05 Nisan 2023

Türkiye bilindiğinden daha fazla Rus karşıtı adım atıyor

Türkiye'nin sahada attığı adımlar özellikle de Karadeniz bağlamında Moskova'yı çok da memnun edecek türden değil


MISSION IMPOSSİBLE: YANSIMALAR 
(Mission Impossible: Fallout)
X  X  X  X

Yönetim ve senaryo: Christopher McQuarrie
Görüntü:  Rob Hardy
Müzik: Lorne Balfe
Oyuncular: Tom Cruise, Henry Cavill, Simon Pegg, Ving Rhames, Rebecca Ferguson, Sean Harris, Angela Bassett, Vanessa Kirby, Michelle Monaghan, Alec Baldwin, Wes Bentley, Lian Yang 

Paramount filmi.

 

Kimi hikâyeler ölmüyor, hep yeni yorum ve yaklaşımlarla aramızda dolaşıyorlar. İlk kez 1966’da bir TV serisi olarak karşımıza gelen ve TRT’nin yayına başlamasıyla gecikmeli de olsa bize ulaşan Mission Impossible dizisi de öyle.

Temelde 1966- 1973 arasında tam 171 bölümde de imzası olan Bruce Geller’in (1930- 1978) hayalinden çıkma bu dizi, genel bir bakışla ve gününün siyasal gelişmelerini yakından izleyerek, dünyada demokrasinin, özgürlüğün ve insan haklarının düşmanı olan acımasız örgütlerle savaşan bir Amerika’nın öyküsünü anlatır. Elbette Amerikancıdır; Beyaz Saray, Pentagon, CIA, FBİ yalnızca ülkeyi değil, dünyayı da yöneten kurumlar olarak gösterilir.  Eee, Hollywood imalatı filmlerde başka nasıl olacak? 

Dizinin ilk sinema filmi 1996’da çekildi. Mission İmpossible- Görevimiz Tehlike adıyla... Brian de Palma yönetmiş, Tom Cruise oynamıştı. Ardından 2000’de ikinci bölüm geldi: bu kez John Woo’nun yönetimi, yine Tom Cruise ve siyahi oyuncu Ving Rhames’in katılımıyla...Bu ikisi zaten serinin değişmez ikilisi olarak kalacaklardı.

2006’daki üçüncü bölümü J. J. Abrams yönetmiş, kadroya hayli komik Benji kimliğiyle Simon Pegg ve de Julia olarak Michelle Monaghan katılmıştı.

Yakın zaman uyarlamalarından M. İ. 4- Ghost Protocol- Hayalet Protokol’u Brad Bird, M. İ. 5- Rogue Nation’u ise Christopher McQuarrie yönetti. Özellikle bu bölüm seriyi yeniler gibiydi. Önce yazarlığıyla sivrilen ve örneğin Usual Suspects- Olağan Şüpheliler, Operasyon Walkyrie, Turist, Dev Avcısı gibi birbirinden ilginç filmlere imza atan Mcuarrie, ayrıca 2000’lerden itibaren The Way of A Gun- Silahların Gölgesinde, Jack Reacher gibi filmler de yönetecekti.

Beşinci bölümün başarısı, onu bu altıncı bölümün de kaptanı yapmış. Ve karşımıza sanırım serinin en iyi, en doyurucu bölümü gelmiş.

Yine IMF (Ama paranın kıralı olanı değil!...Bu İmpossible Mission Force adlı örgütün kısaltılmışı!) adlı kurumun yorulmak bilmez ajanı Ethan Hunt, önceki filmde savaştığı ve çökerttiği Sendika’nın lideri Solomon Lane’in bu kez kurduğu Apostles- Havariler adlı aşırı sağcı örgütü hedef alıyor: kabaca iki yıl sonra....

Bu kez savaşım daha zor ve çetindir. Çünkü Hunt tüm dünyayı saran bir teröre, farklı dinleri aynı şiddet eylemlerinde buluşturan bir anlayışa karşı durmak zorundadır. Ve rüyalarında geçmişi, yitirdiği bir aşkı ve mutluluğu sürekli anarken, en yanı başında bile ihanetlere uğrayacaktır.

Filmin tam 145 dakikalık uzunluğu şurup gibi akıp gidiyor. Hayli karışık ve kalabalık hikâyesi belki tüm ayrıntılarıyla kavranamıyor. Ama ne gam!

Çünkü görsellik tek sözcükle muhteşem. Öncelikle seçilmiş mekanlar sonuna dek ve inanılması zor biçimde kullanılmış. Mekan derken büyük kentleri kastediyorum: Berlin, Londra. Ama öncelikle Paris. Hikâyenin en büyük bölümü orada geçiyor. Ve o hiç değişmeyen rüya-kent, görkemli yarışlara, kaçıp kovalamacalara, gerilim ve dehşet anlarına tanıklık ediyor. Bu sanki Paris’i tüm ruhuyla ve kimliğiyle kavramak için müthiş bir fırsat. Sinemanın şimdiye dek sunageldiğinin en iyisi. 

Ayrıca aksiyon yine inanılmaz bir tempoda sürüyor. Ve son dönemin büyük prodüksiyonlarının tersine, bunda özel efektlerin hemen hiç katkısı yok. Her şey en doğal biçimde tasarlanıp çekilmiş. Ve en büyük rol de bizzat Tom Cruise’a düşmüş.

Ünlü aktör, bunca yıldır süregelen başarısının boşa olmadığını bir kez daha kanıtlıyor. Gençliğinde rahip olmayı hayal eden Cruise, elbette iyi bir oyuncu değil. Asla bir Oscar sahibi olmayacak!...   

Ama kendi alanında nasıl eşsiz ve benzersiz!...Hemen hiç dublör kullanmadan nasıl o kalkan uçaklara asılıyor, göklerde bir kuş gibi dolanıyor, uçağıyla bir başka uçağa çarpmayı göze alıyor...En dik uçurumlara tırmanıyor, en sarp kayalıklardan düşüyor. Ve hep ayakta kalıyor!...56 yaşında (1962 doğumlu) bu ne hırs, nasıl bir enerji, ne biçim irade... Kuşkusuz bu serinin en büyük kahramanı, devamını sağlayan temel öge o...

Ayrıca dizinin fetişi Ving Rhames; ikinci kez katılan Alec Baldwin; sinsi ve komik Simon Pegg...Birbirinden güzel ve etkileyici üç kadın: Rebecca Ferguson, Vanessa Kirby, Michelle Monaghan...Ve kavuşmaktan sevinç duyduğumuz Angela Bassett.

Görüntünün başında ise Paris kadar Keşmir doğasını da değerlendirmesini bilen usta kamerasıyla Rob Hardy...

Ve elbette antolojilere geçebilecek kimi bölümler. Öncelikle tüm Paris çekimleri. Ve aslında belki çok mütevazi olan birisi: bir erkekler tuvaletinde, önce bir kabinde buluşan üç erkek kahramanımızın bir grup Fransız genci tarafından eşcinsel sanılması. Sonra yine aynı mekandaki inanılmaz bir koreografiyle oluşturulmuş bir döğüş sahnesi.

Her filmi illa da sanatsal nedenlerle övecek değiliz ya... Siz ne yapıp edin, bu filmi görün bence...

 

Batı'da güçlenen Türkiye karşıtlığından içeride beslenme derdinde olan AKP yönetimi ise asıl derdin İsveç'in tutumundan kaynaklandığı, vetonun Rusya'yla alakası olmadığını net mesajlarla vermekten kaçındı.

Tabii bir taraftan da Rusya'nın bunu kendisine dönük bir jest olarak görme ihtimali nedeniyle de mesajlarını muğlak bırakıyor olabilir.

Elbet Türkiye'nin ve onu takip eden Macaristan'ın onay sürecini geciktirmesi NATO'nun Rusya karşısındaki dayanışmasını zayıflatan bir görüntü yaratıyor. Ancak Kremlin'in bunu kendisine dönük bir jest olarak görme ihtimali zayıf. Zira, Türkiye'nin sahada attığı adımlar özellikle de Karadeniz bağlamında Moskova'yı çok da memnun edecek türden değil.

Ankara'dan Moskova'ya: "Rus filosuna bağlı gemiler Boğazlardan geçmesin"

Rusya kendi deyimiyle Ukrayna'ya "özel askeri operasyon" başlattıktan sonra, Ankara bu saldırganlığı "savaş" olarak niteledi. Bu nitelemeye uygun olarak da Montrö Sözleşmesi'nin 19. Maddesini uygulamaya koydu ve böylece savaşan tarafların savaş gemilerine Boğazları kapadı. Savaşan tarafların savaş gemilerine Boğazların kapalı kalmasının tek istisnası var. O istisna, savaş çıktığında Karadeniz dışında bulunan Rus Karadeniz Filosu'na bağlı savaş gemilerinin, ana üslerine dönmek üzere bir defalığına Boğazlardan geçişine imkan tanıyor.

Türkiye 19. maddeyi uygulamaya koyduktan sonra Moskova'ya, "Karadeniz dışında olan Karadeniz Filona bağlı gemilerini geri çağırma, Boğazlardan geçmesinler. Bu tırmandırma olarak görülür, yararlı olmaz" demiş.

Rusya da buna uymuş. Karadeniz filosuna bağlı olup da ana üssünde bulunmayan gemilerin sayısının 20 ile 30 arasında olduğu varsayılıyor. Moskova'nın bugüne kadar bu istisnadan hâlâ yararlanmıyor olması da dikkat çekici.

Tabii Türkiye aslında Montrö'yü genişçe yorumlayıp, Karadeniz'de kıyısı bulunmayan ve resmi olarak savaşan taraf olmadıkları için aslında Boğazlardan geçip Karadeniz'e çıkma hakkı olan ülkelere de gayri resmi olarak Boğazları kapattı. Gayri resmi diyorum; zira özel bir karar yok. Sadece tavsiye var. Özellikle Rusya'nın hasım olarak gördüğü NATO ülkelerine, "Siz de Karadeniz'e savaş gemisi çıkarmayın, tırmandırmaya yol açmasın" tavsiyesinde bulunuldu. Bu tavsiyeye de uyuluyor.

Özellikle Batılı müttefiklerin bununla ilgili tavırlarını sorduğum bir diplomattan şu yanıtı aldım, "hani iki taraf tam birbirine girmeye hazırlanırken, bir üçüncü çıkar, birini omuzlarından tutup, kavgayı önlemeye çalışır. O da engellendiğinden memnundur ama yalandan "Bırak beni, bırak beni" der. Biraz öyle bir durum var. Aslında memnunlar bu durumdan. Gerçekten de NATO ve AB'deki bazı ülkeler Rusya'nın bodoslama üstüne gitmek isterken, bazıları tırmandırmamaya özen gösteriyor.

Karadeniz'le ilgili Türkiye'nin elde ettiği veriler Kiev'e iletiliyor

Öte yandan Rusya'nın 2014'te Kırım'ı ilhak edip, üstüne geçen sene Donbas'a saldırması, Karadeniz havzasını NATO için önemli bir ağırlık merkezine dönüştürdü. Bu ağırlık merkezinde de Rusya'yı dengeleyen en güçlü ülke, elbette Romanya ya da Bulgaristan değil; tabii ki Türkiye.

Karadeniz'de her an Türk Deniz Kuvvetleri'ne ait bir deniz karakol uçağı, bir denizaltı ve bir fırkateyn ya da korvet görevde bulunuyor. Bu unsurlar da Karadeniz'e ilişkin Tanımlanmış Deniz Resmi'nin yüzde 67'sini NATO'ya gönderiyor. Yani deniz ortamında ne olup bittiğini, su üstü, su altı ve havadaki unsurlardan elde edilen bilgilerle NATO'ya aktarıyor. Daha da önemlisi, Türkiye bu bilgileri neredeyse 10 yıla yakındır Ukrayna'ya da gönderiyor.

Moskova'yı pek de memnun edecek tavırlar değil bunlar.

Türkiye NATO içinde kara koyun olarak gösterilirken, Karadeniz'le ilgili veri toplamanın boşta kalan yüzde 33'lük kısmın diğer NATO ülkelerince sağlanabileceğine dikkat çekiliyor. Romanya gibi bir ülkenin deniz kuvvetlerini Karadeniz'de tutmak yerine, özellikle Türkiye'nin büyük rahatsızlık duyduğu AB'nin İRİNİ operasyonuna bağlı olarak Akdeniz'de bulundurmayı tercih ettiğine işaret ediliyor.

İsveç üstünde baskı arttı

Gelelim Helsinki'nin NATO'ya resmen girmesiyle Türkiye'nin yükünün hafiflediği ikinci konuya. Ankara Finlandiya'ya yaktığı yeşil ışıkla İsveç'in üzerindeki baskıyı arttırmış oldu. "Demek ki, Finlandiya gibi demokratik bir ülke, özellikle Türk karşıtı gruplara yaklaşımı ile Ankara'yı karşısına almaktan kaçınabiliyor, ya da attığı adımlarla Türkiye'nin beklentilerini karşılayabiliyor," mesajını vermiş oldu.

Zira İsveç, Türkiye'nin özellikle terörle mücadele konusundaki beklentilerini karşılamakta zorlanmasına "demokratik standartları" gerekçe gösteriyor. Tabii her ülkenin kendine özgü şartları var; ama sonuçta Türkiye bu gerekçeye karşı, "Finlandiya İsveç'ten daha az demokratik değil herhalde," deme imkanına sahip oldu.

Şimdi İsveç'liler, bir yandan Türkiye ile müzakereleri yürütürken, bir yandan da gözlerini seçimlere çevirmiş durumdalar. Seçim sonuçlarına göre, her iki durumda da, Temmuz'daki NATO zirvesine kadar Ankara'da Meclis'ten onay çıkar mı diye merak içindeler.

Barçın Yinanç kimdir?

Barçın Yinanç, 1968 yılında doğdu, ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü'nü bitirdi. 1990'da stajyer olarak başladığı Milliyet Ankara Bürosu'nda 10 yılı aşkın bir süre diplomasi muhabirliği yaptı. Ardından televizyon haberciliğine geçerek önce TV8, sonra CNN Türk Ankara Bürosu'nda çalıştı.

Türkiye-ABD, Türkiye-AB ilişkilerinin yanı sıra Kafkaslar'dan Ortadoğu'ya, geniş bir coğrafyada Türk dış politikasıyla ilgili gelişmeleri takip etti. Çok sayıda yabancı hükümet yetkilisiyle söyleşiler yaptı, BM, NATO ve AB gibi uluslararası kuruluşların zirvelerini, perde arkası gelişmeleri yerinden haberleştirdi.

2004 yılında İstanbul'a yerleşti, CNN Türk ve Referans gazetesinin ardından İngilizce yayımlanan Hürriyet Daily News'da (HDN) çalışmaya başladı. Haber koordinatörü, yorum sayfası editörü olarak çeşitli görevler aldı; 2010'dan başlayarak on yıl boyunca gazetenin pazartesi söyleşilerini gerçekleştirdi. Bu süre boyunca dış politika analizlerini yazmaya devam etti.

Pek çok uluslararası düşünce kuruluşunun toplantılarına konuşmacı, kolaylaştırıcı olarak katılıyor, yabancı yayın organlarının yayınları için yorumlar yapıyor. AtlatmaHaber adlı podcast serisini hazırlayan Yinanç Diplomasi Muhabirleri Derneği, Uluslararası Kayak Kayan Gazeteciler Derneği (Ski Club of International Journalist) ve Dış Politikada Kadınlar platformunun üyesi.

Son yayını; Women, Peace and Security Agenda in Turkey and Women in Diplomacy: How to Integrate the WPS Agenda in Turkish Foreign Policy (Türkiye'de Kadın, Barış ve Güvenlik Ajandası-Diplomaside Kadın: Türk Dış Politikası'na Kadın, Barış ve Güvenlik Ajandası nasıl dahil edilir) başlığını taşıyor.

Aralık 2020'de itibaren T24'te yazan Barçın Yinanç, T24 ekranında da, her hafta Metin Kaan Kurtuluş'la birlikte "Dış Politika ile İçli Dışlı" adlı programı yapıyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Fidan ve Kılıç Washington yolunda: Zamanlama tesadüf mü?

Ne muhalefetin ne toplumdaki AK Parti karşıtlarının “dış güçlerden” bir beklentisi var. Asıl beklentisi olan iktidar. Bu beklentilerinin karşılanması için vereceklerinin, yapacaklarının sınırı ne acaba? Bunu da sorgulamak gerekiyor

“Türkiye AB’den bir şey karşılığında, bir şey isteyecek”

Avrupa ile Türkiye arasında yeni bir yakınlaşma süreci var. Ancak AB Türkiye’ye baktığında Rusya’ya karşı büyük bir ordu ve savunma sanayii görüyor. Ne Ankara ne de Avrupa’nın, Türkiye’deki demokratik geri gidişin tersine dönmesi konusunda niyeti-isteği var.

Trump “Ich bin ein Kremliner” derse Ankara ayazda kalır mı?

ABD ile Avrupa arasındaki ayrım genişliyor. ABD, Rusya’yla ilişkileri düzeltmek isterken Avrupa’nın gözünde Rusya en büyük tehdit olmaya devam ediyor. Ankara, Rusya’yı nasıl konumlandıracak? Avrupa gibi, Rusya’yı hasım olarak mı görecek; yoksa ABD gibi “Ben Moskova’yla ilişkilerimi bağımsız yürütürüm” deme gücüne sahip mi?

"
"