25 Mart 2016

Film parlak değil ama THY iyi bir iş yapmış!..

Batman ve Superman: Böyle bir fantezide bile kendisini gösteren Amerikan demokrasisi övgüsü…

Batman ve Superman: Adaletin Şafağı X X 
(Batman v Superman: Dawn of Justice)
Yönetmen: Zack Snyder
Senaryo: Chris Terro, David S. Goyer
Görüntü: Larry Fong
Müzik: Hans Zimmer, Junkie XL
Oyuncular: Ben Affleck, Henry Cavill, Amy Adams,  Jesse Eisenberg, Diane Lane, Laurence Fishburne, Jeremy İrons, Holly Hunter, Gal Gadot, Michael Shannon, Kevin Costner Warner Bros filmi

   
 İşte yılın en çok reklam edilen, en büyük gişe hasılatı beklenen filmi. Ayrıca THY’nin ana sponsorluğuyla bizi de yakından ilgilendiren ve neredeyse ulusal bir macera olarak gördüğümüz o çok özel film… (Bu konuya sonunda döneceğim)

   Ne yazık ki karşımıza gelen bu 153 dakikalık filmin beklentileri karşıladığını söylemek zor, giderek imkansız. Hernekadar IMDB'nin çoğu genç izleyicileri görkemli bir 8.8 ortalamasını layık görmüş olsalar da… Nitekim ayni siteden ulaştığımız yabancı ve çoğu bilinen saygın eleştirmenler ayni fikirde gözükmüyor.

    Bilinir ki adına çizgi-roman denen, uzun zaman küçüklere ve hep küçük kalmış zihinlere yakıştırılan bu tür, sinemada da uzun zaman B (hatta C) sınıfı filmlere esin verdikten sonra, 60’lardan itibaren yükselen, saygınlığı artan ve hemen herkesi ilgilendiren bir özel tür olmayı başardı. Özellikle 1968’de karşımıza gelen, Richard Donner imzalı ve ikisi de artık rahmetli olan Christoper Reeve ve Marlon Brando’nun baba-oğulluğuyla ilgi çeken ilk Superman filminin bu yoldaki ilk dev adımı unutulmaz.

  Sonrası çabucak geldi. Türün büyük yayıncısı Marvel’in ürünlerine nur yağdı ve her bir romanın ana kahramanları, ayrıca zamanla ikincil kişileri bile perdeye geçtiler. Ben kendi adıma fantastik ve bilim-kurgu türleriyle kurduğum gönül bağları nedeniyle bu türü yakından izledim, çoğu filmleri izleyip övdüm.

    300 Spartalı, Watchmen, Sucker Punch ve ilk kez Superman efsanesine uzandığı Man of Steel- Çelik Adam filmleriyle tanınan Zack Snyder’in bu yeni filmi, iki ölümsüz Marvel kahramanını biraraya getiriyor: Superman ve Batman. Yine Metropolis (New York anlayınız!) denen dev kentin göklerinde ve sokaklarında başlayan macera, her açıdan öbürlerini geçmeye çalışıyor. Dur-durak bilmeyen özel efekt yağmuru, üst düzey teknoloji, parmak ısırtan aksiyon sahneleri. Ve birçok eski-yeni ismin katıldığı dev bir kadro.

   Ama sonucun aynı ölçüde parlak olduğu söylenemez. General Zod tarafından saldırıya uğrayıp iyice tahrip edilen ve Sur mahallesine dönen Metropolis’te, normal hayatında iş adamı Bruce Wayne olarak bilinen Batman ve yine çevresinin gazeteci Clark Kent olarak bildiği Superman, önce biraz karışık nedenlerden düşman oluyorlar. Hatta hayli görkemli bir düello da yapıyorlar.   

    Ama sonra karşılarında ortak bir düşman buluyorlar: büyük iş adamı, hırslı, konuşkan ve acımasız Lex Luthor. Ve de onun yarattığı, bir biçimde gökten indirip kente saldığı Doomsday. Şöyle demiyor mu zaten: “Şimdi çok daha iyi biliyoruz: canavarlar başımıza cehennemden değil, gökyüzünden gelirler!”

    Filmin en zayıf yanı kuşkusuz senaryosu. O ikili kimbilir kaç milyon dolar almıştır!.. Ama aldıkları para helal olmasın!.. Dramatik yapısı böylesine zayıf bir hikaye, hiçbir ciddi karakter çalışması olmayan, kahramanların niçin öyle davrandıklarını izah etmekten tümüyle aciz bir senaryo, böylesine bir yatırım için temel olmalı mıydı?

   Öylesine ki, örneğin Batman-Superman çekişmesinin açık ve seçik nedenleri gözükmüyor. Kimi sahneler gözümüze sokulmuş: örneğin daha başlangıçta, Bruce Wayne’in çocukken ailesinin öldürülmesine tanık  olması gibi. Ya da iki kahramanın annelerinin de ayni adı (Martha) taşıması gibi. Ama ayni özenin onca kişiliğin temel motivasyonları için gösterilmemesi şaşırtıcı.

   Batman biryerde şöyle diyor: “Gotham’da 20 yıl…Kaç iyi adam kaldı geriye? Hangisi iyi olmayı sürdürebildi?” Gerçekten de hikayede ne iyi bir adam var, ne de adam gibi adam… Onca karakter oyuncusuna karşın…

    Aslında sinemasal açıdan kimi çok güzel sahneler ve parmak ısırtan çekimler yok değil. Ama bunlar da yeterince etkili olamıyor. Çünka arka planda gerekli dramatik yapı yok! Bunu sağlamak sinemanın temel kurallarından biridir. Bilmiyorlar mıydı?    

    Böylece Ben Affleck zaten filmin çoğunda taktığı maske yüzünden pek görülmeyen suratıyla etkili olamıyor. Henry Cavill ise oyuncu sayılır mı, bilmiyorum. Daha ilk filmde Gene Hackman’ın oynadığı Lex Luthor karakterini, bu kez gencecik Jesse Eisenberg devralmış. Eisenberg iyi bir oyuncu, biliyoruz. Burada  da elinden geleni yapıyor, ama yeterli olmuyor.

   Kadın cephesi belki daha iyi. Amy Adams’ın iyi oyunculuğunu hem Lois Lane kişiliğine büründüğü Çelik Adam’dan, hem de Oscar adaylığına kadar uzandığı daha ciddi rollerinden biliyoruz. Martha Kent rolündeki Diane Lane de öyle…

    Ama ya Diana Price, öbür adıyla Wonder Woman? Aslında 1975-1979 arasında yayınlanan bir TV dizisinin ana kişisi olup Lynda Carter adlı oyuncunun ölümsüz kıldığı bu dişi kahraman, bu filmle yıllar sonra dönüyor. Ve finalde, o gökten gelen canavara karşı etkisiz kalan Batman- Superman ikilisinin yanısıra işi o bitiriyor!

   Ve hemen akla geliyor: Batman ve Superman gibi iki müthiş kahramana sahipken, hikaye niçin bu yenilere gereksinme duymuş? Tümüyle bilgisayar ürünü o korkunç yaratık ve de yeni oyuncu  Gal Gadot kimliğinde güzel bir dişi kahraman… Ne gereği vardı? Yeni bölümlere yeni malzeme sağlamaktan başka?

   Küçük rollerde özlenmiş eskileri bulmak hoş. Böylece Jeremy İrons ‘masabaşı dehası’ Alfred’de, Holly Hunter senatör Finch’de, Laurence Fishbourne eski filmlerden gelen yazıişleri müdürü Perry White’da görevlerini yapıyorlar. Tek bir sahnede, Clark Kent ölü babasını andığında karşımıza Kevin Costner de geliyor; baba rolünü yineleyerek…

   Film yine kimi tiklerden ve saplantılardan kendini kurtaramıyor. Bu tür filmlerde moda olan baba-oğul (ve ana-oğul) teması… Böyle bir fantezide bile kendisini gösteren Amerikan demokrasisi övgüsü… Ya da ‘büyük elma’ New York’a beslenen biraz korkuyla karışık hayranlık gibi…

   Filmi belki asıl kusuru, bu türün temel bir ögesine ihanet.. Ki o da Marvel’in çizgi-roman döneminden gelen o naiflik, çocuksuluk ve içtenlik dünyası. Nasıl bu ülkede hala “nerede o eski Yeşilçam sıcaklığı, samimiyeti” deyip duruyorsak, o romanların da temel  özelliği buydu. Şimdilerin dahi yazar-yönetmenleri daha entelektüel, daha sofistike, daha kapalı işler yapmayı deniyor, ama kimi zaman beceremiyorlar. Ve o eskinin büyüsü yitip gidiyor. Yazık!..

   Son söz olarak, THY konusuna değinmek istiyorum. Ben veya biz ne desek de, belli ki film dünyada ilgi görecek ve çok geniş bir kesimce izlenecek. Bu açıdan THY iyi bir seçim yapmış ve çağdaş bir reklam kampanyasına angaje olmuş. Uygulayanları içtenlikle kutluyorum. 

YARIN: A WALK İN THE WOODS

 

Yazarın Diğer Yazıları

Altın Palmiye’li, bol seks ve ırk kavgası içeren bir film

Filmin gayet hareketli bir kamerası var. Drew Daniels’in elinden çıkma...Sean Baker yönetimle senaryoyu gayet iyi kotarmış. Son haftaların en iyi filmi bence...

Bir ustadan ölüm ve ötanazi üzerine cesur bir film

Film görkemli bir melodram tadı içeriyor. Konuşmalar oldukça edebi; yani yer yer suni (yapay) kaçıyor. Ayrıca dünyamızın gidişi üzerine de ahkam kesiliyor. Ama belki en önemli yanı, iki kadının o inanılması zor ilişkisi

Görkemli bir hayal kırıklığı

Başlarda oldukça ilginç gözüken bu film, sonunda insanı neredeyse boğar!.. Ve sanki zaman zaman yönetmen finalde kullanılan ‘ucube’ lafını üzerine giyer. Kanlı-bıçaklı, her türe el uzatmış, ama en büyük özelliği zırvalık olan bir film...

"
"