12 Ağustos 2017

Kore usulu sınıfsallık ve gözüpek cinsellik

Estetiğinden cinselliğine, toplumsal gözlemlerden hikâyenin yapısına...

 

HİZMETÇİ     (Agassi/ The Handmaiden)    X  X  X

Yönetmen: Park Chan-Wook
Senaryo:  Jeong Seo-Kyeong, P. Chan-Wook
Görüntü: Chung Chung-Hoon
Müzik: Joc Yeong-Wook
Oyuncular:  Kim Min-Hee, Kim Tae-Ri, Ha Jung-Woo, Jo Jin-Woong

Kore filmi

 

 

Güney Kore sinemasının ünlü ismi, 1990’lardan beri yaptığı Oldboy, Lady Vengeance, Thirst- Susuzluk, Stoker gibi hepsi farklı filmlerle çok değişik türleri deneyen ve hepsine damgasını vurmayı başaran Park Chan-Wook, Cannes 2016’da Mademoiselle adıyla yarışan son filmiyle (Agassi, İngilizcesi ise The Handmaiden) yine şaşırttı.

Aslında bir İngiliz kadın yazarının, Sarah Waters’ın 19. yüzyıl İngiltere’sinde geçen Fingersmith romanını 1930’ların Kore’sine taşımış yönetmen. Şöyle diyor: “O yılların Kore’sindeki sınıfsal ilişkiler de İngiltere’ye çok benziyordu”.

Evet, ama bir İngiliz yönetmenin elinde tipik bir Jane Austen uyarlaması izlenimi verecek olan hikaye, Koreli yönetmenin elinde her şeyiyle farklı bir filme dönüşmüş. Estetiğinden cinselliğine, toplumsal gözlemlerden hikâyenin yapısına...

Böylece temelde bir aşk üçgeni izliyoruz. Kore’nin Japonya’nın bir tür kolonisi olduğu yıllar. Koreli ve alt kesimlerden bir genç kadın, Sookee, zengin Japon kadını Hideko’nun yanında hizmetçi olarak çalışmaya başlar Ama aslında işin içinde bir iş vardır.

Çünkü Sookee daha önceden tanıdığı üçkağıtçı bir adamın elinde oyuncaktır. Ve adamın niyeti, bir Japon soylusu kimliğine girip Hideko’yu tavlamak ve parasına konmaktır. Ama bu plan öylesine sürprizlere gebedir ki...

Bu hikâye Kore ve genelde uzak-doğu estetiğine, yaşamına ve mantığına uyarlanmış. Ama bize çok tanıdık gelen ögeler de barındırmıyor değil.

Örneğin Hideko’nun servetini ele geçirmek için onu çıldırtıp akıl hastanesine kapatma girişimi, özellikle Hollywood’un ve de Anglo-Sakson edebiyatı/sinemasının 40’larda yaptığı işleri hatırlatıyor. Rebecca, Suspicion- Şüphe, Gaslight- Işıklar Sönerken, The Woman in White- Beyazlı Kadın gibi filmleri...

O ‘gotik’ atmosferin yerini bir uzak-doğu kültürü alıyor, ama bu da çok yadırganmıyor. Kadın-erkek ilişkileri temelde heryerde benzeşiyor çünkü...

Yine de film bir batılı yönetmenin olası filminden son derece farklı biçimde gelişiyor. Öncelikle hikayenin yapısı çok değişik biçimde, üç ana bölüm halinde kurulmuş. Aynı öykü, birkaç kahramanı açısından anlatılıyor.

Ve entrikanın gizleri ortaya çıktıkça, kimi bölümler yeniden gösteriliyor: yeni öğrendiklerimizin ışığında yeni anlamlar kazandıkları için..Ancak bu yöntemin, hele o kültürü bilmeyen seyircinin kafasını iyice karıştırdığını ve izlenmeyi hayli zorlaştırdığını söylemek gerek.

Öte yandan, filmin estetiği de çok farklı, görselliği de. Ve elbette  yönetmenin cinselliğe yaklaşımı da... Hikâyenin tam göbeğinde bulunan o lezbiyen ilişki hem çok cesur, hem de çok estetik anlatımıyla seyirciyi sanki büyülüyor. Geçmişte Tehlikeli İlişkiler’den Mavi En Sıcak Renktir’e bu tür filmleri kanıksamış olan Cannes’da bile şok yaratmayı başarmıştı desem...Yeterli olur mu?

Bu incelikli ve oyuncaklı film genel-geçer seyirciyi nasıl etkiler, bilmek kolay değil. Ama Kore ve daha genelde uzak-doğu kültürünün bu özgün ve parlak yansımasına ilgisiz kalmak da sinemaseverler için mümkün gözükmüyor.

Koleksiyon arabaların tutkunları için….

 

 

BAS GAZA  (Overdrive)   X  X  ½

Yönetmen:  Antonio Negret
Senaryo:  Michael Brandt, Derek Haas
Görüntü:  Laurent Bares
Oyuncular:  Scott Eastwood, Ana de Armas, Freddie Thorp, Gaia Weiss, Simon Abkarian, Moussa Maaskri, Clemens Schick

Fransa-ABD filmi

 

 

İşte iddiasız, sadece geniş bir kitleye seslenip popüler olmayı amaçlamış bir aksiyon filmi. Ana malzemesi arabalar olan ve bu açıdan ünlü Fast and Furious- Hızlı ve Öfkeli serisiyle aşık atan bir film.

Ama bu arabaların bir özelliği var. Onlar sıradan otomobiller değil, en ünlü markaların geçmişte yaptığı, efsane olmuş ve koleksiyonlara girmiş çok özel nesnelerdir. Örneğin bir Bugatti 1937. Ya da bir Ferrari 250 (1962’den kalma). Bana ve size hiç bir şey ifade etmeyen değerli örnekler, meraklıları için birer hazine. Ve en büyük ve akıl dışı hırsızlıkların da hedefi.

Film aslında ‘üvey’ olan iki kardeşin, Andrew ve Garrett Foster’in öyküsü. Sözünü ettiğim ilk arabayı çalmak için güney Fransa’ya gelen kardeşler, burada malın sahibi acımasız gangster Jacomo Morier’nin eline düşerler. Ölümden kurtulmak için tek çareleri vardır: onun için bir başka ünlü arabayı çalmak.

Ve böylece Marsilya’nın dar sokaklarında veya Riviera’nın otoyollarında müthiş aksiyon sahneleri başlar.

Film amacına rahatça ulaşıyor. İlk Taken filmini yöneten Fransız aksiyon ustası Pierre Morel’in bu kez yapımcı olarak görev alması, belki filme çok şey kazandırmış.

Böylece kardeşlerin bir yandan ‘işleri’ (yani o çılgın hırsızlık projeleri), öte yandan özel hayatları karşımıza geliyor. Ve film rahatça izleniyor. Hemen unutulmak üzere…

Ama gerçek ‘araba sevdalısı’ olanlar eminim ki apayrı bir keyif alacaklardır.

Clint Eastwood’un oğlu Scott Eastwood 2006’dan beri sinemada. Babasının Gran Torino, İnvictus- Yenilmez gibi filmlerinde, ayrıca da Fury, Snowden, Suicide Squad- Gerçek Kötüler, Hızlı ve Öfkeli- 8 gibi filmleri olan sanatçı perdeyi  dolduruyor.

Ana de Armas çok şirin bir kız. Ermeni oyuncu, genelde sanatsal filmlerde izleyegeldiğimiz Simon Abkarian ise gangster Morier’de göz dolduruyor.

 

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Roma tarihine ‘Güç ve Onur’ sloganı eşliğinde yolculuk

Film, belki çok uzun (148 dakika), çok karmaşık, aşırı dramatik gözüküyor. Ama yine de görmeye değer...  

İstanbul güzellikleri önünde özel bir motorla tanışmak

Rahat ve olgun bir kamerayla çekilmiş, müziğe başvurmayan bir film. Belki çok akışkanlığı olmayan, sakin ve özgün bir yapım. Ama bu özgünlüğün birçok sinefili çekeceğine inanıyorum

Din üzerine söylenebilecek ne varsa

Rüya görmek bir anlamda kelebek görmek midir? Tek gerçek varsa, o nedir? Ve sonunda acaba din bir kontrol sisteminden başka bir şey değil midir?

"
"