İFTARLIK GAZOZ X X 1/2
Yönetmen: Yüksel Aksu
Görüntü: Mirsad Heroviç
Oyuncular: Cem Yılmaz, Berat Efe Parlar, Macit Koper, Okan Avcı, Yılmaz Bayraktar, Ümmü Putgül, Greta Fusco, Sümer Ezgi, Gün Koper
Teke Film - Nulook yapımı
|
Yüksel Aksu’nun üçüncü filmi beni görece olarak düşkırıklığına uğrattı. İlk iki filmi Dondurmam Gaymak ve Entelköy Efeköy’e Karşı’yı çok sevmiş, hatta ikincisini Yüz Yılın Yüz Türk Filmi kitabıma almıştım.
Çünkü Aksu bence sinemamızda yalnızca popüler komedi kavramını en düzeyli biçimde gerçekleştirmekle kalmıyordu. Ayrıca taşrayı, köy ya da kasabayı da kusursuz bir dekor olarak kullanıyordu: doğası, insan malzemesi, alışkanlıkları ve kültürüyle… Böylesine kültürler, giderek değerler ve yaşam biçimleri karması olan ülkemizde, bu tarz bir sinemaya hep ihtiyaç olduğu bir gerçek değil mi?
Aksu bu filmde de gözde coğrafyası olan Ege’ye dönüyor. Tıpkı Reha Erdem, Çağan Irmak ve başkaları gibi… Ve 1970’lerin başından 80’lere uzanan bir hikaye anlatıyor. Önce 80’lerde açılan filmde, 12 Eylül’ün doldurduğu hapishanelerdeki mahkumlar adına ölüm orucu tutan ve bir sedyede Hazret’i İsa gibi yatan Adem’i görüyoruz.
Sonra hikaye 70’lere dönüyor. Ve Adem’i bu kez, ilkokulu ‘iftiharla bitirmiş’, yaz tatili için ana-babasının gazoz satıcısı Cibar Kemal’e emanet ettiği afacan bir çocuk olarak buluyoruz.
Cibar Kemal o alabildiğine şirin Ege kasabasında kendi imal ettiği gazozları satarken, piyasadaki Coca Cola vb. yabancı kaynaklı gazozların rekabetiyle boğuşuyor. Adem ise büyümenin tüm sorunlarını yaşıyor. Ramazan ayıyla birlikte büyükler gibi oruç tutmaya heves edince, sıcakla birleşen birçok şey onu sarsıyor: camideki imamın iyi niyetli, ama bir çocuğa fazla sorumluluk yükleyen vaazları; Kemal’in hergün satılmak üzere verdiği gazoz kasaları; bu arada belki ilk aşkı olan şipşirin bir küçük kız…
Demek ki bu temelde bir büyüme öyküsü. Cami-imam bölümleri, müslüman bir cemaatin Ege’nin o kendine özgü rahatlığı ve hoşgörüsü içinde nasıl dindarlıkla güncel yaşamı bağdaştırabildiğini gösteriyor. Çoluk-çocuk dinlenen vaazlar, teravih namazıyla maç nakli çatışmasının bir biçimde çözümlenmesi gibi. Bu belki filmin en ilginç yanı…
Daha sonra ortaya Hasan çıkıyor: dönemin solcu gençliğinin taşra uzantısı olarak… Dev-Genç’li Hasan, bir yandan kitabi ve didaktik bir söylem sunarken, öte yandan halkını bilen ve seven, onlara birşeyler öğretebilmek için çırpınan bir genç adam. Adem’e de Gorki’nin Ekmeğimi Kazanırken romanını veriyor. Ki finalde ikisinin kaderi acılı biçimde çakışacak ve on yıl sonra Adem’i ölüm orucunda bulmamızın nedenleri ortaya çıkacaktır.
İftarlık Gazoz, Yüksel’in önceki filmleri düzeyinde değil. En büyük kusuru, senaryodan başlayarak çok dengesiz bir yapı kurması. Öncelikle film, hem onun önceki filmleri, hem de başında Cem Yılmaz’ın bulunduğu bir kadroyla, bir komedi beklentisi yaratıyor. Ama bunu hemen hiç vermiyor: gerçek bir mizah ve espri yokluğu ve açık bir tempo düşüklüğüyle…
Aslında Aksu’nun sinema dili yine iyi. O özenli kamera hareketleri (özellikle kaydırmalar), harika bir mekan kullanımı, kalabalık sahneleri çözümleme başarısı. Tüm o çarşı-pazar, hıncahınç dolu yazlık sinemada yerli film izleme ya da plaj bölümleri. Bunlarda hiçbir kusur yok.
Ama film çok ağır akıyor. Ve bunu dengelemek için gerekli güldürü ögesini hemen hiç kullanmıyor. Cem Yılmaz gibi bir büyük koza rağmen…
Daha ötesi, film/hikaye tüm ağırlığını, mesajını ve dramatik gücünü finale saklamış. Hemen herşey o son bölümde olup bitiyor, seyirciyi gerçekten etkileyip belleğinde kalacak herşey o bölümde hayata geçiyor.
Ne var ki Aksu, finali tam anlamıyla aceleye getirmiş. Fonda hiç susmadan çalan bir müziğin (ve onun yarattığı dizi, daha da kötüsü dizi finali izlenimi) etkisi altında, herşey birden toparlanıyor, sürprizler üstüste geliyor. Ve film çabucak bitiyor.
Ve bence tüm o çabaya, tüm o hazırlık bölümlerine yazık oluyor. Bir tür 'Babam ve Oğlum' olabilecek film, bunu başaramıyor.
Öte yandan, Adem’in La Fontaine okurken aklından geçenleri canlandırma bölümleriyle vermek iyi fikir. Ama belki yakın zamanda Çağan Irmak’ın Nadide Hayat’ında ayni şeyin çok iyi yapılmış olmasından, bir ‘déjà vu’ duygusu yaratıyor.
Cem Yılmaz yine ilginç bir karakter çiziyor. Ama senaryo ona hemen hiç gerçek komiklik, iyi espri yapma olanağı tanımamış. Keşke biraz birlikte çalışabilselerdi…
Çocuk oyuncu Berat Efe Parlar büyük bir yetenek. Diğer genç oyuncular da iyiler. Macit Koper ustanın imamı ise kolay unutulmayacak.
YALAN LABİRENTİ X X X 1/2
Yönetmen: Giulio Ricciarelli
Senaryo: Elisabeth Bartel, G. Ricciarelli, Amelie Syberberg
Görüntü: Martin Langer, Roman Osin
Müzik: Sebastien Pille, Niki Reiser
Oyuncular: André Szymanski, Alexander Fehling, Friederike Becht, Gert Voss, Johannes Krich
Alman filmi |
Beni yıllardır okuyanlar, ırkçılığı bir numaralı insanlık suçu sayan tavrımı ve bununla bağlantılı olarak, Nazi faşizmiyle Yahudi soykırımını işleyen filmlere düşkünlüğümü bilirler.
Yalan Labirenti bunların en yenisi. Tıpkı Christian Petzold imzalı Phoenix- Yüzündeki Sır gibi bizzat Almanlardan geliyor. Ve bize farklı bir dönemi anlatıyor.
Yıl 1958’dir. Savaştan 13 yıl sonra Almanya o acı günleri unutmuş, görkemli bir ekonomik kalkınmayla gününü gün etmeye başlamıştır. Ne ikiye bölünmüş eski ülke, ne de inatla o günlere eğilen yabancı filmler, dönemin Adenauer başkanlığındaki hükümeti uyaracak gibi değildir. Unutmak, her düzeyde kitleye sunulacak en iyi, hatta tek ilaç gibidir.
Ama bir ihbar adalete intikal eder: yeni atanan bir öğretmenin eski bir SS görevlisi olduğu hakkında… Dosya birkaç masa dolaştıktan sonra, kendisini bir çöp sepetinde bulur. Gerçek anlamda!…
Ancak genç ve idealist savcı Johann Radmann onu çöpten alır. Ve ihbarı yapan gazeteci Thomas Gnielka’yla işbirliği yaparak, bir soruşturma başlatmaya çalışır.
Böylece karşımıza gerçekten de belleğini yitirmiş bir toplum görüntüsü çıkar. Kimse geçmişi hatırlamaz, gençler ise bilmez. Çünkü öğretilmemiştir!.. Böylece tarihin en büyük insan mezbahası olan, yıllar önce gezdiğimde gözlerimden yaşlar getiren Polonya’daki Auschwitz ölüm kampının adını bile bilmeyen öğretmen veya avukatlar görürüz!..
Kampın ünlü cani doktoru Josef Mengele ise sığındığı Latin Amerika ülkesinden sık sık gelip ülkede kalmış yaşlı babasını ziyaret etmektedir: kimsenin ruhu duymadan!...
Ama artık tarihin çarkları dönmeye başlamıştır. Ve hatırlamak kaçınılmazdır. Böylece ölüm kamplarının eski görevlileri birer ikişer bulunup tutuklanır. Ve ABD’nin hemen savaş sonrası Nurenberg’de yaptığı ünlü Nazi suçları mahkemelerinden yıllar sonra, Naziler bu kez Hamburg’da kendi vatandaşlarınca yargılanmaya başlanır.
Bu arada İsrail’in MOSSAD örgütü yine ünlü bir Nazi suçlusu olan Adolf Eichmann’ı Arjantin’den kaçırıp ülkesine getirecek, orada yargılayıp idam edecektir: Hamburg duruşmalarıyla ayni tarihlerde. (İdamı:1962) Radmann’ın kişisel bir saplantı haline getirdiği canavar ruhlu Mengele ise yakalanamayacak, ancak 1979’da Brezilya’da boğulup ölecektir.
Film elbette konusunun ve iyi yazılmış, tarihe sadık senaryosunun katkısıyla görkemli bir politik drama dönüşüyor. Temel kusuru, savcı Radmann’ın pek yakışıklı olması kadar, gereksiz gözüken bir aşk öyküsünün de hikayeye katılması: biraz zorlama olarak…
Oysa örneğin Stanley Kramer’in Hamburg’dan esinlenerek yaptığı ünlü Nurenberg Duruşmaları filmi (1961), üç saatlik süresine karşın belgesel tavrını hiç bozmuyor ve yine de ilgiyle izleniyordu. (Ama öyle bir kadrosu da vardı ki!)
Yine de siyasete ve yakın tarihe ilgi duyanlar, bu filmi büyük keyifle izleyecek sanırım. Tarihe, hele yakın tarihe işlenmiş insanlık suçları çerçevesinde eğilmek hep önemli, öyle de kalacak. Hepimiz bu suçları asla işlememeye ve işleyenleri de hoşgörüp affetmemeye iman edinceye dek…