ÇOK PİŞMİŞ (Burnt) X X X 1/2
Yönetmen: John Wells
Senaryo: Steven Knight
Görüntü: Adriano Goldman
Müzik: Rob Simonsen
Oyuncular: BradleyCooper, Siena Miller, Daniel Brühl, Riccardo Scamarcio, Omar Sy, Sam Keeley, Emma Thompson, Matthew Rhys, Uma Thurman/ ABD-Fransa ortak-yapımı
|
Yemek üzerine, daha doğrusu ağız tadı üzerine filmler...Çok değildir belki, ama yine de hatırladıklarımız vardır. Birzamanlar Bunuel’in Burjuvazinin Gizli Çekiciliği, Peter Greenaway’in Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı, Ang Lee’nin Eat Man, Drink Woman, Gabriel Axel’in Babette’in Şöleni, Scott Hicks’in AşkTarifi, Jon Favreau’nun Şef filmleri vardı. Ayrıca Louis de Funes’in oynadığı Eti Senin, Kemiği Benim...Gerard Depardieu’nün oynadığı Vatel...Julia Roberts’in oynadığı Ye, Dua Et, Sev...Meryl Streep’in oynadığı Julia ve Julia...Vs. vs.
John Wells’in Çok Pişmiş’i çok önemli bir film olmayabilir. Ve birçok sinema yazarı bu tipik “feel good” filme sırf bu nedenle burun kıvırabilir.
Ama işte, filmin amacı da zaten bu...İnsana 100 dakika boyunca yaşamın önemli alanı yeme-içme ve büyük keyfi ağız tadı üzerine birşeyler de öğretmek...Ve bunu bir belgesel yerine gayet inandırıcı ve sürükleyici bir öykünün kıvrımları arasına ustaca yerleştirerek yapmak...
Ana kişimiz Adam Jones, genç yaşında başını alıp gittiği Paris’te ünlü bir şefin yanına giren ve onun lokantasını kısa zamanda zirveye çıkaran yetenekli bir aşçıdır. Ünlü Michelin yemek kılavuzunda iki yıldız...Daha ne istenir?
Ama bu erken başarıyı hazmedememiş, içki merakına etek düşkünlüğünü ve giderek uyuşturucuyu da ekleyerek, zirveden uçuruma yuvarlanmıştır.Yıllar sonra yaşamayı seçtiği Londra’da herşeye yeniden başlamak zorunda kalır. Üstelik Paris macerasından sonra peşine düşmüş birçok düşmanı yeniden karşısında bularak: iğfal edip gittiği eski patronunun kızından büyük borç taktığı uyuşturucu çetesine kadar...
Filmin uyarlandığı hikayede bu alanı ve mesleği çok iyi bilen, olasılıkla da bu serüvenin en azından birkaç bölümünü bizzat yaşamış birinin eli olmalı. Paris’ten New Orleans’a ve oradan Londra’ya bu kentlerin yeme-içme olayı öylesine canlı verilmiş ki...
Asıl önemlisi, bizlere sunulan o mutfak denen alan öylesine zengin, ilginç, öğretici, şaşıtıcı ve heyecanlı ki...O sayısız aşçı ve emekçinin otoriter bir komutan (baş aşçı) emrinde, neredeyse askeri bir disiplinle çaba göstermesi... Her bir yemeğin büyük ve ortak bir gayretle, bir operasyon gibi hazırlanması...Hele dışarda ünlü bir gazetenin yemek yazarı, daha beteri bizzat Michelin’in seçicileri varsa, bunun neredeyse ölümcül bir çabaya dönüşmesi olayı...
Film elbette ister fast-food, isterse kebap olsun hep ayni şeyleri yemekten mutlu, sadece ‘yaşamak için yemeye’ alışmış bir kitleye çok şey vermeyebilir. Ben kendi adıma yemek olayına hayatında belli bir yer vermiş biri olarak çok sevdim. Hele o yaptığına adeta aşık, tutkulu aşçıyı.... Bir yemeği kendi deyişiyle ‘tabakta orgazm gibi’ sunan bir aşçıyı başka nerede bulacaksınız!...
Film uluslararası kadrosuyla da dikkat çekiyor. Bu nedenle İngilizce’nin dışında bol Fransızca, yer yer İtalyanca ve Almanca duyuluyor. Bradley Cooper farklı bir rolde de hep iyi oyuncu olduğunu gösteriyor, Sienna Miller hayli mesafe almış. Alman Daniel Brühl, Adam’a aşık eşcinsel patronda çok iyi (bir öpüşme sahnesi bile var!).
İtalyan (ve Ferzan Özpetek oyuncusu) Riccardo Scamarcio, Fransız zencisi Omar Sy, daha küçük ‘konuk’ rollerde ise Emma Thompson ve Uma Thurman, kadroya zenginlik katıyorlar.
Eğer gerçekten yemek olayına önem veriyorsanız...Doğadaki hemen her şeyin iyi pişirilmek kaydıyla yenilebileceğini düşünüyorsanız... Ve yemeği hazırlamada da, yemede de belli bir ritüel, bir küçük tören atmosferinden kaçmıyorsanız...
O zaman, bu ‘lezzetli’ filmden apayrı bir zevk alabilirsiniz.
Canavar yeniden küllerinden doğuyor
FRANKENSTEİN X X 1/2
Yönetim ve senaryo: Bernard Rose
Görüntü: Candace Higgins
Müzik: Halli Cautery
Oyuncular: Xavier Samuel, Carrie-Anne Moss, Danny Huston, Tony Todd, Mckenna Grace, James Law/ Amerikan filmi
|
Mary Shelley’in 19. yüzyıldan kalma ünlü gotik korku romanı, bu türe İngiliz katkılarının belki en önemlisidir: yanıbaşına Bram Stokar’ın Dracula’sının veya H. G.Wells’in Görünmeyen Adam’ının da konulabileceği...Ve 1931’de James Whale’in (benim 100 Yılın 100 Filmi’nden biri saydığım) uyarlaması hala bir klasik sayılır. Ardından gelen daha modern uyarlamalarla birlite...
Türün Candyman adlı bir modern klasiğini (1992) vermiş olan yazar-yönetmen Bernard Rose’un filmi, öncelikle kimi şeyleri değiştiriyor. Örneğin aslında Dr. Frankenstein bir ölü bedene (ki onu da mezardan çalmıştır) can verirken, yeni bir ruh da katmayı başarır. Ve böylece bir insan yaratır: sanki Tanrı’nın rolüne sıvanarak...Ama elbette insanoğlu Tanrı ile aşık atamaz. Ve bu yaratık bir canavara dönüşür. Ürkünçlüğü içinde tam bir zavallılık da taşıyarak....
Filmde bu yaratış süreci yok. Bu modern Frankenstein, zaten tümüyle yaratılmış olarak karşımıza geliyor: yarası-beresi olmayan, yakışıklı bir genç adam..Nerede o Boris Karloff’un ürkünç ve patetik yaratığı.. Ayrıca o sanki daha insancıl ve daha acı vericiydi derseniz...haklısınız.
Yine de filmin kimi erdemleri yok değil. Dönemin karanlık Londra’sı yerine günümüz Los Angeles’i ve onun örneğin evsizleri, insan kötülüğü üzerine ders alınacak örnekler veriyorlar. Doktorun karısı bayan Frankenstein ise yeni bir figür: Matrix’ten gelen ve özlenmiş bir Carrie-Anne Moss’un hayli canlılık kazandırdığı...
Ama deneylerini bir zavallı beden üzerinde acımasızca uygulayan doktorlar, sanki en ürküncü. Sınıfsal çelişkilerden ve acınası yoksullardan gayri, bilimin böylesine merhametsiz olabilmesi de göz yaşartıcı bir görünüm alıyor.
Ayrıca bol kan ve hayli şiddet de var. Filmin seyrini ‘hassas ruhlar’ için oldukça zorlaştıran....Böylece film kimi açılardan ilginç, ama yeterince vurucu değil. Ve bu harikulade romana pek yeni bir yorum getirmiyor. Daha çok türün gerçek meraklıları için...