26 Mayıs 2017

Sarhoş korsanın en son macerası

Görkemli bir macera, eski korsan filmleriyle son derece modern bir fantastik duygusu arasında kendine özgü bir denge kuran bir aksiyon...

 

 

KARAYİP KORSANLARI: SALAZAR’IN İNTİKAMI      X  X  X  1/2
(Pirates of Caribbean: Dead Men Tell NoTales)

Yönetmen: Joachim Renning, Espen Sandberg
Senaryo:  Jeff Nathanson
Görüntü: Paul Cameron
Müzik: Geoff Zanelli
Oyuncular: Johnny Depp, Javier Bardem, Geoffrey Rush, Brenton Thawaites, Kaya Scodelario, Goldshifteh Farahani, Kevin McNelly, David Wenham, Stephen Graham, Martin Klebba, Orlando Bloom, Keira Knightley

Walt Disney- Jerry Bruckheimer yapımı.

 

 

Zaman ne çabuk geçiyor...Seriye dönüşen filmlerden Karayip Korsanları’nın ilki 2003’de karşımıza gelmişti: Siyah İnci’nin Laneti adıyla...

Disney’in eğlence parkında yıllarca ziyaretçileri eğlendiren korsan Jack Sparrow, bu kez işin içine ünlü yapımcı Jerry Bruckheimer’in de katılmasıyla sinemaya adım atmıştı. İşbilir Gore Verbinsky’nin becerikli yönetimi, Tedd Elliott- Terry Rossio ikilisinin işlek kalemleri, o güne dek aykırı ve bağımsız filmlerin oyuncusu sayılan Johnny Depp’in o zaman yazdığım gibi “sarsak, alkolik, hep rüyada gezer gibi, çapkınlığı olmayan, hatta hafif efemine bir post-modern korsan” kompozisyonuyla....

Sinemada yeni olan Orlando Bloom- Keira Knightley çiftinin genç aşıklarıyla...Ve de Geoffrey Rush, Jonathan Pryce gibi önemli oyuncularla karşımıza gelen ve sırtını eski masallara, unutulmuş efsenelere, bitmeyen bir fantastik duygusuna dayamış bir eğlencelik olarak...

Aradan 14 yıl geçti. Ve seri sürdü: Ölü Adamın Sandığı, Dünyanın Sonu, Gizemli Denizlerde bölümleriyle..Üç filmden sonra bırakan Verbinski’nin yerini son filmde Rob Marshall aaldı. Kimi oyuncular bıraktı, yerlerine yenileri girdi.

Bu filmde yazar ikilisi değişmiş, yepyeni bir yönetmen ikilisi de işin başına geçmiş.  Serinin ruhu aynen korunuyor: Görkemli bir macera, eski korsan filmleriyle son derece modern bir fantastik duygusu arasında kendine özgü bir denge kuran bir aksiyon, dur-durak bilmeyen bir tempo...

Bu kez, asıl kötü adam kaptan Salazar. Denizin dibinde bir gemide yaşayıp duran ve ‘şeytan üçgeni’nden kurtulup tüm insanlığı yok etmeye yemin etmiş bir ‘yaşayan ölüler’ çetesinin acımasız lideri. Ve karaya çıkamayıp ancak suda –daha çok da dibinde!- varolabilen bu yaratıklar, bir yandan filmin görsel olarak en korkunç ögesi. Öte yandan fantastik yanının da ideal malzemesi.

Jack ise Salazar’dan kurtulmak için bir başka efsaneye, ünlü Poseidon Mızrağı’na gerek duyuyor. Ve onun peşine düşüyor. İlk filmden gelip bir film için kaybolan eski düşman, belki şimdi dost Hector Barbossa da ortalarda. Ayrıca işin ‘gençler yanı’nı ilk filmlerdeki Will Turner’in oğlu Henry ve güzel Carina sağlıyor. Gayet sempatik ve gönül alıcı bir ikili olarak...

Burada şunu belirtmek istiyorum: bu tür filmlerde aile bağlarının, baba-oğul, baba-kız, eski sevgili vb. motiflerin böylesine önemli olması şaşırtıcı. Ama hep öyle olagelmiş değil midir? En uçuk fantezide, en ürkünç fantastikte bile bu bağlar önümüze ana dramatik malzeme olarak servis edilmezler mi?

Burada da öyle oluyor. Ve örneğin denizden fırlayıp yüze çıkan bir geminin muhteşem görüntüsü, birden beliren karanın denizcilerde yarattığı panik, amansız döğüşler vb. sahnelerin yanısıra, güzelliği yanında bir bilim kadını (!) da olan (‘horolojist’, astronot,vs.) Carina’nın ancak finalde ortaya çıkan kimin kızı olduğu gerçeği, ya da Henry’nin tüm çabasının denizin dibindeki Uçan Hollandalı gemisinde yaşamaya mahkum edilmiş babasını kurtarmak olması gibi ögeler önem kazanıyor.

Özel hayatında çok zor bir dönem geçiren ve artık o sanatsal filmlerden kopmuş gözüken Johnny Depp, geçen gün katıldığı Ellen Degeneres şov’da bana aynen filmdeki gibi gözüktü: zor konuşan, biraz dalgın, sanki alkol almış gibi duran bir adam. Onun filmin büyük bölümünde sarhoş olup içmeyi sürdürmesi eleştirilmiş. Ama ya gerçek buysa?

Geoffrey Rush yine çok iyi oyuncu. Ve karşımıza dört başı mamur bir Barbossa getiriyor. Salazar’da seriye ilk kez katılan Javier Bardem’in ‘ölü kaptanı’ gerçekten ürkünç. Yeni gelen Brenton Thwaides ve Kaya Scodelario ikilisi çok sempatik. Onların ‘aile büyükleri’ ise ancak finalde şöyle bir gözüküyor: Orlando Bloom ve Keira Knightley...

Ayrıca Jack Amca rolünde bir yaşayan efsanenin, Paul McCartney’in varlığına da dikkat çekeyim.

 

Afgan cehenneminde kadın olmak...

 

TOZ      X  X  X

Yönetim ve senaryo: Gözde Kural
Görüntü:  Ferhat Uzundağ
Müzik: Hasan Özsüt
Oyuncular: Öykü Karayel, Beran Soysal, Muhammed Cangören, Abdul Quadir Farookh, Sayeed Masud Ahmadi, Haji Gul Aser, Faqir Nabi

Galata Film

 

 

Genç Türk sinemasından bir örnek daha. Ve de, son zamanlarda görüldüğü gibi, farklı bir çevredeki çarpıcı olaylara yeni bir kadın bakışı (Kaygı’dan hemen sonra!).

Kadın kahramanımız Azra’yı önce bir hastane dekoru içinde oluşan matem havasında tanırız. Hemen ardından üç kişi (kardeş oldukları ortaya çıkar: Azra, Emir ve Ahmet) arabayla evlerine dönerler.

Bu bölümün tümü, ustalıkla çekilmiştir. Ve insana şunu düşündürür: Bu gencecik yönetmenler böylesine bir sinema hakimiyetini nasıl elde etmişlerdir?

Gerçi sonradan film biraz uzayan ve sessizliğin egemen olduğu bölümlerle, bu ilk izlenimi biraz zedeler. Ve adına ‘sanat filmi’ denen şeye biraz kızar gibi oluruz!...

Ama giderek denge kurulur. Daha doğrusu, bozulur. Çünkü Azra çok ciddi biçimde dekor değiştirir. Ve İstanbul’un varoşlarından birden Afganistan’ın Kabul (Kabil) kentine geliriz.

Öylesine bir değişiklik ki...Yalnızca coğrafya açısından değil, yaşam ve kültür açısından da öylesine bir sıçrama ki...

Azra aslında buraya hastanede yitirdikleri annelerinin son arzusu için gelmiştir. Çünkü aile aslen Afgan’dır. Ve anne orada, vatanında gömülmek istemiştir.

Ama orada bir yandan ailenin unutulmuş bireylerini, özellikle de iki amcasını, ayrıca eski bir dostu bulacak, öte yandan yaşadığı Danimarka’dan kalkıp ülkesine geri dönmüş çağdaş bir genç adamla tanışacaktır.  

Bu değişik film iki temel yönde gelişiyor. Bir yandan, geçmişte ağır travmalar geçirmiş bir ailenin saklı gizemleri ortaya çıkıyor ve bir büyük aile dramı ilmek ilmek çözülüyor.

Öte yandan, belki dünyanın en belalı, en sorunlu, en talihsiz, en parçalanmış, en zavallı toplumunun gerçek yüzü önümüzde beliriyor. Özellikle kadını dışlamış, gündelik hayatından koparıp almış garip bir toplum...

Ki eve kapanmak bile güven getirmiyor. O eski dostun evindeki kadınlara nasıl davrandığını görünce...Burası bir kadınlar cehennemidir. Ve kadınların uğradığı şiddet kolay kolay anlatılamaz.

Sonuçta ilginç ve etkileyici bir film, acıklı bir egzotizme yolculuk deneyimi.  Kadın gözüyle görülüp anlatılması sanırım ayrı bir duyarlılık katmış. Ve de iyi olmuş.

Genç Türk oyuncularıyla kimileri deneyimli Afgan oyuncuları iyi bir  karma oluşturmuşlar. Ama asıl övgüyü kuşkusuz yazar-yönetmen Gözde Kural hak ediyor.

YARIN:  BİLAL ve DEHA

 

Yazarın Diğer Yazıları

Roma tarihine ‘Güç ve Onur’ sloganı eşliğinde yolculuk

Film, belki çok uzun (148 dakika), çok karmaşık, aşırı dramatik gözüküyor. Ama yine de görmeye değer...  

İstanbul güzellikleri önünde özel bir motorla tanışmak

Rahat ve olgun bir kamerayla çekilmiş, müziğe başvurmayan bir film. Belki çok akışkanlığı olmayan, sakin ve özgün bir yapım. Ama bu özgünlüğün birçok sinefili çekeceğine inanıyorum

Din üzerine söylenebilecek ne varsa

Rüya görmek bir anlamda kelebek görmek midir? Tek gerçek varsa, o nedir? Ve sonunda acaba din bir kontrol sisteminden başka bir şey değil midir?

"
"