SENDEN ÖNCE BEN X X X 1/2
(Me Before You)
Yönetmen: Thea Sharrock
Senaryo: Jojo Moyes
Görüntü: Remi Adefarasin
Müzik: Craig Armstrong
Oyuncular: Sam Claflin, Emilia Clarke, Vanessa Kirby, Matthew Lewis, Pablo Raybaud, Josie Clarke, Janet McTeer, Charles Dance, Samantha Spiro, Jenna Coleman, Alan Breck, Muzz Khan
New Line- MGM filmi
|
Kadın yazar Jojo Moyes’in kendi romanından uyarladığı senaryoyu yine İngiliz kadın yönetmeni Thea Sharrock çekmiş: İlk uzun filmi olarak… Yapımcılar da kadın olduğu için, bunun kadınlara yönelik bir film olması kaçınılmaz!.. Sonucun özellikle kendi özel alanında, yani aşk filmi denen yorgun türde güzel bir çaba olduğu sanırım söylenebilir.
İskoçya’da harika bir şatoda yaşayan zengin ailenin yakışıklı ve sporcu oğulları Will Travnor, hikâyenin hemen başında bir motosiklet çarpmasıyla yaralanır. Onu ancak iki yıl sonra buluruz: Omuriliği zedelenmesiyle tüm bedeni paralize olmuş, yatmaya mahkûm bir sakattır o artık…
Soylu ana-babanın yapacağı pek bir şey yoktur. Hep yanında olan özel doktoru ve ona bakması, meşgul etmesi için tutulan, ama huysuzluğu yüzünden biri gidip öbürü gelen bakıcıların dışında…
Bunlardan biri olan, üstelik ‘şatonun öbür köşesinde’ oturan Lou Clarke, delişmen ve neşeli bir genç kızdır. Babası işsizdir. kendisi de 6 yıl emek verdiği bir pastaneden kovulmuştur. İyi ücretli bu iş onu çeker. Ama genç adamın bedeni kadar yaralı ruhu, bu işi hiç de kolay kılmayacaktır.
Çok satan bu aşk romanı, başlarda aşırı bir romantizme ve kadınların duygu dünyasına balıklama dalacak ve biz erkekleri içine almayacak gibi gözüküyor. Ama pek öyle olmuyor. Birçok şey sayesinde…
Öncelikle hikâyenin yine de özgün yanlar içermesi… Gerçi aşk ve hastalık bireşimi belki en ünlü örneğini Love Story’de bulan bir geçmişe sahip. Ama burada yine de farklı detaylar ve ilginç kimlikler var.
Öncelikle, her şeyleriyle - sınıfsal konumları, kültürleri, dünya görüşleri - zıt iki insanın, üstelik birinin hemen hemen tümüyle felçli olması gibi bir konumu bile aşıp yüreklerini birleştirmeleri… Büyülü ve büyüleyici bir bağ, bir gönülden öbürüne uzanan çok şık bir köprü kurmaları…
Ayrıca film hiçbir anında koyu melodrama saplanmıyor, belli bir mizahı ve neşeyi koruyor. Game of Thrones’dan gelen Emilia Clarke tam bir ‘komik kız.’ Ama o kocaman gözlerin ve hemen virgüle dönüşen kaşların ardında gerçek bir yeteneği var. Filmin en komik anları kadar, en duygusal sahneleri de ona dayanıyor.
Açlık Oyunları serisiyle tanınan Sam Claflin, bu ilk başrolünü inandırıcı biçimde oynuyor. Tüm o İngiliz oyuncuları kadrosu da gayet iyi.
Filmin ayrıca sinefil yanları da var. Örneğin kültürlü Will’in hayatında hiç ‘altyazılı film’ izlememiş Lou’ya bir Fransız başyapıtı (Xavier Beauvois’dan Tanrılar ve İnsanlar, 2010) izletmesi. Böylece ilişkinin ilk büyük adımı sinemayla atılıyor!...
Ama filmi çok seven Lou, boy friend’i Patrick’e bir Almodovar filmi izletmek isteyince, bıçkın İskoç delikanlı hayır diyor ve onu popüler bir Will Ferrell komedisine sürüklüyor!...
Sonuç olarak, tümüyle doğanın en yeşil haliyle egemen olduğu, ortalıkta yüksek yapıların y’si veya beton’un b’sinin bile olmadığı bir cennet dekorunda geçen bu film, romantik kalplere ilaç gibi gelebilir. Benden söylemesi…
Biçimsel zaafların kurbanı olan film
BİN BAŞLI CANAVAR X X
(Un Monstruo de Mil Cabezas/
A Monster with A Thousand Heads)
Yönetmen: Rodrigo Pia
Senaryo: Laura Santullo
Görüntü: Odei Zabaleta
Müzik: Leonardo Heiblum, Jacobo Lieberman
Oyuncular: Jana Raluy, Sebastián Aguirre, Hugo Albores , Emi lio Echeverria, Ursula Pruneda
Meksika filmi
|
İlk filmi La Zona - Yasak Bölge genel bir onay alan Meksikalı yönetmen Rodrigo Pia’nın 2015 yapımlı bu, şimdilik, son filmi bana hiç doyurucu gelmedi. Üstelik bizden bir Altın Lale ödülü almasına rağmen…
Film aslında ilginç olabilecek bir öykü. Kanserle boğuşan bir aile babası, doktorundan ve sağlık sigortasını yaptırdığı şirketten beklediği desteği alamıyor: hayatının o en zor anında…Ve gerek duyduğu tedavi ve pahalı ilacı karşılanmıyor.
Dikbaşlı karısı, yanına genç oğlunu alarak duruma çare arıyor.. Ama bulamayınca, kadın zora başvuruyor. Gidip önce doktorun evini, sonra büyük şirketi basıyor. İşler ters gider gibi olduğunda da, son çareye başvuruyor: Çantasından çıkardığı bir tabancaya!...
Bu gibi durumlara elbette hemen her ülkede rastlanabilir. Refah ve uygarlık düzeyi azaldıkça çoğalan biçimde… Bizde de benzer şeyleri duyuyor, hatta yaşıyoruz. Ve yanına gözde yazarını almış yönetmen, haklı olarak bu kolay yenilmez bürokrasiyi ve ilgisizliği ‘bin başlı canavar’ diye tanımlıyor.
Ayrıca sanki bir 'western' şemasını alıp günümüzün toplumsal ve evrensel bir sorununa uygulamak da bana ters gelmedi.
Karşı çıktığım, filmin anlatımı, sinemasal özellikleri. Senaryodan başlarsak… Uğruna bunca şey yapılan erkek karakterin, yani kocanın hiç tanıtılmadan hikâyeye girilmesi yanlış olmuş. Hiç tanımadığımız, hatta doğru-dürüst göremediğimiz biri umurumuzda olabilir mi?
Denecek ki, 72 dakikalık filmde buna yer kalmadı. Ama o kadar kısa olması gerekli miydi?
Sonra o çekim zaafları. Zaten çok az olan hareket/aksiyon sahneleri öylesine özürlü ki… Ne olup bittiği bile anlaşılmıyor. Örneğin biri öbürünü vuruyor, adam yere düşüyor. Kim olduğunu göremiyorsunuz bile!.. Bir acemilik, bir tutukluk ki, sorma gitsin…
Ve de kimi biçimsel tikler. Örneğin, ön planda, hatta arkadan gözüken birini gayet net gösterirken, arka plandaki kalabalık bir grubu dakikalarca flu göstermek... Üstelik asıl olay (konuşmalar, jestler) orada olduğu halde…
Vallahi, tüm bu biçimsel çabalar bana çok amatörce ve çok ters geldi. Beğenenler, hatta ödül verenlerle sorunum yok: doğada hertürlü zevk var. Ama ben almayayım!...
Yarın: MERKEZ İSTİHBARAT ve YILDIZ TABLOSU