13 Ağustos 2023

Her şeyi çalıştıran şey, her şeyin anlamı: Dönüşemeyen Kafka

Ne yaparsan yap başkaları için bir anlığına var olacaksın. Sonra o sonsuz boşlukta hep havada bir şey gibi çırpınmaya devam edeceksin. Gerçek bu. Karşıdakini etkiledikçe yazanı tatminsiz yapan da budur. "Ölüyorum" dedikçe ölememek, öldürdükçe bundan sorumluluk duymamak. Hayatı boyunca geceleri karanlık bir sokakta oradan oraya koşturan sıçanlar gibi muamele gören yazanlardan biri oldu o da

Bazen Kafka'yı düşünüyorum da, şurada bir hayal gibi belirse, ben de kızardım ona, "Neden bu kadar ezdirdin kendini onlara!" diye. 'Onlar' arasında kendisi de vardı elbette. O kadar da çirkin bir adam değildi oysa. Ne olmuş yani, ruhu tam oturamamışsa vücuduna? Durmaz, kaçıp giderdi mutlaka. Zaten hep öyle yapmamış mıydı? O da haklıydı elbette ama yazdığı gibi yüzleşmesi de gerekirdi hayatıyla. Yunan filozof Zenon, varlığın bir birliği olduğunu söyler. Bu birliğin önce kişinin benliğinde başladığını düşünürsek, ruhuyla vücudunun birbirine kenetlenmiş olması gerekir, her şeyden önce zihnen. Bu gerçekleşmediğinde genellikle iki farklı seçenek arasında bir karara varılamaz ve öyleyse, bir devingenin varacağı yere varmak için ilkin yolun yarısını geçmesi gerekir, aksi halde varacağı yere varamayacaktır. Kafka'yı "yalnız" biri olarak tasvir etmek çevresinde bulunmaya çalışanlara haksızlık olur. Dışarıdan gelecek her türlü desteğe düşman bir yanı da vardır Kafka'nın. Metinlerinden, biyografisinden anladığımız da bu. Bizim edebiyat tarihimiz de benzer ruh haline bürünmüş şairlerle, yazarlarla doludur zaten. "Ancak zaten böyleleri yazabilir" diye düşünür hep. Çelişkilerden oluşmuş gerçek dışı bir gerçekliği sadece kendi içinde taşıdığına insanların çoğu böyle değil midir zaten? Bir yazarın ruh tahlilini birçok yazarın, şairin psikolojik durumunu "nevrotik" diye niteleyen Sigmund Freud'un bu tanımlamasına bakarak da yapamayız elbette. Onun da çok sağlıklı biri olmadığını bildiğimiz için. Çocukluğunu kötü bir dönemde baskıcı bir baba figürüyle geçirmiş, Nazilerin öldürdüğü üç kız kardeşin bir parçası olduğunu hiç unutmamış, Almanca yazıp konuştuğu için Çeklerin, Yahudi olduğu için de Almanların dışladığı birini sadece 'yazan birinin ruh hâli' ve duygu durumları içinde olduğunu ileri sürerek de analiz edemeyiz tabii ki. Doğduğu dünyanın, yaşadığı çağın kalbine yerleşemediğini hisseden insan sayısı dünya oldum olası hiç azalmış bir sayıda çıkmazdı zaten karşımıza, hesaplayabilseydik bunu.

Onunla aramızdaki engel birbirimizin hakikatlerine kör olmamız belki de. Tıpkı fotoğraflarda gülen ama Kafka onu, "Merhametsiz bir zorba" olarak tanımladı diye, evde fırtınalar estirdiğini düşündüğümüz babasıyla arasında olup bitenler yüzünden babasıyla arasındaki hakikatlere olan engeller gibi. Sadece "asker selamı" verdiğinde gözlerinin içi gülen bir babanın varlığı bugün hâlâ pek çok evde durmuş bekler o selamı çocuklarından. Biraz da bu yüzden, "körler ülkesinde ayna satmak"tan söz etmiyor muydu şair de? Bütün yazanlar arasında da var, bu kötülükle dolu körlük. Hep bir yarış. İpi göğüsleyen o iple salıncak mı kuracak kendini mi asacak, orası iradesinin ne yönde güçleneceğine kalmış. Kafka'da bu yok aslında tam anlamıyla. Ölmek mi istiyor yaşamak mı? Net değil. Bir insan olarak Kafka'nın da ne kendisi ne başkası ne de istediği gibi olamayışına benzeyen dört boyutlu bir dünyası var. Tıpkı Feynman'ın tarif ettiği küp açılımı gibi… Oysa söz konusu Kafka olduğunda, ne derinliği uzunluğuna ne de uzunluğu genişliğine bir türlü denk olmayan bir küpün açılımı çıkıyor karşımıza. Bir çeşit tamamlanamamış transformasyon; şekil, biçim, kabuk değiştirme gibi görünse de göze. Bu, dönüşemeyen Kafka'nın hikâyesi... Oysa matematik, fizik, biyoloji, kimya ve diğer alanlarda farklı bağlamlarda kullanılsa da hayat akışlarımızda da bir şeyin şeklinin, durumunun, niteliğinin değiştirilmesinin biçimi düşüncelerimizi, tepkilerimizi kişiliğimizi değiştirmede de aynı biçimdedir. Bu değişim kendimizi değiştirme fikrinin de gerçekleşme biçimidir. Bu, yazarken bir yazarın ruhen, zihnen geçirdiği kalıcı ya da geçici değişimler için de geçerli. Oysa bazılarımız yazmıyor, "kaybolup gitti" denilecek o noktayı arıyor. Boşluklar, cümleleri anlamlı kılacak yere gelsin yerleşsin diye. Anlamsızlığı anlamlı kılan şeyleri kelimelere çeviriyor. Yani aslında içinde bulunduğumuz fiziksel dünyayı algılamamızdan daha karmaşık olan içinde ve içimizde kurduğumuz diğer dünyaların da biçimine göre değişiyor ve şekiller alıyor. Kafka'nın yazı hayatı boyunca "uyuyup uyanıp kepaze bir hayat" görmesinin dışında yaptığı tek şey buydu aslında.

Bütün bunların farkında bir zihne sahip olduğumuzun farkındayken bile hissettiğimiz şey eksik olandır hep. Eksik bir şey her zaman var elbette, o kötü koşulları bile düzeltecek var olabilse. Öyle sanırız. Bu, çoğu zaman insanın duygusal varlığıyla ortaya koyduğu benliğiyle ilgilidir. Bu duyguyla yaşayanların farkına varınca etimden et koparabilsem, neredeyse üstüne basıp tamamlayacağım o eksiği. Çok sevmekten mi, acımaktan mı orasını bilmiyorum. Kendini tüketen sonunda başkasına yönelir. Kafka'nın yönelişleri edebiyatın dışına çıkamadığı için yaşadığı yıllarda yine dönüp dolaşıp kendi kendisini hedef almıştır. Her şeye 'yazarken' geçilmesin diye belirlediği sınır kendine çizdiği sınırlardan ibaretti. O sınırları geçtiğinde deliliğin içindeydi. Geri dönmek söz konusu değil ama onun içinden de çıkmak mümkündü! Fakat Kafka oradan çıkmak istiyor muydu? Bu, 'delilik' değdim şey çoğu zaman çevremizde bir örümcek gibi ağlar örüyor sandığımızda beliren içimizdeki gölgedir. C. Gustav Jung'un, kişiliğimizin içindeki, bizi gösterdiğini de söylediği, "gölge" kavramıdır bu. Kişiliklerimizin karanlık, hatırlanmayan, bilinçsiz ve bastırılmış ve çoğunlukla kabullenmediğimiz yanı. Onun farkına vardığımızda kaçmaya başlarız başkalarından, daha çok çocukluk çağlarımızdan itibaren geliştiği için belki de bastırdığımız, kimselere gösteremediğimiz şeyleri saklamaya devam edebilmek için. Bunun içinde kötülük ve kin de var. O kadar ki, her şeyden başkalarını sorumlu tutan yanımızın iskeletidir bu adeta. Kafka'yı da yalnızken başka, başkalarıyla beraberken bambaşka biri yapan da budur.

Öyle ki, kendi elleriyle ateşe verebileceği birçok metni kendisi ateşe verememiştir. Belki de bundan daha büyük çılgınlıklar içeren düşünceler de taşıdığı ama bunlara hiçbir zaman yeltenmediği için de. Bu konudaki ciddiyetini yazdığı iki ayrı mektupta da katı biçimde ısrarla altını çize çize dile getirmiş olmasında, evet hayatı boyunca sindirilmiş olmasının da nedenleri vardı tabii ama bunun yapılmasının istenmesinin altında, "sizin ellerinizle" iması da yatmaktaydı kanımca. Zira başkalarını da bir cezalandırma yöntemi olarak intihar edenlerin ve bunu düşünenlerin geride bıraktıkları pek çok mektupta, notta da benzer istekleri olmuştur vakaların. Oysa tıpkı bütün o vakalar gibi Kafka'nın da dilediği koşullarda gerçekleşen bir hayat mümkün olsaydı, yazmaya harcadığı enerjisinin kör topal da olsa yaşama dönük bir yanı olduğunu da göstermiştir. Fakat sembolik de olsa metinlerinin eleştirel yanı yazmanın da yazılmış olanın da başarısız girişimler olduğuna olan inancının arttığını göstermiştir yanı sıra.

Bazı kaynaklara göre kırk yaşında veremden öldü. Kimi kaynaklarda akciğer kanseri olduğunu da okumuştum. Sebebin ölümü etkileyemeyeceği şu noktada bu çok mühim değil doğrusu. Fakat hastalığında açlıktan, kötü beslenmekten çok babasının, uyum sağlamaya çalıştığı kadınların, diğer insanların ve elbette hayatı boyunca yüzleşmekten kaçtığı şeylerin ve sır gibi sıkıntılarını içinde tutmanın da katkısı elbette vardır. Böylece bir insanın veremden ölmesinin nedenleri arasında sadece kötü koşulların, yetersiz beslenmenin olmadığı da umarım anlaşılmıştır. Kafka, edebiyat yapmıyordu sadece. Babasına yazdığı ama asla yollamadığı mektuplarında da gördük bunları. O herkesle, her şeyle, kendiyle kavga ediyordu. Koparıp atabileceği bütün zincirleri ne elleri ne ayakları bağlı olduğu halde kucağında taşıyor gibi yaşamayı da seçmişti bir anlamda. Koparmak istediği bağları koparıp atmaya teşebbüs de etmediği için.

Bu yüzden kötü biten bir romanın içinde sıkışıp kalmış gibi yaşadı. Zaten pekiyi bir hikâye olarak da başlamamıştı hayatı. Ne aradığını bilmeden… Bu cümle, insanın kendine benzeyen biriyle karşılaşması gibi bir şey ama biz benzemiyoruz. Hiçbir gen birbirine benzemez zaten. Kuşku ile insanlar arasında mutsuzlukla da mutlu olmasını öğretecek sabırdan yapılmış bir ilim gerek belki de. Mutsuzluğun da kaideleri var çünkü uyulması gereken. Coşamıyor, taşamıyorsa kendi içinde de boğulmasın diye. Aforizmlar'ı şiir gibi değil, şiir olsaydı, kendini bir böcek gibi tasarladığını düşündüğümüz Gregor Samsa dev bir böcek yerine bir kelebeğe dönüşebilecekti belki de. Dönüşüm'de tamamlanacaktı, Kafka'nın kendini dönüştürmek istediği kişiliği de ama Kafka bunu istedi mi bakalım! O eksiği tamamlamak yerine korkunun dişleri arasında parçalanmayı tercih etti. Ona hep bir efendi gerekti. Ancak o zaman haklı bir biçimde var edebiliyordu ruhunu. Ezilmedikçe acı duymuyor, acı duymadıkça kalem tutamıyordu. Yaşadığı dönemin koşullarından dolayı da çok fazla okuru yoktu. Bunun bir sebebi belki pek çok kere yazılarının reddedilmesi oldu yayınevlerince. Neden ama? Hem sürdürmek hem de bitirmek istediği bir hayat üzerine büyüyen kararsızlıkları yazdıklarına da yansıyordu. Adalet, yargı, din gibi bürokrasi üzerine de huzursuz ve rahatsız edici bir eleştiri biçimi de vardı. Hayattayken değil belki ama öldükten sonra kaçarak yaşayan biri olduğunun da anlaşılması onu bugün dünya klasikleri arasına sokan nedenlerden biridir.

Biz diğer insanlar bir yazanı en çok öldüğü gün tanır ve severiz zaten. Huyumuzdur, canımız çıkar huyumuz çıkmaz çünkü. Yazanlar arasında da bu böyledir. Bir bakıma "şöhret hastalığı"nın başka bir varyantı diye de nitelenebilecek aşağılık bir durum. Aslında yazmak eyleminin altında gerçekte neyi amaçladığını gördüğümüzde kavradık sanırız onları. Hayatlarıyla ilgili tuttukları notlardan yüreklerimizi rahatlatacak kadar onlara acımamızı sağlayacak noktalarda ortaya çıktıklarında, "anladık" deriz bir nebze. Yarım bıraktıkları metinleri yok saysalar, yok edilsin isteseler da o metinlerin onlarda yarattığı hissedişlerle dolaşmaya başlarlar insanların arasında. Kafka'yı biraz da babasının yarattığı bir Kafka olarak da okuruz bugün. Ne Kafka'nın olmak istediği ne de babasının olsun istediği kişi olamamış bir Kafka'dır ama bugün de tanıdığımız Kafka. Babasına benzemekle babasına benzemekten kaçmaya çabalamanın yorgunu bir Kafka. Özgür bir Kafka,  Kafka'nın da hayaliydi sanırım. Oysa yetişkinliği boyunca o ilk parmaklıkları kendine olan acımasızlığı ve bunun nedenlerini yaratan yine kendi hurafeleriydi. Pek çok yazan böyle değil miyiz zaten? Başkalarının beklentilerini karşılamaktan yorulmuş gibi ama doğrusu bütün yorgunluklar kendi beklentilerimizin karşılanmamasından kaynaklanırlar.

Bir yazanın yazdıklarından daha fazlası onu yazıya götüren, yazarken uçup giden düşüncelerinden, o düşünleri yaratan hissedişlerdir. Zaten bir yazanı okurda kalıcı kılan da o düşünleri hissiyatla kavuşturuyor olması değil midir? Kafka'nın metinleri o hissedişleri yitirmemiş metinler olduğu için yarım bıraktığı ya da geride kalanların "yarım kalmış" diye nitelediği eserleri bile tastamam gibidir. Neyin nerede biteceğine bazen onu yazan değil, yazdığı saatler de karara bağlayabilir. Bir örtünün altında sevdiğine kavuşamadı diye ağlayan, bazen bunu kendinden bile saklamaya çalışanların kendilerinden önceki hayatın provasını yapar gibi yaşadı Kafka. Sanki zaten her şeyi biliyormuş gibi. Bu yüzden o hissedişler havada kalan şeyler olarak kalmadılar. Yok olup gitmediler. Onda yazdıklarından çok daha fazlası olduğunu bu gün yokluğu varlığından daha güçlü bir yazar olarak aramızda dolaşabiliyor olmasından anlıyoruz. Her şeyden ve herkesten kaçmak mümkün, insan kendinden kaçamadıktan sonra bunu bilmiş, bunu kavramış olan Kafka ona bir seçenek olarak sunulsaydı sonsuzluğu da reddedebilir miydi ama? Birçoklarımız gibi o da var olduğu dönemde var olmak istemiyordu sadece. Buna neden sadece çevresindekiler değil, çevresindekileri de şekillendirenlerin yönettiği o dönemdi. Hepimiz çoğu zaman böyle hissetmiyor muyuz? Ne yaparsan yap başkaları için bir anlığına var olacaksın. Sonra o sonsuz boşlukta hep havada bir şey gibi çırpınmaya devam edeceksin. Gerçek bu. Karşıdakini etkiledikçe yazanı tatminsiz yapan da budur. "Ölüyorum" dedikçe ölememek, öldürdükçe bundan sorumluluk duymamak. Hayatı boyunca geceleri karanlık bir sokakta oradan oraya koşturan sıçanlar gibi muamele gören yazanlardan biri oldu o da. Acı, ıstırap ve gözyaşı içinde. Hayatını bir süre işleyen bir saat gibi çalışır kılan da her şeye yüklediği anlamlar oldu. Çünkü her şeyi çalıştıranın her şeyin anlamı olduğunu biliyordu. Bir tercih değil, bir mecburiyet olduğunu düşündüğümüz melankoliyi reddetmek de onun elindeydi. Kafka, kişiliği itibariyle de her şeyi anlamlandırmanın bu yolunu seçmişti. Bunu kitapları gibi yarım kalan aşklarında da görürüz.

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim