14 Aralık 2019

Sınırsız bir fanteziye böylesine teslimiyet hoş değil!

Şöyle düşünüyorum: bu masal-filmlerde bile asgari bir mantık, minimum inandırıcılık, bir gerçeğe-benzerlik duygusu olmalı

 

ANNE!    (Mother!)     X  X  X  X

Yönetim ve senaryo: Darren Aronofsky
Görüntü: Matthew Libatique
Oyuncular:  Jennifer Lawrence, Javier Bardem, Ed Harris, Michelle Pfeiffer, Brian Gleeson, Domnhall Gleeson

Paramount (UİP) filmi

 

Anne!.. Gerçekten insanı şaşırtan, hatta allak-bullak eden bir yapım...Venedik şenliğindeki gösterisinden sonra seyircilerin yarısı coşkuyla alkışlarken, öbür yarısının yuhalaması boşuna olmamış!.. Bizim basın gösteriminden sonra da yargılar öylesine çelişkili oldu.

Nasıl anlatmalı bu filmi? Her şeyiyle sorunlu olduğu, hayata pamuk ipliğiyle bağlı durduğu anlaşılan, sürekli gerçekle hayalleri arasında gidip gelen, yumuşak, ezik, matem içinde gibi güzel bir kadın. Adı asla telaffuz edilmediği için (Kadının Adı Yok!) ‘anne’ diye anacağımız...

Yanı başında, aslında yine adı söylenmediği için “O” diyeceğimiz, ünlü ve yetenekli yazar kocası. Ve de kocasının olup anne’nin bizzat ve inanılmaz bir çabayla, oda oda onarıp düzenlediği, yenilediği eski ev.

Ki o taşra evinin sakinliği, aslında büyük dramları içermektedir. O biryandan o eski kitaplarına ve o yazma arzusuna geri dönemediği için mutsuz, öte yandan kendisine alabildiğine aşık ‘anne’ nedeniyle talihinin farkında bir adamdır. Ama karısının hayran ve sadık bakışları önünde kalem-kağıdın başına geçtiğinde, eli bir türlü iki satır bile yazmayı başaramaz.

Ve o arada eve bir Erkek gelir. Bir yaşlı doktor, kendisi de sürekli öksüren, olasılıkla ölüme mahkum bir hasta olan...Ve O’nun gerçek bir okuru, hayranı. Peşinden eşi kapıyı çalar: bu kez Kadın diye anacağımız, biraz çökmüş fiziğinin ardında eski bir güzellik ve tutkuyu hala taşıyan...   

Ve anne’yi etkisi altına alıp özellikle çocuk sahibi olma sorununu açar. Tıpkı O’yu tekeline alıp civarda gezilere çıkaran kocası Erkek gibi...

Böylece, doğanın ortasında kaybolmuş bu tozlu mekanda kaderin karşılaştırdığı iki çiftin iç içe girmiş öyküsünü izler gibi oluruz. Ama yazar-yönetmenin sürprizleri bitmez. Sonuna dek...Örneğin, önce nevzuhur ve pek istenmeyen konukların iki oğlu çıkagelir, bir büyük aile kavgası yaşanır, hatta kan dökülür, biri ölür. Ve tüm bunlar, içine kapanık dünyasına zorla girilmek istenen anne’nin giderek artan bir korkuyu yansıtan gözleri önünde olur..

Sonra çocuk konusu çıkagelir. Çünkü anne ilk kez hamile kalır. Bu her şeyi değiştirecek gibidir. Hele O için...Çünkü birden esinine kavuşur, oturup yazmaya başlar. Ve o kitap hemen yayınlanır.

Ardından büyük ve fanatik bir okur kitlesi evi doldurur. Yeniden üne ve hayranlarına kavuşan O’nun inanılmaz hoşgörüsüyle, ev tam bir panayıra döner. Ve o çılgın kalabalığın giderek artan ve ölümcül bir aleme dönüşen sorumsuz eğlencesi, annenin doğumuna denk gelir.

Bu özete pek itibar etmeyin!.. Çünkü bu, aslında hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı bir simgelerle ve hayallerle yüklü masaldır. Böylece bir yandan o giderek artan boşanmış kitlesel eğlence, bize Luis Bunuel’i, özellikle de burjuvazinin Gizli Çekiciliği başyapıtını düşündürür.

Öte yandan, temel bir olgu ve Kadınlık Durumu’nun en önemli aşaması olan annelik, çok farklı bir yaklaşım içinde ele alınır. Bir tür kapalı mekan ya da “uğursuz ev” tabanlı korku filminin, duvarların nice gizler sakladığı bir dekorun ürküntüsü içinde...

Ama belki en önemlisi, O’nun yazarlık macerasıdır. O, kendine özgü büyük yeteneği, ama ayni ölçüdeki korkunç bencilliği içinde, yalnız anne’yi değil, hayatına giren tüm kadınları kullanmış, hatta gerçek anlamda kemirmiştir: yüreklerine varıncaya dek...

Ve bu aslında çok katmanlı karmaşık hikaye, çeşitli ögeler içinde belki en çok buna yaslanır: yani saklı, ama yoğun ve sanki filmin dokusundan fışkıran dehşet duygusunun öne çıkan etkisi.

Böylece filmin gördüğü çok farklı tepkilerin nedeni de anlaşılır. Çünkü gerçek anlamda mantıklı, akılcı ve gerçekçi bir hikaye örgüsü yoktur. Ve her şey belli simgesellik yapılarına gelip dayandırılmıştır. O açıdan, kolayca itici bir film olarak algılanabilir. 

Ama bu ilk izlenimi aşabilenler için yenileyici, cüretkar ve radikal biçimde farklı bir film olduğunu düşünüyor ve bu deneyimin yaşanması gerektiğine inanıyorum. Özellikle yönetmenin 2010’daki Siyah Kuğu filmini de tam bir başyapıt saymış bir sinefil olarak....

Ve son bir not: Filmin en çok kadınlarına bayıldım. Kendisini bir kez daha aşan ve Oscar’da mutlaka söz sahibi olacak Jennifer Lawrence.

Ve de uzun bir ayrılıktan sonra dönüş yapan ve hayli yaşlanmış bir yüzün ardında, yine kıpır kıpır bir oyunculukla inanılmaz bir ‘kötü kadın’ çizen Michelle Pfeiffer...

Columbia filmi.

İlk Jumanji 1995 yılında çıkagelmişti: Robin Williams'ın taklit edilemez başrolü ve zamanı için çarpıcı özel efeklerle... Yaramaz bir oğlanın eski bir sandığı karıştırırken bambaşka bir dünyaya geçmesini ve oradaki garip yaşamı keşfetmesini anlatan bir fantezi.

Yıllar sonra, 2017'de Jumanji: Welcome to the Jungle yapıldı. Daha önce Sex Tape, Bad Teacher gibi ilginç ve aykırı filmler yapmış olan Jake Kasdan'ın yönetimiyle. Ki kendileri Indiana Jones serisi dahil ünlü fantastik filmlerin yazarı ve ayrıca birçok filmin de yönetmeni Lawrence Kasdan'ın oğlu olurlar!

O filmin görece başarısından sonra çok beklenmedi. Ve yılın bu zamanında, Amerikalıların 'Noel filmi' dedikleri, daha çok küçüklere seslenen ve ailece gidilebilecek filmlerden olan bu yapım ortaya çıkıverdi. Bu kez çok daha geliştirilmiş özel efektler, yeni oyuncular ve geniş bir kadro ile...

Yine Jake Kasdan'ın yönettiği filmde bu kez genç Spencer'i (Alex Wolff) ve ailesinin kimi bireylerini tanıyoruz. Özellikle dedesi Eddie ve eski ortağı Milo (Danny DeVito ve Danny Glover gibi iki eski ustanın sürpriz dönüşleri!).

Alex de bilinmeyenin dayanılmaz cazibesine teslim oluyor. Ve eskileri karıştırırken, o gizemli aleme dalıveriyor. Karlı dağlardan çöllere, oradan vahşi ormanlara uzanan, sayısız garip, tuhaf, ürkünç ya da sevimli kişilik içeren; geçmişten geleceğe uzanan bir garip maceranın içinde...

Aslında ilginç biçimde başlayan bir film, özellikle andığım oyuncuların sempatikliği ve özgün kişilikleriyle, 'öte yana' geçer geçmez değişiyor. Öncelikle ilk başta tanıdığımız ve kanımızın kaynadığı tüm o kahramanları birden kaybediyoruz. Hiç de hoş bir deneyim değil!

Çünkü her kişilik bambaşka bir kılığa ve kişiye dönüşüyor. Bu arada yaşlar ve cinsiyetlerle de oynanıyor. Yani yaşlı bir adam genç bir kız, bir moruk iri-yarı bir dev olabiliyor. Örnek: Danny DeVito'nun sevimli dedesi Eddie, Dwayne Johnson'un devasa bedenine giriyor!        

Hatta yabancı bir eleştirmenin alayla yazdığı gibi, bu dönüşümlerde giyinik olan bir erkek, bir kadın karakter olarak dönünce yarı çıplak oluveriyor. O yazar çıplaklığın sadece kadınlara yakıştırılmasını bir cinsiyet ayrımı olarak görüyor. Haksız mı?  

Neyse... İlk bölümden sonra ikinci bölümde de Jack Black, Kevin Hart gibi özlenmiş oyuncular veya Karen Gillan, Awkwavina gibi hoş kadınlar var.  Özel efektler iyi. Hele bir maymunlarla savaş bölümü var ki, görmelere seza....

Yine de şöyle düşünüyorum: bu masal-filmlerde bile asgari bir mantık, minimum inandırıcılık, bir gerçeğe-benzerlik duygusu olmalı. O eski fantezilerde bu vardı: Indiana Jones serüvenlerinden Star Wars serisine, X-Men'lerden Alien'lere...    

Sınırsız biçimde fanteziye teslimiyet bana hoş gelmiyor. Bu yüzden bu filmi de gözdelerimden sayamıyorum, kusura bakılmasın.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Politikanın içinde farklı konulara da değinmek

Digiturk’te Accused ve diğer diziler, Oksijen’in büyük başarısı ve başka şeyler

Kendine özgü bir kara komedi ve şiddet sergilemesi

İnsan bedenine yapılan ve yapılabilecek her türlü işkencenin bile etkilemediği bir direnç kazanır Nathan... Artık perde bir korku tiyatrosu haline gelmiştir. En sabırlı seyirciyi bile isyan ettirecek kadar…

Son günlerde bu ülkede yaşamak ne kadar zorlaştı!

Bahçeli Bey şöyle diyor: “Yargıya saygı duy, partinde otur.” Özel’in yanıtı: “Milletin sesini duy, darbeye karşı dur.” Hangisini tercih edersiniz?

"
"