09 Kasım 2014

Western’le ‘kara film’ arasında...

Fonunda bir tür 19. yüzyıl Amerikası vahşeti olan film, bunu belki de ‘büyük bunalım’ yıllarının o vahşeti geri getirmesinden alıyor

SERENA    X  X  X 

Yönetmen: Susanne Bier/ Senaryo: Christopher Kyle/ Görüntü: Morten Soborg/ Müzik: Johan Soderqvist/ Oyuncular: Bradley Cooper, Jennifer Lawrence, Toby Jones, Sean Harris, Rhys İfans, Ana Ularu, Sam Reid/ Amerikan filmi

Daha İyi Bir Dünyada ve Sadece Aşk filmleriyle tanıdığımız Danimarkalı kadın yönetmen Susanne Bier’in Çekoslavakya’da çekilmiş bu Amerikan yapımı filminde, yine yer yer ustalık damgası var. Kimi aksayan yanlarına rağmen ön plana çıkan...

1929 yılının Carolina eyaletinde geçen film, aslında tam bir western havası taşıyor. Kereste ticaretiyle hayatını kazanan ve bu nedenle, bizdekine çok benzer biçimde, dev ağaçların kesilmesi yerine orasının devlet tarafından ulusal park ilan edilmesi için çalışan şerifle kavga halinde olan George Pemberton, ayni zamanda bir kadın avcısıdır. At üzerinde görüp aşık olduğu sarışın dilber Serena’yla evlenir. Hamile bıraktığı esmer bir kız sürekli civarda dolaşıp dururken...

Zaman geçer, ağaçlar devrilmeye, keresteler yığılmaya devam eder. Hamile kız çok şeker bir oğlan çocuk doğurmuştur. Kereste işini babasından öğrenmiş olan Serena ise çevrede çalışan herkesi cesareti, bilgisi ve otoritesiyle kendine hayran ederken, kimi sert erkekleri de aşık eder. Ama o kocasına aşıktır: deli gibi. Adam da bu aşka karşılık vermektedir. Ancak kader ağlarını örecektir...

Çağdaş bir western havasında başlayan film, kıvrak dönüşlerle melodrama ve oradan da kara filme kayıyor. Erkeğin başlıca tutkusunun ‘bir panter öldürmek’, kadınınsa erkeğine bir çocuk vermek olduğu bu tuhaf biçimde çekici hikaye, ikinci yarıda vahşi bir cinayetin önlenmeye çalışılması yönelişiyle, bir polisiyeye dönüşüyor.

Fonunda bir tür 19. yüzyıl Amerikası vahşeti olan film, bunu belki de ‘büyük bunalım’ yıllarının o vahşeti geri getirmesinden alıyor. Son yıllarda gayet uyumlu bir çift oluşturan Bradley Cooper ve Jennifer Lawrence, bu kez ton değiştiriyorlar. Ve oldukça klasik bu hikayeye yine canlılık katıyorlar.

Gerçi Lawrence’i beklenmedik bukleli sarışınlığı ve giderek deliliğe kayan ruh serüveni içinde yadırgayanlar olacaktır. Ama onun sanki Rüzgar Gibi Geçti’nin Scarlett’inden İhtiras Tramvayı’nın Blanche Dubois’sına kaymasını hatırlatan bu rol  (iki Vivien Leigh kompozisyonu!), sanatçının yeteneğine yeni bir kanıt diye de alınabilir.

Küçük rollerden ‘aşık katil’ Galloway’da Rhys İfans, palyaço kılıklı, ama cesur yürekli şerifte Toby Jones, sakallı ihanet kumkuması Campbell’de Sean Harris ve ‘oğlan anası’nda Ana Ularu gayet iyiler. Dikkat: tüm erkekler İngiliz, kadınsa Romanya kökenli...Sonuç olarak oldukça klasik, ama güzel bir film.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Sinemanın unutulmuş bir yan dalına görkemli dalış

Dublör, belki biraz fazla uzun; ama görmeye değer bir yapım

Hıristiyanlık temeli üzerine bir gerilim

Immaculate'nin ilginç oyuncuları ve kimi kolay unutulmayacak birkaç sahnesi de var

Afyon'da müzik, dostluk ve siyaset günleri

Hepsi artık benim kolay unutulmaz anılarım arasında girdiler ve öyle kalacaklar