13 Haziran 2014

Kapadokya’dan insan manzaraları

İki görkemli Kapadokya görüntüsüyle açılır film...Öylesine egzotik ve çekici görüntülerdir ki bunlar, kendi ülkemizde böylesine nefes kesen bir yöreyi yeterince tanımadığımız için utanırız!...

KIŞ UYKUSU       X  X  X  X  X

Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan/ Senaryo: Ebru Ceylan, N. B. Ceylan/ Görüntü: Gökhan Tiryaki/ Oyuncular. Haluk Bilginer, Melisa Sözen, Demet Akbağ, Ayberk Pekcan, Tamer Levent, Serhat Mustafa Kılıç, Nejat İşler, Nadir Sarıbacak, Emirhan Doruktutan, Mehmet Ali Nuroğlu, Ekrem İlhan, Rabia Özel/ Türk-Fransız-Alman ortak-yapımı.

İki görkemli Kapadokya görüntüsüyle açılır film...Öylesine egzotik ve çekici görüntülerdir ki bunlar, kendi ülkemizde böylesine nefes kesen bir yöreyi yeterince tanımadığımız için utanırız!...

Ama hemen ardından, işin içine asıl öge girer: insan...Nuri Bilge Ceylan eski filmlerindeki doğa tutkusunu ve doğa belgeseli atmosferini artık geride bırakmış, asıl konu olarak insanı seçmiştir: geriye dönüşü olmayan bir seçim...Bu nedenle, artık Koza, Kasaba, Mayıs Sıkıntısı, belki özellikle İklimler’in altyapıya döşediği, ama neredeyse ön plana geçen doğa egemenliği yoktur. Bu konuda geçiş filmleri olan Uzak ve Üç Maymun aşılmış, hatta Birzamanlar Anadolu’da’nın bile ötesine geçilmiştir. Yönetmenin sanatında artık baş rol, kesin biçimde insandadır. 

Böylece film, önceki filmlerin resim ve fotoğrafla olan göbek bağlarının yerine, sanki konusu kaçınılmaz olarak insan olan bir başka sanatı, edebiyatı koyar. Ve onun en ünlü yazarlarına, en büyük romanlarına yaklaşan bir sanat eseri olur. Jenerikteki Çehov referansı boşuna değildir. Ama daha başka edebi benzerlikler da aranıp bulunabilir.

Böylece Anadolu’nun, bir fantastik veya bilim-kurgusal film için de olağanüstü dekor oluşturabilecek bir yöresinde, Bir Zamanlar Anadolu’da filminden bile daha kalabalık bir kahramanlar ordusu bizi bekler. Yıllar önce mesleğini bırakıp babasının otelcilik işi için Kapadokya’ya gelip yerleşen, ortayaşı da aşmak üzere olan Aydın (Haluk Bilginer). Ki otelin adından (Hotel Othello!) duvarlardaki afişlere, o konuşma şehvetinden karşısındakileri etkileme ustalığına çok şey, onun mesleğini ortaya koyar: tiyatro oyunculuğu!...

Yanıbaşında genç ve güzel eşi Nihal (Melisa Sözen), ablası Necla (Demet Akbağ), has adamı Hidayet (Ayberk Pekcan), içki dostu Suavi (Tamer Levent) ve başkaları vardır. Tüm bu insanlar, ister İstanbul’dan gelmiş, isterse yöre insanı olsunlar, hepsi sorunludur, hepsi mutsuzdur. Abla Necla bitirdiği evliliğinin ve bunun yol açtığı yalnızlığının farkındadır. Acısını sanki kardeşinden çıkarır: en çok da onun yerel bir gazeteye yazdığı haftalık yazıları eleştirerek...Eleştirileri giderek çığrından çıkar, vahşi bir hal alır. Örneğin kötülüğe karşı koymanın gerekliliğini tartıştıkları uzun bölümde sorar: “Hertürlü kötülüğün dış mihraklı olduğunu düşünen sürüye katılmak için ne bekliyorsun?”..(Elbette günümüzü pek hatırlatan bu cümlenin, filmin başka yerlerinde duyulan ‘çapulcu’ veya ‘gezi’ sözcükleriyle birleşerek, arka planda bir siyasal eleştiri içerdiğini savunanlar da çıkacaktır!).

Yine Necla yoğun bir tartışmada geçmişlerine döner ve şöyle der: “Ana-babasının ölümünde iki damla gözyaşı dökmeyen ve mezarlarına bile gitmeyen birinin maneviyatla ne ilişkisi olabilir?”. Aydın’ın bu soruya yanıt vermesi hiç kolay olmayacaktır.

Öte yandan, ilk bölümde geri planda kalan Nihal yavaş yavaş ön plana geçer. O da kocasına düşmandır: abladan bile fazla...Necla’nın daha çok Aydın’ın yüzeysel aydın kimliğine ve orta karar, suya-sabına dokunmaz gözüken yazılarına yönelttiği eleştiriyi, o kocasının asıl kimliğine yöneltir. Ve onun ünlü Fransız deyimiyle ‘rate’ (başaramamış, biryerlere gelememiş) biri olduğunu kendi sözcükleriyle ortaya koyar: çok şey bilen adam pozlarına karşın “bencil, kinci ve alaycı” olduğunu, “naif bir kendine inanç sahibi olduğunu” haykırarak...

Karı-koca zaten iki yıldır ayni evde, ama ‘birbirine karışmadan’ yaşamaktadır. Ancak Nihal’in kendi başına soyunduğu bir hayır işine de burnunu sokması, Aydın için hiç iyi olmayacak ve beklenen fırtınayı koparacaktır.

Elbette yan öyküler ve onların getirdiği farklı temalar da vardır. Örneğin başlardaki o ‘kirasını ödemeyen kiracı’ bölümü. Altın kalpli bir imamla (Serhat Mustafa Kılıç) hapisten yeni çıkmış, haşin ağabeyi İsmail’in (Nejat İşler) oturdukları evin ödeyemedikleri kirası, sorun olup çıkar. Bu olay, hem yöredeki sınıfsal çelişkileri, hem de Aydın’ın paragöz ve hırslı kişiliğini ortaya koyduğu gibi, filme alttan alta giden ve finale dek süren bir gerilim sağlar. Ayni biçimde okullara yardım  komitesindeki öğretmen Levent (Nadir Sarıbacak) ya da oteldeki genç gezgin, ‘anlık yaşayan şair’ Timur (Mehmet Ali Nuroğlu) da ilginç kişiliklerdir. Bir sahnede herşeyden bunalmış Aydın’ın, motosikletiyle otelden ayrılan Timur’un ardından özlemle bakması ne anlamlıdır: keşke o da genç olsa ve çekip gidebilseydi!...

Türk sinemasının en konuşkan filmi olduğu kadar, son dönemde dünya sinemasının da en konuşkan filmlerinin en ön sıralarında yer alır, Kış Uykusu. Ve filmi İngmar Bergman, Antonioni, Eric Rohmer, Mike Leigh gibi diyalogu üstün bir sanat haline getirmiş yönetmenlerle ayni kategoriye sokar. Bu açıdan, Nuri Bilge- Ebru Ceylan çiftinin incelikli senaryosunun son derece önemli olduğunu peşinen belirtmek gerekir.

Nuri Bilge, bu senaryo üzerine, film kahramanlarının ikili konuşmalarını genelde tablolar ya da ‘perdeler’ halinde gelişen bir yapıda ele alır. Böylece ilişkiler bölük-pörçük olmak yerine, daha bütüncül biçimde ortaya çıkar. Ve yönetmen, büyük bir ustalıkla, kaçınılmaz olarak uzun olan her bölümü, olağanüstü bir görsellik içeren vurucu bir çekimle noktalar: ya İsmail’in isyankar küçük oğlu İlyas birden düşüp bayılır, ya Aydın uçsuz-bucaksız bir Kapadokya mezarlığında ana-babasının mezarını ziyaret eder, ya bir ‘yılkı atı’ kendisini suya vurur. Ya da Aydın, karın düşmeye başladığı bir sabah, bir atı özgür bırakıp doğaya yollar. (Atların filmde özel bir yer tuttuğunu belirteyim). Ve böylece, görsellik kendini hiç unutturmaz. Elbette bir kez daha Gökhan Tiryaki’nin büyücülük düzeyindeki görüntü ustalığıyla...

Oyunculuk bir başka alemdir. Böylesine bir takım oyunculuğu bir film için ne şans!...Öncelikle Haluk Bilginer’i kutlamalıyız. Bir çağdaş James Mason havasında (artık dev oyuncu James Mason’u bilenler bilmeyenlere anlatsın!), hem sapına kadar Türk, hem de evrensel olmayı bilen görüntüsünü, ayni özellikleri taşıyan karakterine ekler. Ve Shakespeare’den kalan “kırallığım küçük, ama kıralı benim” deyişini hak eder. Belki oturup, o Türk Tiyatrosu Tarihi kitabını da yazacaktır. Günün birinde...

Tüm diğer oyuncular da öyledir. Hem çok Türk dururlar, hem de evrensel özellikleri gururla yüklenirler. Seçimler öylesine doğrudur!...İki kadın oyuncu, Demet Akbağ ve Melisa Sözen tüm övgüleri hak ederler. Akbağ, Hükümet Kadın’dan tümüyle uzak evrensel oyunuyla, Sözen o Silvana Mangano havasıyla...Yan oyuncuların da hepsi  iyidir. Kendimce Serhat Mustafa Kılıç, Nadir Sarıbacak ve özellikle Nejat İşler’e ayrı bir selam sarkıtmak isterim.

 Ve yer yer küçük bir Schubert müziğiyle süslü bu büyük film, “Sinema edebiyata ne kadar yaklaşabilir?”, “Bir film bir roman kadar güçlü olabilir mi?” gibi sinemanın ilk gününden beri sorulagelen sorulara, sanki yeni yanıtlar getirir.

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

ABD'deki hayali bir savaşın korkunçluğu tam şu günlere denk düşüyor

Dünyamızın savaş denen korkunç olaya sayısız ülkede esir düştüğü şugünlerde, bu film önemli bir eleştiri sayılabilir

Bir korku klasiğinin ilk günlerine dönüş

Bu türü sevenler ve özlemiş olanlar için iyi bir seyirlik sayılabilir

Hindu kültüründen gelen kendine özgü bir kitle filmi

Karşımızda gerçekten hayli değişik bir film var. Hem anlattıkları; hem anlatma biçimleriyle...