentte hapsolmaktan sözler eden satırlardan ibaret değil. Böyle bir romanın yaratmaya çalıştığı şey okuru etkileyecek edebi üslubun ustalık gösterisi de değil. Öyleyse bile anlatışa sindirilmiş iyi bir şiirin sesini taşıyan bir şairin parçalandıkça tesir eden insani haykırışlarını da içermekte. Toplumun canı acımadıkça anlamadığı etnisiteye dayalı inanç unsurlarına kurban edilmiş bir gençlik çıktısı da aynı zamanda

Devlet bireye düşmanca bir hayat biçimi tasarlayıp dayattığında onu kimse yargılayamıyor, ama birey devlet politikalarını bir satır eleştirdiğinde vatan haini bir düşman ilan ediliyor. 'Devletle mücadele etmek' dendiğinde biz aslında hükümetlerden, o hükümetlerin çıkarları çerçevesinde toplumu içerden parçalayarak değiştiren bir grup yöneticiden ve onların hizmet ettikleri tepeden, besledikleri kan emicilerden söz ederiz, fakat bütün yüzleşmeler Hegel'in tarif ettiği 'Tarih Mahkemesi'ne kalır. Ve gün gelip o mahkeme kurulduğunda yüzler değişmiş, davalar zaman aşımına uğramış ve failler içimize çoktan yerleşmiş olurlar. Yine de bir cümle kurarken yahut yazıya ram olup kalem tutarken, insana bildiği şeyleri hatırlatacak anlatışların verdiği ürperişlerin yaratacağı sarsıntılardan korkmam, bilirim ki burada kalıcı değiliz. "Ölüm Allah'ın emri, şu ayrılık olmasaydı" der, kendi bıçağımı kendim bilerim. Jean Renard'ın da dediği gibi, Hoşgörüsüzlüğümü hoşgörün; şerefli, haysiyetli bir ölüm dilerim. Çünkü ölümü tasarlayanlarla onu bekleyenler arasındaki uçurumu yaratanların korkutmaya güç yettiremediği metinler insan da dâhil her şeyin bir sonu varken, kendi çarklarını çevirmekten evrenin sonuna dair hiçbir şey söylemezler, söyleyemezler. Yani anlattıklarımız yarıda kaldığında bir gün yine birileri çıkıp kaldığımız yerden anlatmaya devam edecekler. Tarihin vahşetli telkinlerine karşı mücadele ettiğini söyleyenlerin o vahşetleri yaratanlar olduğunu gösteren Mevsim Yas ve Bekleyişin Şarkısı'nda olduğu gibi.

İnsanın kaderi atalarının önce evlerde yaratmaya çalıştıkları otoritenin eliyle, diliyle uydurup kurguladığı keskin kaygılardan yapılırken, evrenin varoluşu bunlardan bağımsızdır. Toplumları itkileyecek derecede korkunç yaratılmış halüsinasyonlar, teknolojiler evrensel bazda gelişen tarihi hafızayı bozamaz, bulandıramazlar. İnsanı kendi yazgısından ibaret bir dünyaya hapsettiklerinde, "dünya bu kadar," deyip hayatlarını tutundukları bir ip gibi bırakacaklarını zannederler oysa. Onun dışında bir hayat, bir başka dünya yokmuş gibi. Oysa bence Albert Camus, Yazgı insanın içinde değil, onun çevresindedir, derken bir evde olup bitenlerin aslında bütün toplumda olup biten şeyler olduğunu söyler bir bakıma. Yapay simülasyonların bir provası. Yani tarih başka biçimlerde de kendini gösterdiğinde ondan kaçmaya çalışanlar ondan kaçacak bir yer bulamazlar. Bu, edebiyatın 'sadece edebiyat' olmayışından kaynaklanır. Dini metinlerden, edebi metinlere ufuktaki dünya hakikaten de bunlarla şekillendi, şekillenecek hep. Evlerin karanlığına biat etmeyip evrenin yasalarıyla hareket edenler bunun ne anlama geldiğini bilirler. Bu yüzden ne yazdığını bilenleri yargılayan yasa yapıcılar 'yaşansın, anlatılmasın' diye 'kanun hükmünde' kararnamelere hiç düşünmeden imzalar atabilir, üstünlerin hukuku öyle istiyor diye yeryüzünde küçük Orta Doğu'lar inşa ederler. Başka diyarlardaki insanların öldürülme, yok edilme biçimlerine, zulümlere, kıyımlara ses yükseltirken kendi Orta Doğu'larını karanlığa boğmaya devam ederler. Jean Baudrillard'ın 1981 yılında ilk kez yayınlanmış Simülakrlar ve Simülasyon kitabında gerçekler, simgeler ve toplumun bunlarla ilişkisini ifade ettiği kültür ve medyanın inşasıyla örneklendirdiği gibi. Gerçeği değil, gerçeğin yansımaları arasında kendi hakikatlerini gösterenlerin kurgularla yarattığı simülasyon da böyledir. Mehtap Ceyran'ın kitabın ortasında, Tarih yaşandıkça yazılmıyor, yazıldıktan sonra yaşanıyor. Hayatlarımız devletin tayin ettiği hikâyelerdi, dediği de budur işte. Bunun daha yumuşak söylenecek bir tarafı yok. Doğrular dosdoğrudur. Dünya ünlüsü bilimkurgu yazarı Philip K. Dick'in 1977'de bir seminerde (sanırım) evrenin çok gelişmiş bir bilgisayar simülasyonu içinde olduğunu öne sürdüğü teorisi doğru değil elbette ama hep bir oyunun içinde olduğumuz doğru kesinlikle.

Önce kurgulanan sonra uygulanan şeylerin 'Resmi Tarih'i nasıl oluşturduğunun özetidir de bu cümleler. O, bu coğrafyanın Orta Doğu'sunu anlatırken gerçeğin çarpıtılmış yansımalarıyla çarkların nasıl döndüğünü, bu anlatının yarattığı sarsıntının uyuyanları uykularından uyandırması için toplumun kendi yaralayıcı hakikatleriyle çarpışan yazarlarından. Avrupa ile şarkın ortasında dünyanın gözlerinin içinde kendi Orta Doğu'sunu yaratmış bir ülkenin en modern zamanlarda en ilkel biçimdeki şekillenişini sırtına vurdukça kabuğu kırılan insanların hayatından kesitlerle anlatırken, zihinlerimizde bir fısıltı gibi diplere inen Yakın Tarih'i kadrajları parçalayacak görüntülere çevirerek yazanlardan. Batı'sıyla Avrupalı, Doğu'suyla dağların, ıssızlığın karanlığına mahkûm edilmiş bir Kürt ilinin acımasızca tasarlanmış bir simülasyondan geçen insanlarının hayatlarını, tarihlerini, varoluşlarını tarihin ve dünyanın gözlerinin içine baka baka gömme girişimi sürerken içindeki yasadışı yapılaşmalara da nasıl göz yumulduğunu anlatıyor. Değişen her hükümette toplumun derinliklerindeki ayrıştırmanın o toplumu oluşturan her ulusun kendi içinde de sürmesini sağlayan kaosu besleyenlerin yarattığı düzeneklerin din, siyaset, politik unsurlar ve evlerin içindeki aşırı muhafazakâr inanç algoritmasını da bozacak güçlerin sürekliliğinin sağlanarak yapıldığını… Milliyetçiliğin yarattığı tehlikeli şeylerin milliyetçiliğin kendisinden başlayarak tahribatlar yarattığını da. 1990'lardan bu güne değişen görüntülerinin altında aynı amaca hizmet eden tarikatların, cemaatlerin, dergâhların, örgütlerin, kıyıcı oluşumların siyasal faaliyetlerinin sürüyor olmasının kaynağı da budur.

Bundandır ya, birçok tarih kitabı ona insan eli değdi diye bozulmuş kutsal kitaplar gibi kurgulanmış ve insan eliyle yeniden yaratılırken, bozgunculuk içerdiği için doğruluğunu yitirmiştir. Bu kıyım sofrasında kartlar bu yüzden her defasında yeniden dağıtılıyor ve aslında hiç de demokratik olmayan 'demokrasi' diye bir sistem çalışıyormuş gibi korunması gereken insanın kendisiyken, yasalar sadece yasaların yasallığını koruyorlar. Mehtap Ceyran'ın romanlarına konu olan toplumsal olaylar, tarihi de tarihin olma biçimini de içerdiği için yok olup gitmeyen bir hafıza yaratıyor. Bir yazarın hafızasının yaşadığı coğrafyanın silinmeye çalışılan hafızası olduğu bilincini de taşıyor. Unutulamayacak karakterlerle unutmaya karşı bir mücadele de veriyor bu yüzden. Bu mücadele Fransız ihtilalı, eşitlik, özgürlük gibi ilkelerden doğup her geçen gün daha da yumuşayıp amacını da anlamını da yitiren romantizm damarından çok daha derin bir belleğin köklerine sadık uğultusudur.

Doğrusu bu coğrafyada unutmak da yoktur, susturulmanın yarattığı bir susmak vardır. Bu coğrafyada hiçbir şey yatışmaz, uyuşturulur. Uyuşturmanın sağlayacağı bir uyum yaratma çabasının bozduğu dinlerin, insan kıyıcı siyasi stratejilerin yarattığı afyonlu bir dildir de o. Bazı şairler 'sadece şiir,' bazı yazarlar 'sadece roman' yazmazlar bu yüzden. Tarihin karanlık tarafında bir çoban ateşi yakarlar, dağlarda Nevruz, Dicle'de gürleyen Hallaç-ı Mansur'un bugün bile yankısı süren sesi gibi. Bu ateşler yandıkça değil belki ama küller dağılmaya başladığında bile fark edilecek olan bir ateş. Bir coğrafyanın kaderini okumak gerektiğinde paralı askerlerin ağzıyla göklerdeki burçları hiçe sayıp o coğrafyanın insanlarına ikballerini anlatan şarlatan kâhinlere kulak kesilmek yerine bu tür romanlar okumak en iyisidir. Nihayet geleceğe şekil veren hep geçmiş olduğundan geçmişe haiz olmak için bu en iyi yoldur. Yazan biri bir sanat eseri olarak ortaya koyduğu her şeyle bir edebiyatçıdan evvela tarihe tanıklık eden biridir. Küçültülmüş ve basite indirgenmiş bütün genellemeleri yıkarak ve bir tas suya bir damla kan damlatmak gerektiğinde bunun için avucundaki kalemi bir bıçak gibi sıkarak da yapıyorsa bunu, yaşadığı coğrafyanın kendisine neden dar geldiğini anlamak isteyenler için dönüp bakılacak temel kaynaklar arasında da yer alacaktır.

Her yeni dönemde kavramların anlamlarını ya da doğrudan kavramların kendilerini değiştirmekten söz edenlerin değiştiremeyecekleri tek şey geçmişin hafızalarımızda yer alma biçimleri olacak. Bir şeyin anlamını hafızalarda diri tutacak olan şey onu anlamlı kılan olma biçimidir çünkü. Biçimlenişin içerdiği şiddet onun kalıcılığını da belirleyecektir. En vahşi eylemlerle ortaya çıkan Hizbullah'ın aslında Hizbü'ş-şeytan anlamıyla varlığını uzun yıllar sürdürmüş olması gibi. Kavramları, kavramların anlamlarını değiştirmeye çalışırken dünyayı değiştirmeye çalışanların belki de ilk değiştirmesi gereken şey kölelik statüsünde sabit tutmaya çalıştıkları toplumun, yurttaşların, yakasını bırakmaktır. Ortadan kaldıramadıkları, çünkü varlıklarını onların varlığına dayandıran yönetimlerin bu coğrafyada yaptığı tek şey onların ve kendilerinin imajlarını değiştirmekten başka bir şey olmamıştır. Toplumun bütün kesimlerinin bu imajlara aldanarak onlara göstermeleri gereken tepkiyi birbirlerine göstermelerinin nedeni de budur. Zarfın içini görmez, dışına aldanır hep. Bir zamanlar Batı'nın Doğu'ya, Doğu'nun da Batı'ya uzaktan bakıp akıl almaz fikirler edinmesi, düşünler yaratması gibi. Kaçakçılığın, eğitimsizliğin, yoksulluğun, yoksunluğun insana keder veren bir kader olmadığını Batı yakamız ancak bu yüzyılda bu seviyeye indirgendiğinde, hapsedildiğinde anlamıştır nihayet. Dengeleri kimlerin nasıl kurduğunu da...

Mevsim Yas sadece Doğu'da bir kentte hapsolmaktan sözler eden satırlardan ibaret değil. Böyle bir romanın yaratmaya çalıştığı şey okuru etkileyecek edebi üslubun ustalık gösterisi de değil. Öyleyse bile anlatışa sindirilmiş iyi bir şiirin sesini taşıyan bir şairin parçalandıkça tesir eden insani haykırışlarını da içermekte. Toplumun canı acımadıkça anlamadığı etnisiteye dayalı inanç unsurlarına kurban edilmiş bir gençlik çıktısı da aynı zamanda. Bir tek kişide denenmiş bir deneyin tam da bugünlerde toplumun tamamına nasıl uygulandığını da içermekte. Bir kişinin sustuğuna toplumun tamamı da susarak tepki verdiğinde Mevsim Yas'daki çıkmaz sokağın baştan sona bir ülkeye nasıl dönüştüğünü görürüz. Türkiye'nin Orta Doğu'sunda veba gibi yayılan yapılaşmaların toplumdaki intihar dalgasını nasıl genişlettiğini, Kürt aile yapısındaki batıl seviyedeki aşırı muhafazakâr dini eğilimlerinden de istifade eden erk egemenliğinin gençler, kadınlar ve çocuklar üzerinden yürüyen bir mekanizmaya nasıl dönüştürüldüğünü de görürüz. Bu bakımdan sadece Türk aile yapısında, edebiyat ortamında değil bir ulus olarak Kürt aile yapısında ve edebiyat ortamında da kadının nasıl konumlandırıldığını belirleyen mekanizmaların nasıl çalıştığını da... Mevsim Yas'da bu coğrafyada neden refahın, barışın, huzurun değil de sadece acının, yoksulluğun, yoksunluğun, hukuksuzluğun, adaletsizliğin yönetilenlere eşit dağıtıldığını görürüz. Kitabın sonunda toplumsal eşitsizliklerin yarattığı travmaların insanı yazmaya ittiğini kanıtlayan karakterlerle, sadece hayatının nasıl aktığını anlatan bir günlüğün bile yeryüzünde birçok şeyi değiştirecek güçte olduğunu öğrenmek bile bir tokattır bu düzene. Dünya'nın bütün Orta Doğu'larını yaratan da bu coğrafyadır ve bunu hak eder.

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim