Savaşı küçük insanlar ve adsız kahramanlar kazanır!
Bir fantastik sinema dehası olarak tanınan Nolan, bu klasik formattaki filmiyle yeni bir zirveye tırmanıyor
DUNKİRK SAVAŞI X X X X
Yönetim ve senaryo: Christopher Nolan Görüntü: Hoyte Van Hoytema Müzik: Hans Zimmer Oyuncular: Fionn Whitehead, Aneurin Barnard, Barry Keoghan, Mark Rylance, Tom Hardy, Jack Lowden, Kenneth Branagh, Tom Nolan, James D’Arcy, Cillian Murphy, Damien Bonnard
Warner Bros (ABD- İngiltere-Fransa-Hollanda ortak-yapımı)
İşte tatilde olduğum için zamanında görüp yazamadığım bir film. Ama öylesine iyi bir film ki, ikinci haftasına girdiği şu sırada yazmam şart oldu.
Evet, savaş filmleri... İnsanlık tarihi boyunca hep savaş vardı. 100 yıl sürenleri de, dine veya yağmaya dayalı olanları da... İnsanın insana karşı acımasızlığının en verimli alanı oldu savaş...Ve insanlığın birçok açıdan büyük atılımlar yaptığı ve ‘modern çağı’ yakaladığı 20. yüzyılda, iki dünya savaşıyla bu alanda zirveye çıkıldı: Her ikisinde de milyonlarca insanın ölümüyle...
Sinema elbette bu konuya ilgisiz kalamazdı, kalmadı. Haçlı Seferleri de, Tolstoy gözüyle görülmüş Savaş ve Barış da filme aktarıldı. 1930 yılının Erich Maria Remarque uyarlaması Batı Cephesinde Yeni Bir şey Yok, sesli dönemin ilk önemli taşını döşedi. Ve ardından sayısız savaş filmi geldi.
En çok işleneni kuşkusuz ikinci dünya savaşı oldu. Tam altı yıl sürmesi, hemen tüm dünyayı işin içine katması, tarihin gördüğü en büyük soykırımı kapsaması. Ve verilen ölü sayısıyla, tüm rekorlar ona aittir. Zaten savaş sırasında başlayan bu tür filmler tüm 40’lar-50’ler boyu sürmüş, sonrasında da birçok önemli film yapılmıştır. Bitmeyen ve bitmeyecek gözüken bir alandır bu...
Hep ilginç, yenileyici ve yaratıcı kalmayı bilmiş Christopher Nolan’ın filmi, savaşın görece olarak (örneğin Normandiya çıkarmasına, Pearl Harbour baskınına veya Pasifik savaşlarına kıyasla) daha az işlenmiş bir olayına dayanıyor. 26 Mayıs- 4 Haziran 1940 arasında, yani savaşın hemen başlarında, Fransa’da Dunquerque (İngilizce’de Dunkirk) denen yörede bulunan ve Alman güçleri tarafından sıkıştırılan 400 bine yakın İngiliz, Fransız ve Belçikalı askerlerin kurtarılması ve sağ-salim kaçırılması.
Olay önce olanaksız gözüküyor. Çünkü Almanlar (filmde tek biri bile gösterilmese de) her yerde hazır ve nazırdırlar: karada, denizde ve uçaklarıyla gökyüzünde...Müttefik güçlerin sunduğu kurtuluş ise İngiliz kıyılarından gönderilecek muhriplerdir.
Ama onlar bir türlü gelmez. Çünkü İngiliz komutanları öncelikle kendi vatanlarını koruma içgüdüsüyle, kendi gemilerini ve adamlarını kolay kolay gözden çıkaramaz.
Ama çare yine İngilizlerden gelir. Yüzyıllar boyu denizi en iyi bilen ve kullanan halkların başında gelen Majesteleri’nin tebaası, sayısız küçük gemiyi –ki bazıları neredeyse sandal kadardır!- Fransız kıyılarına yollar.
Ve de, umutsuzluktan tırnaklarını kemiren komutan Bolton (Kenneth Branagh) birden ufukta beliren küçük tekne ordusuyla şaşkına döner. Böylece o muazzam harekat başlar: 340 bini aşkın askerin yoğun Alman saldırısı altında tahliye edildiği Dunkirk operasyonu.
Ki askeri tarihin en önemli olaylarından ve savunma görünümü ardındaki zaferlerinden biridir. Savaşın kaderini değiştiren...
Bu filmi nasıl övmeli, bilmiyorum. Bir fantastik sinema dehası olarak tanınan Nolan, bu klasik formattaki filmiyle bence yeni bir zirveye tırmanıyor. Ve belki Spielberg’in Er Ryan’ı Kurtarmak filminden 20 yıl sonra, o düzeyde bir yapıtla karşımıza geliyor.
Filmin tema olarak belki en ilginç yanı, komuta düzeyindeki yaklaşımın yanı sıra, en alt düzeylerde, çok genç insanlar tarafından yapılan katkılara da yer vermesi. Bu yüzden, filmin ünlü oyuncular kadrosu, her yerde genç isimlerin ardında yer alıyor. O ismini bile bilmediğimiz gençler öylesine sıcak, öylesine yaşamı ve savaşı yansıtan kişilikler çiziyorlar ki...
Belki tüm savaş filmleri içinde o isimsiz kahramanlara en çok yer veren film bu... Ama zaten hep öyle olmuş değil midir? Tüm savaşları aslında halk ve isimsiz kahramanlar kazanmış değil midir?
Öte yandan, film görsellik açısından da görkemli. O devasa deniz, gözümüzün önünde uçsuz-bucaksız bir sahne gibi açılıyor. Ve orada, açık deniziyle, sahiliyle, gökyüzünde bir ölüm dansı yapan uçaklarıyla, sanki bir ölüm- kalım savaşımını izliyoruz. Sinema sanatının ve tekniğinin en gelişmiş olanaklarıyla...
Oyuncular kusursuz. Tüm o gençler...Ama ayrıca eskiler: küçücük teknesinde oğluyla birlikte yardıma koşan Dawson’da Oscar’lı Mark Rylance, onun kurtardığı alabildiğine ürkmüş askerde Cillian Murphy, Alman uçaklarına kan kusturan pilotta Tom Hardy. Ve diğerleri.
İsviçreli görüntü ustası Hoyte Van Hoytema harikalar yaratıyor. Müzikte Hans Zimmer de öyle. Besteci Edward Elgar’ın (1857- 1934) bir temasını da kullanan müziği, filmi tümüyle sarıp sarmalıyor.
Okurlarım bilir: filmi bu denli kuşatıcı bir müziği genelde sevmem. Ama burada bu müzik filmle öylesine bütünleşiyor ve ona öylesine katkıda bulunuyor ki...Olay sanki savaş üzerine bir operaya dönüşüyor. Helal olsun, Hans!...
Bu film önümüzdeki Oscar’larda hayli iddialı olacak. Bence mutlaka izleyin.
Tümüyle sadizm ve sado-mazoşizm duygusu sinmiş "Barda 2", belki tüm zamanların en kanlı Türk filmi olmaya adaydır. Bu kıyımdan kurtulan pek azdır. Böyle bir filmin bir kadının elinden çıkması kendi başına bir olaydır bence...
Ölüm ilanlarının dışında ne yazılı basında ne de TV’lerin kültür saatlerinde hiç anılmadı. Oysa kapsayıcı bir bakışla, bugün Yeşilçam öncesi, kendisi ve sonrasındaki onca filmin önemli bir bölümü, bugün Sami Şekeroğlu sayesinde bizim olmuştu
Film içerdiği ve kaderin bir araya getirdiği insanlar sayesinde görkemli bir ırklar, diller, kültürler çatışmasına dönüşüyor. Ve de yabancı göçmenlerin çektikleri... Biri bir ara “Ne olur, hepimize hayal kurma fırsatı verin” diyor. Ama bu kolay değildir elbette...