05 Nisan 2023

Türkiye bilindiğinden daha fazla Rus karşıtı adım atıyor

Türkiye'nin sahada attığı adımlar özellikle de Karadeniz bağlamında Moskova'yı çok da memnun edecek türden değil

 

ÇILGIN KALABALIKTAN UZAK    X  X  X  1/2
(Far from the Madding Crowd)   

Yönetmen:  Thomas Vinterberg
Senaryo: David Nicchols
Görüntü:   Charles Bruus Christensen
Müzik: Craig Armstrong
Oyuncular:  Carey Mulligan, Matthias Schoenaerts, Michael Sheen, Juno Temple, Tom Sturridge, Jessica Barden/ ABD- İngiliz yapımı.

 

 

İngiliz romancısı Thomas Hardy’nin en ünlü eserlerindendir, Çılgın Kalabalıktan Uzak...1870 yıllarının tipik Victoria çağı İngiltere’sinde, Londra’nın taşra yöresinde, doğanın tam göbeğinde geçen ve bu pastoral dekoru yoğun insan dramlarının mekanı olarak kullanan bir büyük roman...

Romanın kahramanları da tarihten (daha çok din tarihinden) gelen adlar taşırlar: Batsheba, Gabriel, Francis Troy gibi...

Hikayenin odağında, zengin bir akrabasının çiftliğine çalışmaya gelen, ‘diplomasından başka bir şeyi olmayan’ güzel ve başına buyruk Bathsheba Everdene vardır. Tarlada çalışan, toprağı sürmekten sürülerin peşinden koşmaya her işe gönül indiren dik başlı bir genç kadın...

İlk ilgisini çeken erkek, arazide rastladığı yakışıklı çiftçi Gabriel Oak olur. Utangaç görünüşlü genç adam genç kıza abayı yakar, kısa süre sonra da evlenme teklifi yapar. Ama Bathsheba’nın o taraklarda bezi yoktur; özgürlüğüne öylesine düşkündür ki..

Sonra komşu çiftliğin gizemli sahibi William Boldwood devreye girer ve şansını dener. Daha sonra da bir yanlışlık sonucu asıl sevdiği kızla evlenemeyen çapkın ve uçarı teğmen Francis Troy...

Genç kadın hiçbirine kolay yanaşmaz. Ama sonunda Troy’u seçer ve onunla evlenir. Ancak, bu garip dörtlünün ilişkileri kolay bitecek değildir. Araya giren kıskançlık, tutku, şiddet, giderek ölüm olaylarından sonra, birbirlerini asıl hak eden çift mutluluğa uzanabilecek midir?

Bu ünlü romanı okumadım. Ama 1967’de John Schlesinger’in yönettiği ve Julie Christie, Alan Bates, Terence Stamp, Peter Finch gibi müthiş bir kadronun hayat verdiği filmi biliyorum.

Bu yeni yorumu bu kez Danimarkalı Thomas Vinterberg yüklenmiş. Şölen, Sevgili Wendy, Onur vb. son derece kişisel filmlerin  yönetmeni, ününü yapan cesur, hatta küstah tavrı bu kez biryana bırakmış gözüküyor. Ne de olsa elinde İngiliz edebiyatının bir zirvesi var. Ve herhangi bir saygısızlık sözkonusu değil!...

Böylece karşımıza görsel açıdan görkemli, oyunculuk açısından son derece parlak, ama öz olarak biraz yadırgatıcı bir film geliyor. O alabildiğine ‘mağrur kadın’ tiplemesi, gerçi 19. yüzyılda kadın yazarların çok önemli olduğu İngiltere için doğal sayılacak bir feminist ton içeriyor. Ayrıca da bu bakış, bizde de az mı romana ve romancıya esin vermiştir!... Kerime Nadir’den Esat Mahmut Karakurt’a ve elbette bunlardan yola çıkan Yeşilçam’a dek...

Ama görünürdeki o keskin melodram atmosferi ve oldukça karışık bir aşk ilişkileri ağı sizi yanıltmasın... Bu, o çağı birçok ögesiyle canlandıran görkemli bir dönem filmi ayni zamanda... Bir yandan, her şeyin fonunda maddi kavramlar yatıyor: zengin ve fakir ayrımı, mülkiyet, miras. Ve gönül ilişkileri de gelip bu duvarlara çarpıyor. Hep bir sınıf toplumu olmuş İngiltere için şaşılacak şey değil...

Böylece dönem için tarımın önemi kadar, örneğin hayvancılığı bekleyen risk ve tehlikeler de anlatılıyor: 200 koyunun birden, öndekini izleyerek kendilerini uçuruma atması veya masum bir bitkinin tüm bir sürüyü zehirlemesi gibi.... 

Ön planda ise karakterler var. Görkemli kadro sayesinde canlanan... Gerçi önceki uyarlamanın yukarda saydığım büyük oyuncularını unutmak kolay değil. Ama ben kendi adıma, muzip bir çocuk ifadesi taşıyan ve sanki dünyanın üm duygularına apaçık yüzüyle Carey Mulligan’ı çok beğenirim, bu rolde da bayıldım. Ve klasik dönem Hollywood yıldızı Jane Wyman’la benzerliğini fark ettim.

Jacques Audiard’ın Pas ve Kemik filmiyle  tanıdığımız, daha sonra ise Kan Bağları, The Drop- Kirli Para, The Loft- Daire gibi filmlerde izlediğimiz Belçikalı Mathias Schoenaerts, yine herşeyi yansıtabilen geniş ve anlamlı yüzüyle, bizlere o gizemli toprak adamını çok iyi canlandırıyor. Genç ve uçarı askerde Tom Sturridge,  onun talihsiz aşkında Juno Temple ve elbette gizemli ve hüzünlü Michael Sheen de harika.

Sonuç olarak, biraz tozlu gibi dursa da parlak bir klasik roman uyarlaması; ona yakışır biçimde klasik bir sinemayla sunulmuş bir büyük aşk ve tutku filmi.

 

Bir şeyler aranmış. Ama pek de bulunamamış...

 

 

TERKEDİLMİŞ      X  X  

Yönetmen ve senaryo:  Korhan Uğur
Görüntü:  Ali Cihan Yılmaz
Oyuncular:  Levent Ülgen, Hakan Vanlı, Sema Şimşek, Konul Nagiyeva, Kamran Agabalaev, Hakkı Ergök, Mahmut Gökgöz, Neriman Uğur, Burak Sarımola/ FPS yapımı.

 

 

Türk sinemasından artık ‘tür filmi’ dışında gelen her şey peşin bir sempati uyandırıyor. Komedi, korku ve aşk filmleri öylesine sömürüldü ve suyu çıkarıldı ki…Bu açıdan, katkıda bulunan kimseyi tanımıyorsak da bu gençlerin elinden çıkma filme ilgi duyup gördüm. Ama çok başarılı olduğunu söyleyemem.

Film bize üst üste bir grup insanı tanıtıyor. Daha doğrusu şöyle bir gösteriyor ve diğerlerine geçiyor. Bu hızlı tempo içinde, figürler yavaş yavaş beliriyor. Terkedilmiş gözüken bir koca binada yaşayan yaşlı, alkolik bir adam ve (anlaşılan)( karısı… Kötülük kumkuması gibi gözüken ve etrafa tehditler savuran biri… Hasta oğlunu kurtarmaya çalışan bir diğer yaşlı adam… Üç kişilik bir sağlık ekibi: doktor, hemşire ve teknisyen…Rus kızlarını pazarlayan bir aracı. Ve Arapça (ya da İngilizce) konuşan bir kadın göçmen.

Bu uyumsuz tiplerin kaderi, anlaşılıyor ki bir böbrek nakli operasyonunda buluşacaktır!... Çünkü o tehditkar adam, türlü-çeşitli işler arasında organ ticareti de yapar. Amacı,  o yabancı göçmen kızın böbreğini alıp onu oğlu için kullanmak isteyen yaşlı adama satmaktır. Bunun için hepsi, o terkedilmiş eski sanatoryom binasında buluşurlar. Raslantıya bakınız ki o yapı, alkolik adamla karısının da yıllardır içine sığındığı yapıdır!...

Doğrusu entrika (hele sadece 85 dakikalık bir film için) öylesine karışık ki… Ve ayni zamanda öylesine zorlama ki… Ham bir senaryo ne karakterleri yeterince ele alıp işleyebiliyor. Ne de sayısız mantıksızlığı örtebiliyor. Örneğin o şüpheli insanlar topluluğunun, bir kez bile içinde para olduğu söylenen zarfları alıp kontrol etmemesi… Yaşlı adamın tüm parayı o tehlikeli adama verdiği halde bundan kimseye söz etmemesi gibi şeyler, hiç inandırmıyor.

Ayrıca ameliyatın hiç, ama hiç gösterilmemesi veya o harap yapıdaki yemekhanenin nasıl kusursuz bir hastane odasına dönüştüğünün açıklanmaması da cabası. 

Finalde bir-iki küçük, ama etkileyici sürpriz var. Anlatımda ise belli bir  akışkanlık ve ilginç kamera hareketleri göze çarpıyor. Ama  bu kadarının bu ekibe ‘hoşgeldiniz’ demeye yeteceğine emin  değilim. Bakalım, göreceğiz.

 

Batı'da güçlenen Türkiye karşıtlığından içeride beslenme derdinde olan AKP yönetimi ise asıl derdin İsveç'in tutumundan kaynaklandığı, vetonun Rusya'yla alakası olmadığını net mesajlarla vermekten kaçındı.

Tabii bir taraftan da Rusya'nın bunu kendisine dönük bir jest olarak görme ihtimali nedeniyle de mesajlarını muğlak bırakıyor olabilir.

Elbet Türkiye'nin ve onu takip eden Macaristan'ın onay sürecini geciktirmesi NATO'nun Rusya karşısındaki dayanışmasını zayıflatan bir görüntü yaratıyor. Ancak Kremlin'in bunu kendisine dönük bir jest olarak görme ihtimali zayıf. Zira, Türkiye'nin sahada attığı adımlar özellikle de Karadeniz bağlamında Moskova'yı çok da memnun edecek türden değil.

Ankara'dan Moskova'ya: "Rus filosuna bağlı gemiler Boğazlardan geçmesin"

Rusya kendi deyimiyle Ukrayna'ya "özel askeri operasyon" başlattıktan sonra, Ankara bu saldırganlığı "savaş" olarak niteledi. Bu nitelemeye uygun olarak da Montrö Sözleşmesi'nin 19. Maddesini uygulamaya koydu ve böylece savaşan tarafların savaş gemilerine Boğazları kapadı. Savaşan tarafların savaş gemilerine Boğazların kapalı kalmasının tek istisnası var. O istisna, savaş çıktığında Karadeniz dışında bulunan Rus Karadeniz Filosu'na bağlı savaş gemilerinin, ana üslerine dönmek üzere bir defalığına Boğazlardan geçişine imkan tanıyor.

Türkiye 19. maddeyi uygulamaya koyduktan sonra Moskova'ya, "Karadeniz dışında olan Karadeniz Filona bağlı gemilerini geri çağırma, Boğazlardan geçmesinler. Bu tırmandırma olarak görülür, yararlı olmaz" demiş.

Rusya da buna uymuş. Karadeniz filosuna bağlı olup da ana üssünde bulunmayan gemilerin sayısının 20 ile 30 arasında olduğu varsayılıyor. Moskova'nın bugüne kadar bu istisnadan hâlâ yararlanmıyor olması da dikkat çekici.

Tabii Türkiye aslında Montrö'yü genişçe yorumlayıp, Karadeniz'de kıyısı bulunmayan ve resmi olarak savaşan taraf olmadıkları için aslında Boğazlardan geçip Karadeniz'e çıkma hakkı olan ülkelere de gayri resmi olarak Boğazları kapattı. Gayri resmi diyorum; zira özel bir karar yok. Sadece tavsiye var. Özellikle Rusya'nın hasım olarak gördüğü NATO ülkelerine, "Siz de Karadeniz'e savaş gemisi çıkarmayın, tırmandırmaya yol açmasın" tavsiyesinde bulunuldu. Bu tavsiyeye de uyuluyor.

Özellikle Batılı müttefiklerin bununla ilgili tavırlarını sorduğum bir diplomattan şu yanıtı aldım, "hani iki taraf tam birbirine girmeye hazırlanırken, bir üçüncü çıkar, birini omuzlarından tutup, kavgayı önlemeye çalışır. O da engellendiğinden memnundur ama yalandan "Bırak beni, bırak beni" der. Biraz öyle bir durum var. Aslında memnunlar bu durumdan. Gerçekten de NATO ve AB'deki bazı ülkeler Rusya'nın bodoslama üstüne gitmek isterken, bazıları tırmandırmamaya özen gösteriyor.

Karadeniz'le ilgili Türkiye'nin elde ettiği veriler Kiev'e iletiliyor

Öte yandan Rusya'nın 2014'te Kırım'ı ilhak edip, üstüne geçen sene Donbas'a saldırması, Karadeniz havzasını NATO için önemli bir ağırlık merkezine dönüştürdü. Bu ağırlık merkezinde de Rusya'yı dengeleyen en güçlü ülke, elbette Romanya ya da Bulgaristan değil; tabii ki Türkiye.

Karadeniz'de her an Türk Deniz Kuvvetleri'ne ait bir deniz karakol uçağı, bir denizaltı ve bir fırkateyn ya da korvet görevde bulunuyor. Bu unsurlar da Karadeniz'e ilişkin Tanımlanmış Deniz Resmi'nin yüzde 67'sini NATO'ya gönderiyor. Yani deniz ortamında ne olup bittiğini, su üstü, su altı ve havadaki unsurlardan elde edilen bilgilerle NATO'ya aktarıyor. Daha da önemlisi, Türkiye bu bilgileri neredeyse 10 yıla yakındır Ukrayna'ya da gönderiyor.

Moskova'yı pek de memnun edecek tavırlar değil bunlar.

Türkiye NATO içinde kara koyun olarak gösterilirken, Karadeniz'le ilgili veri toplamanın boşta kalan yüzde 33'lük kısmın diğer NATO ülkelerince sağlanabileceğine dikkat çekiliyor. Romanya gibi bir ülkenin deniz kuvvetlerini Karadeniz'de tutmak yerine, özellikle Türkiye'nin büyük rahatsızlık duyduğu AB'nin İRİNİ operasyonuna bağlı olarak Akdeniz'de bulundurmayı tercih ettiğine işaret ediliyor.

İsveç üstünde baskı arttı

Gelelim Helsinki'nin NATO'ya resmen girmesiyle Türkiye'nin yükünün hafiflediği ikinci konuya. Ankara Finlandiya'ya yaktığı yeşil ışıkla İsveç'in üzerindeki baskıyı arttırmış oldu. "Demek ki, Finlandiya gibi demokratik bir ülke, özellikle Türk karşıtı gruplara yaklaşımı ile Ankara'yı karşısına almaktan kaçınabiliyor, ya da attığı adımlarla Türkiye'nin beklentilerini karşılayabiliyor," mesajını vermiş oldu.

Zira İsveç, Türkiye'nin özellikle terörle mücadele konusundaki beklentilerini karşılamakta zorlanmasına "demokratik standartları" gerekçe gösteriyor. Tabii her ülkenin kendine özgü şartları var; ama sonuçta Türkiye bu gerekçeye karşı, "Finlandiya İsveç'ten daha az demokratik değil herhalde," deme imkanına sahip oldu.

Şimdi İsveç'liler, bir yandan Türkiye ile müzakereleri yürütürken, bir yandan da gözlerini seçimlere çevirmiş durumdalar. Seçim sonuçlarına göre, her iki durumda da, Temmuz'daki NATO zirvesine kadar Ankara'da Meclis'ten onay çıkar mı diye merak içindeler.

Barçın Yinanç kimdir?

Barçın Yinanç, 1968 yılında doğdu, ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü'nü bitirdi. 1990'da stajyer olarak başladığı Milliyet Ankara Bürosu'nda 10 yılı aşkın bir süre diplomasi muhabirliği yaptı. Ardından televizyon haberciliğine geçerek önce TV8, sonra CNN Türk Ankara Bürosu'nda çalıştı.

Türkiye-ABD, Türkiye-AB ilişkilerinin yanı sıra Kafkaslar'dan Ortadoğu'ya, geniş bir coğrafyada Türk dış politikasıyla ilgili gelişmeleri takip etti. Çok sayıda yabancı hükümet yetkilisiyle söyleşiler yaptı, BM, NATO ve AB gibi uluslararası kuruluşların zirvelerini, perde arkası gelişmeleri yerinden haberleştirdi.

2004 yılında İstanbul'a yerleşti, CNN Türk ve Referans gazetesinin ardından İngilizce yayımlanan Hürriyet Daily News'da (HDN) çalışmaya başladı. Haber koordinatörü, yorum sayfası editörü olarak çeşitli görevler aldı; 2010'dan başlayarak on yıl boyunca gazetenin pazartesi söyleşilerini gerçekleştirdi. Bu süre boyunca dış politika analizlerini yazmaya devam etti.

Pek çok uluslararası düşünce kuruluşunun toplantılarına konuşmacı, kolaylaştırıcı olarak katılıyor, yabancı yayın organlarının yayınları için yorumlar yapıyor. AtlatmaHaber adlı podcast serisini hazırlayan Yinanç Diplomasi Muhabirleri Derneği, Uluslararası Kayak Kayan Gazeteciler Derneği (Ski Club of International Journalist) ve Dış Politikada Kadınlar platformunun üyesi.

Son yayını; Women, Peace and Security Agenda in Turkey and Women in Diplomacy: How to Integrate the WPS Agenda in Turkish Foreign Policy (Türkiye'de Kadın, Barış ve Güvenlik Ajandası-Diplomaside Kadın: Türk Dış Politikası'na Kadın, Barış ve Güvenlik Ajandası nasıl dahil edilir) başlığını taşıyor.

Aralık 2020'de itibaren T24'te yazan Barçın Yinanç, T24 ekranında da, her hafta Metin Kaan Kurtuluş'la birlikte "Dış Politika ile İçli Dışlı" adlı programı yapıyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Fidan ve Kılıç Washington yolunda: Zamanlama tesadüf mü?

Ne muhalefetin ne toplumdaki AK Parti karşıtlarının “dış güçlerden” bir beklentisi var. Asıl beklentisi olan iktidar. Bu beklentilerinin karşılanması için vereceklerinin, yapacaklarının sınırı ne acaba? Bunu da sorgulamak gerekiyor

“Türkiye AB’den bir şey karşılığında, bir şey isteyecek”

Avrupa ile Türkiye arasında yeni bir yakınlaşma süreci var. Ancak AB Türkiye’ye baktığında Rusya’ya karşı büyük bir ordu ve savunma sanayii görüyor. Ne Ankara ne de Avrupa’nın, Türkiye’deki demokratik geri gidişin tersine dönmesi konusunda niyeti-isteği var.

Trump “Ich bin ein Kremliner” derse Ankara ayazda kalır mı?

ABD ile Avrupa arasındaki ayrım genişliyor. ABD, Rusya’yla ilişkileri düzeltmek isterken Avrupa’nın gözünde Rusya en büyük tehdit olmaya devam ediyor. Ankara, Rusya’yı nasıl konumlandıracak? Avrupa gibi, Rusya’yı hasım olarak mı görecek; yoksa ABD gibi “Ben Moskova’yla ilişkilerimi bağımsız yürütürüm” deme gücüne sahip mi?

"
"