Görkemli bir seyirlik, parlak bir oyunculuk gösterisi
Londra ve özellikle de Amsterdam’daki aksiyon, takip ve şiddet sahnelerinde elde edilen yüksek görsellik düzeyi
BELALI TANIK (The Hitman’s Bodyguard) X X X ½
Yönetmen: Patrick Hughes Senaryo: Tom O’Connor Görüntü: Jules O’Loughlin Müzik: JAtli Örvasson Oyuncular: Ryan Reynolds, Samuel L. Jackson, Gary Oldman, Elodie Young, Salma Hayek, Richard E. Grant, Rod Hallett, Nadia Konakchieva, Michael Gor
Amerikan filmi
Sadece üçüncü filmini çeken bir yönetmenden beklenmeyecek kadar doyurucu ve başarılı bir seyirlik. Bunda senaryonun büyük rolü olduğu da hemen söylenmeli.
Film Avrupa’nın göbeğinde geçen bir aksiyon fantezisi. Mesleği, ne iş yaparlarsa yapsınlar, bol paralı ünlüleri korumak olan ve bunda A’yı aşıp AAA sınıfına yükselmiş uluslararası ‘badigard’ Michael Bryce ilk kahramanımız.
İkincisiyse, işi tam tersine o tür insanları kibarcası elimine etmek (açıkçası öldürmek) olan kiralık katil Darius Kincaid. Ve bu işi tam 28 kez yapmış: herbirinde amacına ulaşarak...
Açılışta Bryce koruduğu Japon Kurosawa’yı (yönetmen olanı değil!), hem de uçağa bindirdikten sonra, gözünün önünde öldürmelerine tanık oluyor. Bu da onun kariyerinin neredeyse sonunu getiriyor. Üç yıl sonra, arabasında yaşayan, traş bile olmayan, gelen her işi kabul eden düşmüş bir adamdır.
Kader onları yeni bir işte birleştirir. Kincaid, vaktiyle emrinde çalıştığı Belarus ülkesinin acımasız diktötörü Dukhovich’in cinayetleri konusunda ve aleyhinde tanıklık etmek üzere Lahey’deki Uuslararası Adalet Divanı’nın önüne gitmek zorundadır. Onu koruma işiniyse Bryce yüklenmiştir.
Oysa ikisi geçmişte sayısız kez karşıkarşıya gelmişlerdir: Çoğu aynı adamı biri öldürmeye, öbürü korumaya çalışırken!...Dost olmaları neredeyse imkansızdır. Üstelik peşlerinde zalim diktatörün gözünü kan bürümüş Rus cellatlar ordusu varken..
Dalgın bir gözle, “işte bir yaz aksiyonu daha!” diye izlemeye başladığınız film, giderek çıtayı yükseltiyor. Nasıl yükseltmesin ki...
Bir yandan dur-durak bilmeyen bir tempo. Sürekli sürprizlerle gelişen bir entrika. Londra ve özellikle de Amsterdam’daki aksiyon, takip ve şiddet sahnelerinde elde edilen yüksek görsellik düzeyi.
Daha da önemlisi, sanki bir Quentin Tarantino elinden çıkmış gibi duran o tatlı gevezelik; sözün en kritik, en eyleme muhtaç durumlarda bile kral olmasını getiren tercih.
Ayrıca Dukhovich kimliğiyle dünyanın tüm diktatörlerine getirilen eleştiri de filme politik bir mesaj yüklüyor. Hernekadar bu kez tüm Rus’ların ‘kötü adam’ olmasıyla bir tür ırkçılığa saplansa da...
Ve de oyunculuk. Samuel L. Jackson’u yıllardır böylesine ’komple’, böylesine iyi çizilmiş bir karakterde görmemiştik. Gerçek anlamda döktürüyor. Ve son jeneriklerde şarkı bile söylüyor!..
Ryan Reynolds bir kez daha zayıf-nahif fiziğine karşın ‘sert eylem adamı’ olabiliyor. Gary Oldman’ın nisbeten ikincil rolüne karşın diktatör Dukhovic’e filmin yarısında Rusça konuşarak kattığı güç de gözden kaçmıyor.
Kadınlarda ise yeni ve taze Elodie Young dikkat çekerken, Sonia Kincaid’de Salma Hayek erkekten beter, alabildiğine küfürbaz ve haşin bir kadını görkemli biçimde yaratıyor.
Ses bandında iyi seçilmiş 80’ler şarkıları var. Lloyd Price’dan Just Because, Chuck Berry’den Little Queenie, Foreigner’den I Want to know What Love İs. Ama en etkili olanı, tam yerinde gelen o enfes Lionel Richie balladı: Hello...
‘İçine şeytan kaçmış insan’ öykülerine bir ek
ANNABELLE: KÖTÜLÜĞÜN DOĞUŞU X X
(Annabelle: Creation)
Yönetmen: David F. Sandberg Senaryo: Gary Dauberman Görüntü: Maxime Alexandre Müzik: Benjamin Wallfisch Oyuncular: Antony LaPaglia, Lulu Wilson, Talitha Bateman, Philippa Coulthard, Miranda Otto, Samara Lee, Stephanie Sigman, Grace Fulton
Warner Bros filmi
The Conjuring serisinin ve 2114’deki aynı adlı (Annabelle) korku filminin hikaye açısından ‘öncülü’ imiş bu film. Batı’da prequel’ dedikleri. Ve de imdb sinema sitesinde sunulan izleyici görüşlerine göre, hepsinden iyiymiş ve sonuçta çok beğenilmiş.
Vallahi ben hiç öyle düşünmedim. Hem de bu türü sevmeme karşın...Hakkaniyetli olmak için bunları yazdım, ama bana sorarsanız bu övgüleri hak edecek bir yanı yok filmin..
Açılış gerçekten etkileyici. Küçük kızlarıyla çok mutlu olan bir ailenin tablosu. Ve aniden korkunç bir kazanın bu mutluluğu yoketmesi.
12 yıl sonra, aynı evdeyiz. Ev sahipleri yaptıkları her boyda bebeklerle hayatlarını kazanmaktadır. Ve ev bunlarla doludur.
Bu kez yatağına çakılmış anne ve dalgın, üzüntülü bakışlarla dolaşan babayı, evlerine iyilik yapmak için çağırdıkları bir grup öksüz çocuk ve başlarındaki iki rahibeyle birlikte görürüz. Çocuklardan bir kız geçirdiği çocuk felci nedeniyle sakattır. Çok yakın bir arkadaşıyla da hiç ayrılmama yemini etmişlerdir.
Sonra garip, giderek ürkünç olaylar başlar. Ya o bebeklerden biri ya da birkaçı kötü ruhlar barındırıyorsa? Ya birinin içine girmiş bir şeytan varsa? Ve de talihsiz ana-baba, o bunalım günlerinde kötülükle bir tür anlaşma yaptılarsa?.
Fazla bile yazdım. Meraklısıysanız, oturup izleyin. Ama artık yıllardır ısıtılıp ısıtılıp sunulan bu ‘içine şeytan kaçmış insan/çocuk’ hikâyelerinden bana gına geldi.
Birkaç ürkünç sahne yok değil. Ama film aşırı uzun olduğu gibi, en sürpriz yerlerini ve en ilginç gelişmeleri (örneği annenin itiraflarını) bir tür aceleye getiriyor.
Ve ‘şeytanlı filmler’e yeterince ilginç bir halka ekleyemiyor.
Rahat ve olgun bir kamerayla çekilmiş, müziğe başvurmayan bir film. Belki çok akışkanlığı olmayan, sakin ve özgün bir yapım. Ama bu özgünlüğün birçok sinefili çekeceğine inanıyorum