Özellikle Cannes nedeniyle sinema aktüalitesinin ağır bastığı son günlerde, hiç politika üzerine yazamadım. Kimsenin bunu dert ettiğini, hatta fark ettiğini de sanmıyorum!...Basında öylesine keskin kalemlerden öylesine güzel yazılar çıkıyor ki...Helal olsun. Geçirdiği tüm zafiyete karşın Türk basınının bu dönemdeki genel tavrı, gelecek için en büyük umuttur diyebilirim.
Ama seçimin yaklaştığı şugünlerde, ben de bir-iki yazıyla düşüncelerimi, daha da çok duygularımı belirtmek istiyorum. Çünkü şu günler, düşünceden çok duyguları çağırıyor, onlara davetiye çıkarıyor.
Nasıl böyle olmasın ki...76 yaşıma girdim, böylesine gergin bir siyasal ortam yaşadığımı, böylesine bir öfkenin pençesine düştüğümü hatırlamıyorum. Genelde apolitik geçen ilk gençlik yıllarımda, özellikle Metin Toker Akis dergisiyle biz gençleri politize ederken, hedef aldığı Demokrat Parti iktidarının askeri darbeyle alaşağı edilmesi gerçi mutlu son sayılmıştı, öyle sanmıştık. Ama askeri yönetimin en ceberrut yüzüyle ve o meşum idamlarla karşılaştığımızda da ne kadar üzülmüştük...Hele seçimle gelmiş kişilerin düpedüz idam edilmesi ne büyük zulümdü!...
Kendi kişisel serüvenimin büyük mücadelesi içinde geçen 60’lardan sonra, Cumhuriyet’te yazmamla birlikte asıl siyasete bulaştım. Ve artık ömür boyu sürecek seçimlerimi yaptım. Emeğe ve emekçiye sevgimle, artık kesinkes solda yer alacaktım. Her türlü ırk, inanç ve azınlığa, ayrıca din kurumuna olan saygımla, bu alanda da tam özgürlükçü olacaktım. Milliyetçiliğim kaçınılmaz biçimde olacak, ama asla aşırılığa düşmeyecektim. Ve her koşulda demokrasinin, katıksız ve koşulsuz demokrasinin yandaşı, savunucusu olarak kalacaktım.
Tüm bu inançlarım, yıllar boyu zorlu sınavlardan geçti. 12 Mart’ı, Milliyetçi Cephe koalisyonlarını, sokak kavgalarını, sağ-sol vuruşmalarını yaşadım. 12 Eylül’ü ve idamları gördüm, sayısız dostumun hapislere girip çıkması, hatta kimilerinin orada ölmesiyle kahroldum, türlü-çeşitli haksızlıkların dizboyu varolduğuna tanık oldum.
Ama hiçbiri böyle olmamıştı. Hiçbir dönemde böyle bir travma yaşamamamıştık. Hiçbir iktidar baştan sona doğru böylesine tavır değiştirmemiş, özgürlükleri savunmak için geldiklerini söyleyenler böylesine özgürlük düşmanı kesilmemişler, böylesine bölücü, ayırıcı, çeteci bir zihniyet devletin tepesine dek tırmanmamıştı.Gerçekten şaşkınım ve üzgünüm.
O zihniyet, dozunu hergün biraz daha arttırarak işbaşında olmayı sürdürüyor. Aslında Abdullah Gül’den Bülent Arınç’a veya Cemil Çiçek’e sayısız politikacı son sözü söyleseler, belki böyle olmayacak. Çünkü o büyük partide de sayısız iyi insan, çağdaş politikacı, izan sahibi siyaset adamı var.
Ama yalnız onun sesi çıkıyor. O her Allah’ın günü, elinde testereyle bu halkı parçalara ayırıp duruyor: ikiye, üçe, ona, yüze bölüyor. Tüm diğer siyasi partiler ve yöneticileri kötü. Ve onlara oy verenler de...Eşcinseller neredeyse eli bile sıkılmayacak üçüncü sınıf vatandaşlar. Ermeniler, malum, “affedersiniz!”...
Ve öylesine affedersiniz ki, adamların doğru-yanlış, soykırım veya değil, ‘büyük felaket’in tam 100. yılını kutlayacakları gün, o kalkıp tüm dünyayı Türk tarihinin gururu Çanakkale savaşlarının 100. yılını kutlamaya çağırıyor. O günün o zaferle ilgisi olmadığı halde...Ferasete bakar mısınız? Böylece bizim törene katılanlar görkemli biçimde azalıyor ve tüm dünyada olayları ‘soykırım’ diye adlandırma olayı hızlanıyor. (En son: Belçika)
Affedersiniz demediyse de, Türk yahudilerine tavrı da öyle. İsrail’e her saldırışında bizim yahudiler de nasiplerini alıyorlar. Öylesine ki, geçen gün bir gazete haberiydi, bu toplumun bu eski ve güçlü azınlığı, yüzyıllar önce İspanya enkizisyonlarından kaçıp Osmanlı’ya sığınmış olan Sefarad’lar, bu kez ülkede artan yahudi düşmanlığından öylesine ürkmüşler ki, bunca zaman sonra İspanya’ya başvurup ‘dönüş hakkı’ istemişler. Böylece geçmişimizde en övündüğümüz şeylerden biri olan “ezilene kucak açma”nın bu görkemli örneği de tartık tersine dönmüş oluyor.
Ya Kürtler? Artık iyice tavsayan ‘barış süreci’, o sorunu çözmek için başlatılmadı mı? Böyle bir sorun vardı ki afra-tafrayla ve büyük patırdıyla o süreci başlattınız. Ama son gelinen nokta şu: “Ülkede bir Kürt sorunu yoktur!”.
Ya New York Times olayı? Eyy New York Times diye başlayıp en son ‘paçavra’ hakaretine gelip dayanan?. Hem de gazetenin taa 1896 yılında padişah Abdülhamid için yazdığı bir yazıdan söz ederek...
Böylece dünya-alem öğrendi ki, o gazete 19. yüzyıldan beri var!..Ben şahsen bilmiyordum, öğrendim. Reklama bakar mısınız?
Peki ama, bir gazete iki yüzyıla yaklaşan bir süredir yayınlanıyor ve hala tüm dünyada okunuyorsa, bir siyasetçi ona paçavra diyerek hangi sonuca ulaşır? Kimi küçültür, kimi zor duruma düşürür? Makul kafayla bir düşünür müsünüz?
Hem o sözcüğü saygın New York Times için harcarsanız, bizim kimi havuz medyası gazeteleri için ne diyeceğiz?
Ve gelelim Cumhuriyet olayına. Bir ülkede basın tartışmalı bir iş yapabilir. Hele ‘devlet sırrı’ kavramının arkasına sığınmak heryerde moda olduğu için, iktidar da onu eleştirebilir.
Ama hiçbiryerde, üstelik cumhurbaşkanı konumundaki bir siyasetçi, tıpkı bir western kovboyu gibi o gazeteciye bireysel bir saldırıda bulunamaz, “bedelini ağır ödeyecek, bırakmam onu” demez, diyemez. Rusya’da basının amansız düşmanı Putin bile böyle laf etmedi. Üstelik o kamyona gizlenen silahların Türkmenlere değil de o zamanlar belli ölçüde kollanan o katiller güruhu IŞİD’e gitmediğinin güvencesi var mı?
Sadece vicdanının emrinde olan, öyle olması gereken gerçek gazeteci, yanlış ve şüpheli bulduğu herşeyin açığa çıkması uğraşan bir vatansever değil midir? Cumhuriyet’e ve yalnız Türkiye’nin değil, dünyanın en iyi gazetecilerinden biri sayılan sevgili Can Dündar’a metanet ve sabır diliyorum. Bu da geçer yahu!...
Ama lütfen geçsin artık..Bizlerin açıkça gördüğünü kitle görmüyor mu? Ak Parti’nin o birzamanlar oy verdiğiniz parti olmadığını göremiyor, sezemiyor musunuz?
Ve bu seçimlerin ülkeyi kurtarmak için belki son şans olduğunu hala anlamayan var mı? .