19 Şubat 2016

Saul'un Oğlu: İnsanlığın en büyük cinnet çağına farklı bakış

Her karesine ölümün sindiği bir filmdir bu...

 

Saul'un Oğlu   X X X 1/2 
(Saul Fia/ Son of Saul)

Yönetmen:  Laszlo Nemes
Senaryo: L. Nemes, Clara Royer
Görüntü: Matyas Erdely
Müzik: Laszlo Melis
Oyuncular: Geza Rohrig, Levente Molnar, Ure Rechn, Todd Charmont, Jerzy Walczack
Macar filmi

 

 

Saul’n Oğlu’nu ilk kez Cannes 2015’de gördüğümde çok sarsılmıştım. Bir ikinci görüşte filmi yine çok ilginç, önemli ve cesur buldum. Sinemaseverlerin ve de yakın tarihe, özellikle de Nazi suçlarına ilgi duyanların mutlaka yaşaması gereken bir deneyim bu…

Macar sinemasının büyük ustası Bela Tarr’ın asistanlığından gelen yönetmen Laszlo Nemes, filmini Scrolls of Auschwitz-Auschwitz Tomarları adlı bir kitaptan uyarlamış. Filmde Sonderkommando ya da Kapo denen, aslında tutsak alınmış Yahudiler oldukları halde Almanlara o soylu (!) işlerinde (kampta disiplini sağlamak, insanlara eziyetin her türünü uygulamak, çoluk-çocuk demeden herkesi krematoryum denen özel fırınlara atmak, orada yakmak, sonra onca külü temizlemek, vs.) yardım eden bir tür Özel Birlik mensupları.

Kapo sözcüğünü bizler tanınmış İtalyan yönetmen Gillo Pontecorvo’nun aynı adlı filmiyle duymuştuk. (1960) Kapo’lar ancak kısa bir sure için hayatta kalabilen kişilerdi. Çünkü bir süre sonra onlar da fırınları boyluyordu.

Nitekim bir kaynak Nazilerin bu iş için kullandığı 2200 Kapo’dan savaş sonunda sadece 100 kadarınnın kurtulduğunu kaydediyor.

Tipik Alman gözüken adıyla Saul Auslander, Kapo olarak seçilmiş bir Macar vatandaşıdır: ortayaşın eşiğinde, alabildiğine güçlü, sert ve dirençli bir adam. O hengamede gencecik bir çocuk görür: o evlilik dışı doğan ve pek az tanıdığı oğlu değil midir?

Ama genç çocuk kısa sürede ölüp gider. Saul onun da fırına gitmesini önlemeye ve Yahudi inançlarına uygun bir törenle gömülmesini sağlamaya sıvanır. Giderek tam bir tutku, hatta saplantı haline gelen bu amacını, kampta savaşın yaklaşan sonuyla birlikte (yıl 1944’dür) inanılmaz bir ölüm, kıyım, dehşet ve kitlesel çılgınlığa kayan ortamda bile gerçekleştirmeye çabalar.

Film geriye kayan bir kameranın saptadığı flu bir görüntüyle açılır. Kamera ancak bir yüze odaklaşınca netleşir. Bu Saul’un yüzüdür. Ve ondan sonra bu yüzü çok az terkeder.

İlk başlarda üstüste gelen ortalama üçer dakikalık iki tek ve uzun çekim, tam bir uslup denemesidir: Angelopoulos veya Tarkovski sinemalarını hatırlatan… Sonradan daha klasik bir kurgu ortaya çıksa da, yine yer yer uzun çekimlerle desteklenen bir görsellik hep iş başındadır...

Tüm hikaye boyunca biz her şeyi, odak noktasında Saul’un olduğu çekimlerle izleriz.  Çevresindeyse insanlık tarihinin en kanlı görüntülerinden kimileri art arda gelir. Çırılçıplak insan sürüleri, haykıran kadınlar, donup kalmış erkekler, ezilen çocuklar. Büyük ateşlerin etrafında dönen panik içinde bir kalabalık. Ama kah bunları flu olarak görürüz, kah korkunç sesleri ve çığlıklarından duyarız.

Bu alabildiğine biçimci tutum, filme son derece özgün bir atmosfer katar. Onca Nazi zulmü ve toplama kampı filminde görmediğimiz biçimde bir dehşet duygusu kurulur. Bu öyle bir korku imparatorluğudur ki, kimse için kurtuluş yoktur ve perdede gördüğümüz onca insanın hepsi, sonunda bir biçimde ölüp gidecektir.

Film tam bir klostrofobi duygusu yaratır: doğada geçen birçok sahnesine rağmen… Her karesine ölümün sindiği ve kaçınılmaz bir kader duygusunun gelip içinize yerleştiği bir filmdir bu...

En ilginç yanlardan biriyse finalidir. Gerçek bir tarihsel olay olan ‘44 sonbaharındaki Yahudi isyanı fonunda, Saul’un belki bir ‘yeni oğul’ keşfettiği sahne…Buradan hareketle, belki filmin ana teması olan şu nokta ortaya çıkar: acaba Saul gerçekten oğlunu mu korumaktadır? Yoksa hiç sahip olamadığı bir oğlun yerini tutacak herhangi bir genç çocuğu mu? Tartışmaya değer!...

Baş roldeki Geza Rohrig hemen tüm yükünü taşıdığı filmde muhteşem. Cannes’da o benim favori oyuncumdu. Ama film kazandığı birçok ödüle karşın, ona özel bir ödül getirmedi. Bence büyük haksızlık!...

Geçen haftalarda gördüğümüz Alman filmi Yalan Labirenti’nden hemen sonra gelen bu film, nisbeten yakın bir tarihin bu büyük insanlık suçuna yeniden ışık tutuyor. Ancak benzer trajediler günümüzde de hemen aynen yaşanmıyor mu? Yanıbaşımıza gelen, hatta ülkemizin içine sızan tüm acıklı ölümler, kitlesel kıyımlar, sanki tarihin bıkıp usanmadan yeniden ‘tekerrür ettiğinin’ bir göstergesi değil mi?

YARIN:  ROOM- GİZLİ DÜNYA

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

İstanbul'da yaşamanın artı ve eksileri üzerine

Bu yazıyı yazmamın baş nedeni İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin çıkardığı aylık derginin Nisan sayısı oldu. İstanbul Bülteni adını taşıyan ve AVM'ler ya da metro istasyonlarında bulunan bu dergide, İmamoğlu'nun sevgili kentimize kattığı güzellikler öylesine iyi anlatılmıştı ki...

Kaderin elinde sönüp giden bir şarkıcının dramı

Özellikle müzikseverler için kaçırılmaması gereken filmlerden...