Komünist Rusya'daki ilk rock müzikçilerinin öyküsü
’68 sonrasına benzer bir özgürlük arayışı, gençliğini koşulsuz biçimde yaşama gayreti
Y A Z X X X X
(Leto)
Yönetmen: Kirill Serebrennikov Senaryo: Mikhail İdov, Lili İdova, Ivan Kapitonov Görüntü: Vladislav Opelyants Müzik: Roman Bilyk Oyuncular: Teo Yoo, İrina Starshenbaum, Roman Bilyk, Anton Adasinsky, Liya Akhedzhakova, Yuliya Aug
Rus filmi
İşte son Cannes ve de son FilmEkimi festivallerinin en büyük sürprizlerinden biri. Rusya’dan gelen bu film hem teknik, hem müzikal, hem sinemasal özellikleriyle oldukça şaşırtıcı gözüküyor. Bunlara ayrıca içerdiği son derece önemli siyasal boyut da eklenebilir.
Eski Sovyetler’in 80’li yıllarından geliyor film. Yani rejimin son on yılından: 1989’da çöküp gidinceye dek... Bir zamanların başkenti Leningrad’da ve kentin biraz resmi, ama daha çok ‘underground’ (yeraltı) pop müzik dünyasındayız.
Bu mekanlarda, rejimin hiç hoşlanmadığı, ancak bir ölçüde ve çok sıkı denetim koşuluyla izin verdiği rock müzik alemindeyiz. Gencecik insanlar Batı’daki örneklerini bin bir güçlükle de olsa yakından izledikleri, kendileri de oldukça özgün bir yaklaşımla yaptıkları bu müziği, kendi hayatlarında da yine Batı’daki gibi yaşıyorlar: Uygun dozda içki ve uyuşturucu, serbest seks, çılgın partiler. Ve de ’68 sonrasına benzer bir özgürlük arayışı, gençliğini koşulsuz biçimde yaşama gayreti.
Film sanki rock müziğine görkemli bir saygı duruşu gibi gözüküyor. Hem de rock’ın ana vatanı olan Anglo-Sakson ülkelerden (yani ABD ve İngiltere’den) ve oralarda bu tema üzerine yapılagelmiş tüm filmlerden daha güçlü biçimde...
Nedeni açık: Çünkü o ülkelerde rock sadece pop-müzikte bir yeni adımdı. Elbette dev bir adım. Ama başta Sovyetler tüm komünist ülkelerde gençlik için çok daha önemli, çok daha anlamlıydı; neredeyse yaşamsaldı.
Filmde açıkça gösteriliyor: Öyle bir ülke düşünün ki, rock’çılar için önce şarkı sözlerini bir komisyon önünde savunmak gerekiyor. Sonra konserlerde hazır bulunan yetkililer hem sözleri denetliyor, hem davranışları. Fazla tezahürat da yasak, övgü dolu pankart açmak da...
Ama deniz kıyısında tam özgürlük var. Tüm müzisyenler kız-erkek, yarı çıplak suya girebiliyor, istediği gibi davranabiliyor, her açıdan azabiliyor. Böylece rock tam anlamıyla bir boşalma alanı haline geliyor; bir özgürlük çığlığı oluyor. Ve böylece öykü bambaşka bir boyut kazanıyor: Bir baskı rejiminde çok kıymetli olan bir uğraş ve değerli bir sanat meydanı.
Bu rejimde kadınların da denetim organlarının başında bulunması; örneğin biri söz denetiminin başkanı iken, bir diğerinin Afganistan’daki savaşa yollanacak çıplak askerleri seçerken onlara ‘kıçını ayır’ diye bağıran hatun olması da ayrı bir olay!..
Filmde ünlü batılı rock’çıların hemen hepsi anılıyor. Bol bol da şarkı var: Ancak hepsi özgün Rus besteleri. Ama biraz fazla kaçtıkları da söylenebilir.
Buna karşılık filmin çok özgün bir yanı daha var. Aslında siyah-beyaz olduğu halde kimi sahnelerin renkli olması değil sadece... Ama kimi bölümlerde işin içine birden grafik çizgiler, animasyon (canlandırma) bölümler ve başka görsel trükler giriyor. Ve filme kendine özgü bir çılgınlık katıyor.
Ve filmin son jeneriklerinde, bu özgün dönem ve müzik hikayesinin odak noktasını oluşturan aşk üçgenindeki iki erkek müzikçinin, Viktor Tsoi ve Mike Naumenko’nun çok genç yaşta öldüğünü öğreniyoruz. Ne acı bir kader!.. Ayrıca kaynaklar anılan hemen tüm müzikçilerin gerçekten de yaşamış kişiler olduğunu belirtiyor. Ve bu filmi daha da ilginç kılıyor.
Elbette şu düşünülebilir: O bir dönemdi. Ve günümüz Rusya’sı elbette çok daha özgürdür... Ne var ki gerçekler bunu doğrulamıyor. İhanet, Öğrenci gibi filmleriyle tanınan 48 yaşındaki yönetmen Kirill Serebrennikov’un bu filminin gösterildiği Cannes 2018’e polis tarafından zorunlu ev hapsinde olduğu için katılamaması, bunun öyle olmadığını göstermeye yeterli değil mi? Toplumlar, hele uzun sürmüş baskı dönemlerinden sonra, kolay kolay özgürleşemiyor.
Not: Haftanın bir diğer filmi GRİNCH’i gördüm, ama yazmak içimden gelmedi. Hoş bir canlandırma filmi, ama küçüklere göre. Büyükler için tek mazeret çocuklarını veya torunlarını götürmek olabilir.
Buna karşılık son Çağan Irmak filmi BİZİ HATIRLA’yı elbette görüp yazacağım. Ama nedense bize ‘mutat’ basın gösterimini yapmadılar. Tüm ekibe kişisel ve mesleksel teessüflerimi yolluyorum. Filmi ancak Pazar günü (inşallah!) bu köşede bulacaksınız.
Filmin gayet hareketli bir kamerası var. Drew Daniels’in elinden çıkma...Sean Baker yönetimle senaryoyu gayet iyi kotarmış. Son haftaların en iyi filmi bence...
Film görkemli bir melodram tadı içeriyor. Konuşmalar oldukça edebi; yani yer yer suni (yapay) kaçıyor. Ayrıca dünyamızın gidişi üzerine de ahkam kesiliyor. Ama belki en önemli yanı, iki kadının o inanılması zor ilişkisi
Başlarda oldukça ilginç gözüken bu film, sonunda insanı neredeyse boğar!.. Ve sanki zaman zaman yönetmen finalde kullanılan ‘ucube’ lafını üzerine giyer. Kanlı-bıçaklı, her türe el uzatmış, ama en büyük özelliği zırvalık olan bir film...