07 Ağustos 2015

Kapitalizm cennetinde şiddet gösterisi

Başarının bedeli üzerine görkemli bir insan dramı seyrediyoruz

SON ŞANS  (Southpaw)  XXXX 

Yönetmen: Antoine Fuqua
Senaryo: Kurt Sutter
Görüntü: Mauro Fiore
Müzik: James Horner
Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Rachel MacAdams, Forrest Whitaker, 50 Cent, Oona Laurence, Naomie Harris,  Victor Ortiz, Skylan Brooks, Miguel Gomez/Amerikan filmi.

 

 

İşte tipik Amerikan bir film. Bu sinemanın içerdiği en iyi şeylerden bir bölümünü alıp kullanan. Belki birkaç kusuruyla birlikte...

Bunlardan biri, öncelikle boks üzerine bir film olması. Bu spor evrensel olabilir, ama en büyük ilgiyi ABD’de gördüğü ve en iyi filmlerine Hollywood’da kavuştuğu yadsınabilir mi?

Daha 1930’larda o ilk The Champ-Şampiyon filmiyle başlayıp zaman içinde onun ikinci çevrimine (ah o Jon Voight ve küçük Ricky Schroder ikilisi!), Scorsese’nin Raging Bull- Kızgın Boğa’sından ünlü Rocky serisine (ki şugünlerde 7. bölümü hazırlanıyor!), Paul Newman’lı Somebody Up There Likes Me- Yukarda Biri’den Anthony Quinn’li Requiem for a Heavy Weight- Altın Eldiven’e, Muhammed Ali üzerine Will Smith’li Ali’den Mark Wahlberg’li The Fighter-Döğüşçü’ye...

Ya da boksöründen çok Humphrey Bogart’ın menejer karakteriyle hatırlanan Mark Robson filmi The Harder They Fall-Şöhretin Sonu’ndan yine Clint Eastwood’un menajerliğiyle belleğimize çakılan Eastwood filmi Milyonluk Bebek’e neler neler akla gelir. Farklı bir çeşitleme olan David Fincher başyapıtı Döğüş Kulübü’yle birlikte...

Bu vahşi sporun Amerikan sinemasında böylesine ilgi görmesi, yine tipik Amerikan ögelere dayanıyor. Öncelikle bir şiddet toplumu olagelmiş bu ülkede, bu şiddet sporuna olan ilgi kaçınılmaz. Ayrıca yine haşin kapitalizmin onu çok büyük bir gösteri ve müthiş bir kumar biçimi olarak sunma becerisi.

Ki buradan yola çıkarak, boksörlerin parlak dönemlerinde kazandıkları büyük paralar da “başarı, ne pahasına olursa olsun başarı” sloganına sarılmış bu toplum için güzel hikayeler üretebiliyor.

Billy Hope adlı bir boksörün hikayesi, biyografik bir film değil. Üstelik onun kariyerini kapsamıyor, sadece son dönemine eğiliyor. Bize tanıtılan Billy, 40 küsur maçında hiç yenilmemiş, ama bunun bedelini bedeninde, özellikle de yüzünde harap olmuş organlar ve yıpranmış bir sağlıkla ödeyen bir adam. Maureen adlı çok güzel bir eşi ve Leila adlı bir küçük kızı var.

Onu başta öylesine haşin bir maçta izliyoruz ki, yüreğimiz kabarıyor. Maç sonrasında Maureen kararlıdır: Kocası boksu bırakacaktır ve sakin bir hayata başlayacaklardır.

Ama çok özel bir gecede, bir büyük otelde düzenlenen ve Billy’nin bir konuşma yaparak para toplayacağı bir yardım gecesinde, tam Amerikan usülü bir şiddet patlıyor, silahlar çekiliyor... Ve Maureen yerde ölü yatıyor!... O andan itibaren Billy için herşey tam bir çöküştür. Neden sonra belki kendisini toplayıp kızına ve gerisine kavuşma umudu çıkacaktır.

Artık birçok iyi filmiyle hatırladığımız Antoine Fuqua (Training Day-İlk Gün, Kıral Arthur, Tetikçi, Brooklyn’in Azizleri, Kod Adı: Olimpus, vs) yine sağlam bir senaryodan son derece görsel bir film çıkarmayı başarıyor. Film boks sahnelerinin vahşetiyle en çok Kızgın Boğa’yı hatırlatsa da, ondan (ve anılan tüm filmlerden) daha çok dram yüklü. Bu da filmi, örneğin bir Rocky serisinin geriliminden çok, bir melodrama doğru kaydırıyor. Yani duygu yükü, gerilim ve aksiyondan daha fazla. Hatta kimilerine abartılı bile gelebilecek kadar...

Yine de son derece etkileyici bir film bu... Başarının bedeli üzerine görkemli bir insan dramı seyrediyoruz. Dokunaklı bölümlerle çılgın döğüş sahnelerinin birbirini izlediği...Acımasız, vahşi, ödünsüz bir yaşam biçimi. Vahşeti sevenlerle parayı sevenlerin insanlıklarını vestiyerde bırakarak girdikleri, antik çağın stadyumlarını andıran dev salonlarda kanlı bir gösteri izleyip doyuma ulaştıkları bir eğlence ve spor biçimi. Ne denebilir?

İyi oyuncu Jake Gyllenhaal’in belki bu yıl bence çoktan hak ettiği Oscar’a taşıyabilecek bir rol. Rachel McAdams ve Forest Whitaker de süper. Ben küçük oyuncular Oona Laurence (Leila) ve Skylan Brooks’u da (Hoppy) çok tuttum. Seçim sizin...

 

İçinde Türkiye’den söz edilen NewYork güzellemesi

 

WHILE WE’RE YOUNG      X X X X

Yönetim ve senaryo: Noah Baumbach
Görüntü: Sam Levy
Müzik: James Murphy
Oyuncular: Ben Stiller, Naomi Watts, Adam Driver, Amanda Seyfried, Maria Dizzia, Matthew Maher, Adam Horowitz, Peter Yarrow, Charles Grodin/Amerikan filmi.

 

 

Noah Baumbach yine yapacağını yapıyor. Ve kendi hayatını izleyerek, 20’li yaşlardan başlayıp günümüzde 40’lı yaş gurubuna getirdiği kadın-erkek ilişkilerini anlatan filmlerine bir halka daha ekliyor. Hem de gayet sağlam bir halka...

Genelde olduğu gibi NewYork’u fon olarak alan, yaş ya da kuşak farklarının önemini vurgulayan, her zaman temel öge olarak iyi gözlemlenmiş insan psikolojisini (buna tipik Amerikalı orta sınıf ve de WASP mensubu olma koşulları da eklenebilir) ana tema seçmiş bir film daha...

Ve bunu her zaman yüksek bir zeka düzeyiyle yapma özelliğini, bu filmde de pekiştiriyor. Sanki Woody Allen’in mirasçısı olma yolunda bir adım daha atarak..

Temel kişileri Josh ve karısı Cornelia. Belgesel sinemacısı Josh, ev kadını Cornelia ile neredeyse mükemmel uyumu yakalamış. Gerçi “Amerika’da güç ve iktidar” temalı son filmini on yıldır bitirememiş. Hatta bunun için, kendisi de ünlü ve ödüllü bir belgeci olan kayınpederinin cömert yardım önerilerini de reddetmiş.

Çiftin kendi yaşlarındaki bir arkadaş grubu var. Temel özellikleri, hepsinin çocuk (ya da bebek) sahibi olmaları, bununla çok iftihar etmeleri ve bunu ortak yaşamlarının başlıca uğraşı haline getirmiş olmaları.

Oysa Josh ve Cornelia’nın çocukları yok!...İstememiş değiller, ama olmamış. Cornelia’nın birkaç kez düşük yapması pahasına... Ancak bu durum o arkadaş grubunun onları küçümsemesine, giderek dışlamasına yol açıyor: Bir keresinde evlerindeki çok kalabalık bir partiye davet edilmediklerini anladıklarında, bayağı güceniyorlar.

Ama teselli gelmekte gecikmiyor: Çok daha genç bir aşık ikili biçiminde... Jamie ve Darby 20’lerinde bir çift. Raslantı bu ya, Jamie de bir belgeselci (aslında bunun raslantı olmadığı da ortaya çıkıyor).

Ama kuşaklarının tersine kürek çekiyorlar: Modern aygıtları kullanıyor, ama onların esiri olmayı reddediyorlar. Duvarları vinil albümler veya VHS video-kasetlerle dolup taşıyor, Eye of the Tiger şarkısını veya Lionel Ritchie baladlarını dinliyor, daktilo kullanıyor, ev mobilyalarını kendileri yapıyorlar. Google veya Twitter’in kölesi olmuyorlar. Anlamlı bir sahnede bilmedikleri bir sözcük için biri Google’a girmeye çalıştığında, öteki “bırak, bunu da öğrenmeyelim” diyebiliyor!

Bizimkiler bu ‘bugünkü gençlere benzemeyen genç çift’ karşısında şaşıp kalıyor, onları arkadaşlarından çok daha yakın buluyor ve kendileri de sanki bir gençlik aşısı olmuşa dönüyorlar.

Film bir yandan New York’lu beyaz orta sınıf Amerikalı olmanın koşullarını, öte yandan bu büyük grubun içinde ayrıca da sanatçı olmanın özel konumunu ele alıyor. Ve elbette o bitmeyen yaş konularını, yaşlanma kaygılarını, kuşak çatışmalarını. Tüm bunların son derece doğal, giderek kaçınılmaz olduğu bir hayatın içinde, teselli bulacak ne var?

Zaten bu rüya da çok sürmüyor. O gençlik aşısı gibi gelip hayatlarına dalan çiftin, özellikle de erkeğin aslında başka ve daha kişisel amaçlar peşinde olduğu, bizimkileri kullandığı ortaya çıkıyor. Ve de ‘evli evine-köylü köyüne/ herkes ait olduğu yaş kümesine’ mesajı çıkar gibi oluyor. 

Bu kişisel ve keyifli aydın işi filmde, sözlü espriler üzerinize yağmur gibi yağıyor. New York kendi sanatçı ve bohem yaşantısından alabildiğine eksantrik ve egzotik gözlemlerle karşımıza geliyor. Kadınların nedense biraz ikinci planda kaldığı film, olayları çokluk olduğu gibi erkek gözünden görüp biçimlendiriyor.

Ben Stiller ve yeni izlediğimiz Adam Driver’ın yanında, kadınlarını oynayan deneyimli Naomi Watts ve yenilerden Amanda Seyfried ilginç kompozisyonlar çiziyorlar.

Ve bu son derece tipik Amerikan (hatta New York’lu!) filmin içinde, ikide bir Türkiye lafı geçiyor. Çünkü Josh’un hazırlayıp bir türlü bitiremediği belgeselde uzun bir söyleşi yaptığı ünlü  ve yaşlı bir tarihçi, sürekli “yeni Türkiye”den ve onun çağdaş yönetiminden söz ediyor!...

Temel niteliği Amerikan damgalı bir entellektüellik olan bir film için ne ilginç bir durum. Ve bizler için ne şaşırtıcı bir gözlem!...


ÖNEMLİ NOT:  Bizim yeni sinemacılarımız ne kadar şaşkın... Ellerindeki iyi malı değerlendirmek için hiçbir şey yapmıyor, onları çöp gibi kullanıp ziyan ediyorlar.

Bu güzelim film de öyle oldu. Ben İstanbul festivalinde görüp çok sevmiş, eleştirimi yazıp kenara koymuştum. Ama geçen hafta, öncelikle bir Türkçe ad koymak zahmetine katlanmadan, sonra basın gösterimi yapmadan, onlar biryana filmin başladığına dair en küçük bir bilgi bile geçmeden vizyona sokuverdiler. Tıpkı birkaç hafta önceEn Şiddetli Yıl adlı o güzelim film gibi, bunu da harcadılar. Yazıklar olsun!...

 

YARIN:  Aç Kalpler ve Fantastik Dörtlü

Yazarın Diğer Yazıları

Altın Palmiye’li, bol seks ve ırk kavgası içeren bir film

Filmin gayet hareketli bir kamerası var. Drew Daniels’in elinden çıkma...Sean Baker yönetimle senaryoyu gayet iyi kotarmış. Son haftaların en iyi filmi bence...

Bir ustadan ölüm ve ötanazi üzerine cesur bir film

Film görkemli bir melodram tadı içeriyor. Konuşmalar oldukça edebi; yani yer yer suni (yapay) kaçıyor. Ayrıca dünyamızın gidişi üzerine de ahkam kesiliyor. Ama belki en önemli yanı, iki kadının o inanılması zor ilişkisi

Görkemli bir hayal kırıklığı

Başlarda oldukça ilginç gözüken bu film, sonunda insanı neredeyse boğar!.. Ve sanki zaman zaman yönetmen finalde kullanılan ‘ucube’ lafını üzerine giyer. Kanlı-bıçaklı, her türe el uzatmış, ama en büyük özelliği zırvalık olan bir film...

"
"